Tıp Fakültesi / Faculty of Medicine
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11727/1403
Browse
Item Acil servis başvurusunda nötropenik oldukları tespit edilen hastaların değerlendirilmesi: On yıllık tek merkez deneyimi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2024) Berivan, Bingöl Duman; Pamir, IşıkNötropeni, periferik kanda dolaşan segmentli nötrofillerin ve bantların mutlak sayısında azalmayı ifade eder. Çocuklarda nötropeni izlenirken öncelikle hastanın tıbbi öyküsünün dikkate alınması gerekmektedir. Nötropeninin şiddeti, süresi ve nedeni enfeksiyon riski ile birlikte, uygun tedavi yaklaşımının belirlenmesinde çok önemlidir. Çalışmamızda çocuk acil servis klinik pratiğinde nötropeniye en uygun yaklaşımın ve nötropenik hastalar için en doğru yönetimin ortaya konulması amaçlanmıştır. Çalışmaya, Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi Çocuk Acil Servisine 2013-2023 tarihleri arasında başvuran, <1 yaş ve kan tablosunda ANC değeri <1000/mm3, 1 yaş ve ANC değeri <1500/mm3 olan toplam 475 hasta dahil edildi. Hastaların tıbbi kayıtları retrospektif olarak tarandı. Demografik özellikler, nötropeninin etiyolojik faktörleri, uygulanan tedaviler ve tedavi yanıtları incelendi. Hastaların %58.7’inde hafif nötropeni, %32.8’inde orta nötropeni ve %8.4’ünde ağır nötropeni mevcuttu. Elli iki (%11) hasta <1 yaş, 423 (%89) hasta 1 yaş idi. Hastaların 187’sinde (%39.3) sık enfeksiyon öyküsü, 37’sinde (%7.7) ilaç kullanımı öyküsü vardı. Hastaların %71’inde ateş yüksekliği mevcuttu. Hastaların %34.95’ine viral üst solunum yolu enfeksiyonu, %21.05’ne viral pnömoni, %2.7’sine bakteriyel pnömoni tanısı konduğu görüldü. En sık tespit edilen patojenlerin virüsler olduğu ve virüsler arasında da en sık İnfluenza virüsünün izole edildiği saptandı. Yatış kararı daha çok ağır nötropenik hastalara verilirken; oral antibiyotikle ayaktan tedavinin (%54.2) daha çok hafif nötropenik hastalarda tercih edildiği tespit edildi. Dokuz hastaya malignite teşhisi konuldu. Hastaların mortalite oranı %0.4, tam iyileşme oranı %51 olarak bulundu. Kronikleşme 7 (%1.4) hastada görüldü. Çocuk acil servislerinde bakteriyel etkenleri dışlamak için kültür taramalarının yapılması, doğru antibiyotik başlanması açısından oldukça önemlidir. İzole nötropeni saptanan ve klinik olarak iyi görünen hastalarda şiddetli bakteriyel enfeksiyon riski düşüktür ve bu hastalarda agresif tedaviye gerek yoktur. Daha çok viral etkenlerin sebep olduğu bilinen nötropenin tedavisinde akılcı antibiyotik kullanımı doğru bir yaklaşım olacaktır. Neutropenia refers to a decrease in the absolute number of segmented neutrophils and bands circulating in peripheral blood. When monitoring neutropenia in children, the patient's medical history should be taken into consideration. The severity, duration and cause of neutropenia, together with the risk of infection, are crucial in determining the appropriate treatment approach. In our study, we aimed to reveal the most appropriate approach to neutropenia and the most appropriate management of neutropenic patients in emergency department practice. A total of 475 patients who were admitted to the Pediatric Emergency Department of Başkent University Ankara Hospital between 2013 and 2023, who were <1 year of age and had ANC value <1000/mm3 in the blood table, and who were 1 year of age and had ANC value <1500/mm3 were included in the study. Medical records of the patients were retrospectively reviewed. Demographic characteristics, etiologic factors of neutropenia, treatments administered and treatment responses were analyzed. Mild neutropenia was present in 58.7%, moderate neutropenia in 32.8% and severe neutropenia in 8.4% of the patients. Fifty-two (11%) patients were <1 year old and 423 (89%) patients were 1 year old. 187 (39.3%) patients had a history of frequent infections and 37 (7.7%) patients had a history of drug use. Fever was present in 71% of the patients. Viral upper respiratory tract infection was diagnosed in 34.95%, viral pneumonia in 21.05% and bacterial pneumonia in 2.7% of the patients. Viruses were the most frequently detected pathogens and influenza virus was the most frequently isolated virus. While the decision to hospitalize was made mostly for severe neutropenic patients, outpatient treatment with oral antibiotics (%54.2) was preferred mostly for mild neutropenic patients. Malignancy was diagnosed in nine patients. The mortality rate was 0.4% and complete recovery rate was 51%. Chronicization was seen in 7 (1.4%) patients. In pediatric emergency departments, culture screening to exclude bacterial agents is very important in terms of correct antibiotic initiation. In patients with isolated neutropenia who appear clinically well, the risk of severe bacterial infection is low and aggressive treatment is not needed in these patients. Rational antibiotic use will be the right approach in the treatment of neutropenia, which is known to be mostly caused by viral agents.Item Acil servise başvuran minör kafa travmalı geriatrik hastanın olası kafa kırığında hastabaşı acil ultrasonografi ile tomografinin karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2024) Athummani, Idd Selemani; Gülalp, BetülUltrasonografi (US) 1990’lı yılların başlarından beri acil serviste yatak başı hasta değerlendirilmesinde önemli bir uygulama haline gelmiştir. Günümüzde, geriatrik popülasyonun aynı seviyeden düşme ile minör kafa travması acil servis başvuruları artmaktadır. Bu çalışmanın amacı, 65 yaş ve üstü hastaların olası kafa kemikleri kırığında hasta başı Bakı Noktasında Acil Ultrasonografi (BNAU) ile bilgisayarlı tomografinin (BT) karşılaştırılmasıdır. Bu prospektif tek merkezli çalışma, 01 Ağustos 2022 – 30 Nisan 2023 arasında, Başkent Üniversitesi Acil Tıp Anabilim Dalı Ankara'da, kafa travması ile başvuran 65 yaş ve üstü random olguları içermektedir. Dahil edilme kriterleri, travma lokal bulgusu ve Glasgow Koma Skalası (GCS) skoru ≥14, dışlama kriterleri ise yüksek enerjili kafa travmaları, darp, nörolojik bulgu, tomografide beyin parankim patolojisi, hemodinamik olarak stabil olmaması, açık kırık, aktif kanama, serebral cerrahi öyküsüdür. Philips® HDI 500 ultrason cihazı ve L12-5 50 mm probu kullanılmıştır. Acil Tıp uzmanlık öğrencilerinin acil klinik ultrasonografi eğitiminden bağımsız olarak 1 saatlik kafa kemik ultrasonografi didaktik eğitimi ve ardından kemik uygulamaları sonrasında gerçekleştirilmiştir. Çalışma öncesi ön istatistik çalışması yapıldı. Veri analizinde SPSS istatistik v25 kullanıldı. Çalışmada kategorik değişkenlerin değerlendirilmesinde frekans (n) ve yüzde (%) tanımlayıcı istatistik olarak kullanılmıştır. BT ve US sonuçlarının karşılaştırılmasında "McNemar Ki-kare testi" veya "McNemar Bowker ki-kare testi" kullanılmıştır. Belirtilen sürede kafa travması ile 335 başvuru oldu. Çalışma evreni 32 random olgu idi, yaş ortalaması 81,53±7,99 yıl, kadın oranı %65,62 (n=21), erkek oranı %34,38 (n=11) idi. Olguların %46.88’inde (n=15) travma tarafı sağ, %53.13’ünün (n=17) sol ve %6.25’inin (n=2) oksipital orta hattaydı. Fizik bakıda, kafa travmalarının lokalizasyonu incelendiğinde, en sık frontal bölge %53,13 (n=17) gözlemlendi. Temporal bölge %18,75 (n=6) ve parietal bölge %37,50 (n=12) daha düşük oranlarda idi. Tomografi sonucunda 3 hastada kırık varken, bakı noktası ultrasonunda 4 hastada kırık öngörüldü. Bakı noktası ultrasonu ile kırık öngörülen yalnızca 1 hastada, tomografi ile doğrulama sağlanabilmiştir. Tomografide kırık tespit edilen 2 olgu ultrason ile öngörülemedi. Bakı noktasında kafa ultrasonu ile kafa kırığında duyarlılık %33.33, seçicilik %89.66, pozitif prediktif değeri %25 ve negatif prediktif değeri %92.86 olarak hesaplandı. PABAK (Prevalence Adjusted Bias Adjusted Kappa) uyum katsayısı 0.69 olarak elde edildi. Acil Tıp tarafından bakı noktasında uygulanan acil ultrasonografinin öngörü amaçlı uygulanabilirliği ve kırıkta ekarte edici olabilmesi olası iken, operatör becerileri ve ekipman duyarlılıkta etkilidir Seçilmiş geriatrik olgularda, Bakı noktasında acil ultrasonografi (BNAU) yüzeyde ulaşılabilir kafaya ait kırığını ekarte edebilmede değerli olabilir. Gelecekteki araştırmalar, geniş evren ile alan seçici çalışmalar gerektirmektedir. Ultrasonography (US) has become an important application in the evaluation of bedside patients in the emergency department since the early 1990s. Currently, minor head injury emergency department admissions in the geriatric population are increasing. The aim of this study was to compare Emergency point-of-care ultrasonography (PoCUS) and computed tomography (CT) for possible skull bone fractures in patients aged 65 years and older. This prospective single-center study included random cases aged 65 years and older, admitted with head trauma from ground fall between August 01, 2022, and April 30, 2023, in Başkent University Emergency Medicine (EM) Department, Ankara. Inclusion criteria are local finding of trauma, Glasgow Coma Scale (GCS) score of 14≥, and exclusion criteria are high-energy head trauma, neurological findings, brain parenchyma pathology on tomography, hemodynamically unstable, open fracture, active bleeding, stroke, or history of brain operation. Philips® HDI 500 ultrasound device and L12-5 50 mm probe were used. It was carried out independently of the emergency clinical ultrasonography training of EM residency students after 1 hour of skull bone ultrasonography didactic training. A preliminary statistical study was conducted before the study. SPSS statistical v25 used in data analysis. In the study, frequency (n) and percentage (%) were used as descriptive statistics in the evaluation of categorical variables. "McNemar Chi-square test" or "McNemar Bowker chi-square test" was used to compare CT and US results. There were 335 admissions with head trauma during the specified period. The study population was 32 random cases, the mean age was 81.53±7.99 years, the female rate (n=21) was 65.62%), the male rate (n=11) was 34.38%. The trauma side was on the right side in 46.88% of the cases (n=15), 53.13% in the left line (n=17) and 6.25% in the occipital midline (n=2). On physical exam, the most common region localization was the frontal 53.13% (n=17). Temporal 18.75% (n=6) and parietal 37.50% (n=12) were less common. As a result of tomography, 3 patients had fractures, while 4 patients were diagnosed with fractures with PoCUS. 1 patient whose fracture was predicted by PoCUS was confirmed by tomography. Contrarily, 2 cases with fractures detected on tomography could not be predicted by ultrasound. The sensitivity, positive predictive value, negative predictive value was 33.33%, 25% and 92.86% respectively, and the selectivity value was 89.66%.PABAK (Prevalence Adjusted Bias Adjusted Kappa) coefficient was obtained as 0.69. While it is possible that PoCUS is predictive and can rule out fractures, the effect of operator skills and equipment limitations on sensitivity is obvious. Our findings support that PoCUS can rule out skull fractures and reduce unnecessary brain CT scans in selected geriatric cases. Future research requires field-selective studies with a large group involvement.Item Adli tıp hekimlerinin felaket kurbanlarının kimliklendirilmesi (DVI) konusundaki görüşleri(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2024) Kırman Bandur, İlay Nur; Büken, ErhanÜlkemizde doğal ve doğal olmayan felaketlerle sıklıkla karşılaşılmaktadır. Felaketlerde adli tıp; adli tıbbi sorunların aydınlatılması, yaralananlarda zararın ağırlığının tespiti ve en önemlisi felaket kurbanlarının kimliklendirilmesinde önemli rol üstlenmektedir. Türkiye'nin INTERPOL'e üye olmasına rağmen resmi bir DVI yapılanmasının henüz kurulmamış olması ve son zamanlarda yaşanan kitlesel felaketler, mevcut protokollerin uluslararası standartlarla uyumlu hale getirilmesi ve uygun bir DVI yapılanması oluşturulmasının önemini ortaya koymaktadır. Araştırmamızda, adli tıp uzman ve asistanlarının demografik verilerin yanı sıra 6 Şubat depremlerinde kimliklendirme çalışmalarına katılan adli tıp hekimlerinin sahada yaşanan sorunlar ve ülkemizde felaket kurbanlarının kimliklendirilmesi konusunda örgütlenme modeli hakkında görüşlerine başvurulmuştur. Çalışmaya Adli Tıp Kurumu, Sağlık Bakanlığı ve Üniversitelerin Adli Tıp Anabilim Dallarından 290 adli tıp uzman ve asistanı katılmıştır. 290 katılımcının 83’ünün 6 Şubat depremleri sonrası bölgede kimliklendirme çalışmalarında görev aldığı belirlenmiştir. Kimliklendirme çalışmalarında karşılaşılan güçlüklerin organizasyon eksikliğinden kaynaklandığı saptanmıştır. Katılımcıların AFAD yapılanması, TAMP ve yasal düzenlemelerden haberdar olmadıkları belirlenmiştir. AFAD bünyesinde faaliyet gösteren kurum ve kuruluşların yetersiz kalabilecekleri görüşü ağırlık kazanmıştır. Katılımcılar bu sürecin ATK bünyesinde yapılandırılması görüşündedir. Katılımcıların Interpol DVI formlarından haberdar olmadıkları belirlenmiştir. Dünyada yaygın olarak kullanımı önerilen Interpol DVI formunun kitlesel felaketlerde kullanılmasının güçlüklere neden olduğu ve ülke özellikleri gözetilerek kısa bir form oluşturulmasının yararlı olacağı görüşü bildirilmiştir. Türkiye’de yasal olarak DNA bankasının bulunmamasının eksiklik olduğu ve DNA bankası oluşturulmasının yararlı olacağı görüşü ağırlık kazanmıştır. 2014 yılından beri T.C. Sağlık Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren E-Nabız Kişisel Sağlık Sistemi’nin felaketlerde ilgili hekimlere açılmasının uygun olduğu sonucuna varılmıştır. 6 Şubat depremlerinde görev alan adli tıp hekimleri, altyapı ve donanımın kitlesel felakette zamanında müdahale için yetersiz olduğu; müdahale timleri oluşturularak buna süreklilik kazandırılması kanaatinde oldukları belirlenmiştir. Felaketlerin öngörülemez doğası, yaşadığımız deprem deneyimi ve araştırmamızdan elde edilen sonuçlar ışığında, felaket kurbanlarının kimliklendirilmesinde hızlı ve etkili bir müdahale için DVI protokollerinin ve multidisipliner ekiplerin oluşturulması gerekliliği çalışmamızın sonuçlarında da vurgulanmıştır. Natural and unnatural disasters are frequently encountered in our country. Forensic medicine plays a crucial role in disasters by clarifying forensic medical issues, assessing injury severity, and disaster victim identification (DVI). Despite Türkiye's INTERPOL membership, the absence of an official DVI structure, compounded by recent mass disasters, highlights the urgency of aligning protocols with international standards and establishing a DVI framework. This thesis examines demographic data of forensic medicine specialists and assistants, alongside insights from forensic medicine experts and assistants involved in identification endeavors after February 6 earthquakes, to assess field challenges and propose an organizational model for disaster victim identification. Among 290 participants from Forensic Medicine Institute, the Ministry of Health, and various Forensic Medicine Departments at universities, 83 were directly contributed to the investigation in the affected region. Findings underscore organizational deficiencies as a primary challenge, advocating for restructuring within the Disaster and Emergency Management Authority (AFAD). The study revealed that participants lacked knowledge of AFAD structure, Türkiye’s Disaster Response Plan (TAMP), and relevant legal regulations. The consensus among the participants suggests the identification process situating under the Institute of Forensic Medicine. The study found that participants lacked awareness of Interpol DVI forms. While the INTERPOL DVI form is widely used globally, participants recommended tailored adaptations of the shortened forms to better suit local needs. Furthermore, the absence of a legal DNA database in Türkiye has been highlighted as a deficiency, with recommendations made for its establishment akin to fingerprint databases. Lastly, it has been proposed that the E-Pulse National Personal Health Record System, operational within the Ministry of Health since 2014, be made accessible to DVI experts during disasters. Forensic medicine experts involved in the February 6 earthquakes reported insufficiencies in infrastructure and equipment in mass disaster management. Considering the unpredictable nature of disasters, our earthquake experience and the results obtained from our research, the necessity of establishing DVI protocols and multidisciplinary teams for a rapid and effective intervention in the DVI is also emphasized in the results of our study.Item Alerji ve immünoloji polikliniğine başvuran geriatrik hastaların demografik, klinik ve laboratuvar verilerinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2024) Sufyan, Albars; Tuba, ErdoğanDünya çapında ortalama yaşam süresinin artmasına bağlı olarak yaşlı insan sayısı giderek artmaktadır. Artan yaşam beklentisi, alerjik hastalıklar da dahil olmak üzere birçok patolojinin görülme sıklığının artmasına neden olmaktadır. Tek merkezli, kesitsel, retrospektif bir çalışma olarak düzenlenen araştırmamızda merkezimize alerji ve immünoloji polikliniğine, Eylül 2017 ve Haziran 2023 tarihleri arasında başvurmuş, 65 yaş ve üstü kadın ve erkek, toplamda 582 hastaya ait veriler incelenmiştir. Hastaların başvuru şikayetleri, ek hastalıkları, rutin kullandıkları ilaçları, atopi durumu, eozinofil sayısı, eozinofil yüzdesi, total IgE düzeyi, deri prik testi, spesifik IgE düzeyi ve aldığı tanıları incelenmiştir. Hastaların ortalama yaşı 72,99±6,21 (65-96) yıl idi ve hastaların çoğu kadındı (n=408, %70,10). Hastaların çoğunluğu (%65,98) 65-75 yaş aralığında idi. Her hastada en az bir ek hastalık mevcuttu. En sık eşlik eden hastalıklar hipertansiyon (n=383, %74,95), diyabetes mellitus (n=148, %28,96), koroner arter hastalığı/kalp yetmezliği (n=144, %28,18), hipotiroidi (n=99, %19,37) ve hiperlipidemi (n=77, %15,07) idi. Çalışmaya dahil edilen hastaların en çok kullandıkları ilaçlar sırasıyla ACE/ARB (n=270, %60,27), beta bloker ilaçlar (n=179, %39,96) ve asetil salisilik asit türevlerdir (n=124, %27,68). Polikliniğimize başvuran hastaların en sık başvuru şikayetleri sırasıyla kaşıntı (n=313, %53,78), kızarıklık/kabarma (n=206, %35,40), hapşırık/burun akıntısı (n=95, %16,32), döküntü/pullanma (n=68, %11,68), sık enfeksiyon geçirme öyküsü (n=45, %7,73) ve nefes darlığı (n=45, %7,73) idi. Hastaların 79’unda (%13,57) atopi mevcuttu. Deri prik testinde en sık pozitiflik saptanan alerjenler polen (n=10, %31,25), ev tozu (n=12, %37,50), küf mantarı (n=4, %12,50) kedi/köpek epiteli (n= 7, %21,88) ve hamam böceği (n=5, %15,63) idi. Çalışmaya katılan hastaların en sık aldığı tanılar sırasıyla ürtiker (n=105, %23,23), ilaç alerjisi (n= 62, %13,72), alerjik rinit (n=58, %12,83), atopik dermatit (n=53, %11,73) ve gıda alerjisi (n=46, %10,18), pruritus, astım, anjioödem ve kserosis kutis konulan tanılardır. Alerjik hastalıklar daha çok çocukluk çağı hastalığı olarak bilinse de günümüzde değişen çevre koşulları, beklenen yaşam süresinin uzaması ile yaşlılık döneminde de alerjik hastalıkların sıklığının arttığını ve Yaşlılık dönemindeki alerjik hastalıklar, erken yaşta başlayan semptomların devamı olabileceği gibi ilk belirtiler ileri yaşta da başlayabileceğini sonucunu desteklemektedir. The number of elderly people is increasing due to the increase in the average life expectancy worldwide. Increasing life expectancy leads to an increased incidence of many pathologies, including allergic diseases. In our single-center, cross-sectional, retrospective study, the data of a total of 582 patients, both male and female, aged 65 years and above, who were admitted to the allergy and immunology outpatient clinic of our center between September 2017 and June 2023, were examined. Patients' complaints at presentation, comorbidities, routine medications, atopy status, eosinophil count, eosinophil percentage, total IgE level, skin prick test, specific IgE level and diagnoses were analyzed. The mean age of the patients was 72.99±6.21 (65-96) years and most of the patients were female (n=408, 70,10%). The majority of patients (65.98%) were between 65-75 years of age. Each patient had at least one comorbidity. The most common comorbidities were hypertension (n=383, 74.95%), diabetes mellitus (n=148, 28.96%), coronary artery disease/heart failure (n=144, 28.18%), hypothyroidism (n=99, 19.37%) and hyperlipidemia (n=77, 5.07%). The most commonly used drugs in the patients included in the study were ACE/ARB (n=270, 60.27%), beta blockers (n=179, 39.96%) and acetyl salicylic acid derivatives (n=124, 27.68%). The most common presenting complaints of the patients admitted to our outpatient clinic were itching (n=313, 53.78%), rash/blistering (n=206, 35.40%), sneezing/runny nose (n=95, 16.32%), rash/puffiness (n=68, 11.68%), history of frequent infections (n=45, 7.73%) and shortness of breath (n=45, 7.73%). Atopy was present in 79 patients (13.57%). The most common allergens found to be positive in skin prick test were pollen (n=10, 31.25%), house dust (n=12, %37.50%), mold (n=4, %12.50%) cat/dog epithelium (n=7, 21.88%) and cockroach (n=5, 15.63%). The most common diagnoses were urticaria (n=105, 23.23%), drug allergy (n=62, 13.72%), allergic rhinitis (n=58, 12.83%), atopic dermatitis (n=53, 11.73%) and food allergy (n=46, 10.18%), pruritus, asthma, angioedema and xerosis cutis, respectively. Although allergic diseases are mostly known as childhood diseases, changing environmental conditions and the prolongation of life expectancy have increased the prevalence of allergic diseases in old age and support the conclusion that allergic diseases in old age may be the continuation of symptoms that started at an early age and the first symptoms may start at an advanced age.Item Antenatal dönemde fetal ekokardiyografi ile doğumsal kalp hastalığının tanınması ve bunun doğum sonrası tedavi yönetimine etkisi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2024) Emil, Akbarov; Birgül, VaranDoğumsal kalp hastalıkları (DKH) konjenital anomalilerin en sık rastlanan grubu olup, çocukluk çağında önemli morbidite ve mortaliteye neden olmaktadır. Bu çalışmanın amacı DKH tanılı hastaların prenatal, perinatal ve postnatal özelliklerini incelemek, fetal ekokardiyografinin DKH tanısında önemini araştırmaktır. Bu amaçla, çalışmaya Eylül 2013-Ağustos 2023 tarihleri arasında merkezimizde fetal ekokardiyografi yapılan bebekler dahil edildi. Annelerin demografik ve klinik özellikleri, fetal ekokardiyografi endikasyonları, ekokardiyografi bulguları, DKH tanıları ve tanı konulan bebeklerin klinik ve prognostik özellikleri retrospektif olarak değerlendirildi. Toplam 1165 bebeğin 612`si (%52,5) erkek, 553`ü (%47,5) kızdı. Fetal ekokardiyografilerde %35,3 (411/1165) oranında patolojik bulgu saptanmış olup, en sık rastlanan patoloji DKH idi (%33,8; 394/1165). Postnatal dönemde toplam 397 (%34,1) hastada DKH doğrulandı. Doksan sekiz (%24,7) hasta kompleks, 225 (%56,7) hasta önemli, 74 (%18,6) hasta minör DKH`ya sahipti. Çok değişkenli analiz, çoğul gebelik (OR: 0,322, %95GA: 0,210-0,494, p<0,001), kromozom anomalisi (OR: 0,067, %95GA:0,009-0,506, p=0,009), non-kardiyak anomali (OR: 8,761, %95GA:2,854-26,89, p<0,001), annede kalp hastalığı (OR: 4,160, %95GA:1,650-10,48, p=0,003), ileri anne yaşı (OR: 0,359, %95GA:0,258-0,501, p<0,001), annede diğer hastalık öyküsü (OR: 3,992, %95GA:2,376-6,707, p<0,001), multiparite (OR: 1,859, %95GA:1,398-2,472, p<0,001) ve akraba evliliğinin (OR: 2,982, %95GA:2,028-4,384, p<0,001) DKH için bağımsız prediktörler olduğunu ortaya koydu. Tedaviye yönelik %52,9 hastaya kardiyak kateterizasyon yapılmıştı (%29,2 tanısal, %23,8 girişimsel). Toplam 214 (%57,8) hasta opere edilmiş, operasyonlardan 140`ı (%37,8) yenidoğan döneminde, 74`ü (%20) ise yenidoğan sonrası dönemde uygulanmıştı. Toplam mortalite oranı %14.3 idi. Çalışmamız, doğum öncesi DKH tanısı alan hastaların kateter girişimleri ve ameliyattan önce daha iyi ve güvenli bir şekilde yönetildiğini gösterdi. Congenital heart diseases (CHD) are the most common group of congenital anomalies and cause significant morbidity and mortality in childhood. The aim of this study was to examine the prenatal, perinatal and postnatal characteristics of children diagnosed with CHD and to investigate the importance of fetal echocardiography in the diagnosis of CHD. For this purpose, babies who underwent fetal echocardiography at our center between September 2013 and August 2023 were included in the study. Demographic and clinical characteristics of the mothers, fetal echocardiography indications, echocardiography findings, CHD diagnoses, and clinical and prognostic features of babies diagnosed with CHD were evaluated retrospectively. 612 (52.5%) of 1165 babies were boys and 553 (47.5%) were girls. Pathological findings were detected in 35.3% (411/1165) of fetal echocardiograms, and the most common pathology was CHD (33.8%; 394/1165). CHD was confirmed in a total of 397 (34.1%) patients during the postnatal period. Ninety-eight (24.7%) patients had complex, 225 (56.7%) patients had significant, and 74 (18.6%) patients had minor CHD. Multivariate analysis revealed that multiple pregnancy (OR: 0.322, 95%CI: 0.210-0.494, p<0.001), chromosomal anomaly (OR: 0.067, 95%CI:0.009-0.506, p=0.009), non-cardiac anomaly (OR: 8.761, % 95CI:2.854-26.89, p<0.001), maternal heart disease (OR: 4.160, 95%CI:1.650-10.48, p=0.003), advanced maternal age (OR: 0.359, 95%CI:0.258-0.501, p<0.001), history of other diseases in the mother (OR: 3.992, 95%CI: 2.376-6.707, p<0.001), multiparity (OR: 1.859, 95%CI: 1.398-2.472, p<0.001) and consanguineous marriage (OR: 2.982, 95%CI:2.028-4.384, p<0.001) were independent predictors for CHD. Cardiac catheterization was performed in 52.9% of patients for management (29.2% diagnostic, 23.8% interventional). A total of 214 (57.8%) patients were operated on, 140 (37.8%) of the operations were performed in the neonatal period and 74 (20%) were performed in the post-natal period. The total mortality rate was 14.3%. Our study suggests that patients with prenatally diagnosed CHD are safely and better managed before interventions and surgery.Item Bilgisayarlı tomografi kılavuzluğu ile gerçekleştirilen perkütan apse drenajlarında teknik, endikasyon ve komplikasyonlar ile klinik sonuçların değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Yavuz Sarsam, Büşra; Boyvat, FatihAbdominopelvik yerleşimli apselerin tedavisinde temel yaklaşım perkütan drenaj ve antibiyotik tedavisidir. Ultrasonografi ile erişimin mümkün olmadığı apselerde perkütan drenaj BT eşliğinde yapılabilir. Bu çalışmanın amacı abdomen ve pelvik yerleşimli apselere yönelik BT eşliğinde perkütan drenaj yapılmış hastalarda işlem öncesi klinik bulguların incelenmesi, uygun teknik ve erişim yöntemlerinin belirlenmesi ile işlem sonrası klinik sonuçların, komplikasyonların ve maruz kalınan radyasyon dozu miktarının hesaplanması amaçlanmıştır. Çalışmaya 2012-2022 tarihleri arasında BT eşliğinde apse drenajı gerçekleştirilen 218 hastaya (81 erkek, 137 kadın, ortalama yaş: 57.60 ± 16.42) ait 268 apse dahil edilmiş ve retrospektif olarak incelenmiştir. 16 apseye aspirasyon, 252 apseye ise konvansiyonel BT eşliğinde Seldinger yöntemi ile 8F-14F pig tail kateterler kullanılarak perkütan drenaj yapılmıştır. Başarılı drenaj oranı %79,85’tir. Mortalite oranı %1.38’dir. Major komplikasyon oranı %2,75, minör komplikasyon oranı %3,21 olarak bulunmuştur. Çalışmamızda temel olarak 218 hastanın (268 apse) işlem öncesi klinik ve laboratuvar bulguları, işleme ait teknik detayları ve işlemden sonraki takip verileri değerlendirilmiştir. Takip süresi, poşografi (absesogram) sayısı, revizyon gereksinimi ve kültürde üreme olma oranı fistül ya da bağlantı tespit edilen koleksiyonlarda daha yüksek bulunmuştur (p<0.05). Tanısal aspirasyonda püy varlığında kültürde üreme oranı daha yüksektir (p<0.05). DLP değeri ortalama 509,33 ± 391,94 mGy-cm ve efektif doz 7,635 ± 5,88 mSv olarak hesaplanmıştır. 268 koleksiyonun karın kadranlarına ve organlara göre yerleşimine göre DLP değerlerinin farklılık gösterdiği bulunmuştur (p<0.05). Sonuç olarak erişimi zor abdominopelvik yerleşimli apselerin tedavisinde BT eşliğinde perkütan drenaj, cerrahiye kıyasla düşük mortalite ve morbidite oranlarına sahip etkin bir yöntemdir ve güvenle kullanılabilir. Çalışmamız ile BT eşliğinde apse drenajında teknik, izlem ve radyasyon dozu ile ilgili literatüre katkı sağlanması amaçlanmaktadır. The main treatment of abdominopelvic abscesses is percutaneous drainage and antibiotherapy. Percutaneous drainage can be performed with CT guidance in abscesses that can not be accessed by ultrasonography. The aim of this study is to evaluate the clinical findings, technical parameters, clinical outcome, complications and radiation dose that exposed in patients who underwent CT-guided percutaneous intraabdominal abscess drainage.A total of 268 abscess of 218 patients (81 males, 137 females, mean age: 57.60 ± 16.42 years) who underwent CT-guided abscess drainage between 2012 and 2022 were included in the study and analyzed retrospectively. Aspiration was performed in 16 abscess, and percutaneous drainage was performed by the conventional CT on 252 abscess using Seldinger method with 8F-14F pig tail catheters. The successful drainage rate was 79.85%. The mortality rate was 1.38%. Major complication rate was 2.75% and minor complication rate was 3.21%. In our study, the clinical and laboratory findings of 218 patients (268 abscess) before the procedure, the technical details of the procedure and the follow-up data were evaluated. The follow-up period, number of abscessogram, need for revision, and positive culture results were found to be higher in abscess with fistula or connection (p<0.05). In the presence of pus in diagnostic aspiration, positive culture results was higher (p<0.05). The mean DLP value was 509.33 ± 391.94 mGy-cm and the effective dose was calculated 7.635 ± 5.88 mSv. DLP values of 268 abscess were found to differ according to the abdominal quadrants and organ locations (p<0.05). In conclusion, CT-guided percutaneous abscess drainage is an effective method with low mortality and morbidity rates compared to surgery and can be used safely in the treatment of abdominopelvic abscesses that are difficult to access.Our study aims to contribute to the literature on technique, follow-up and radiation dose in CT-guided abscess drainage.Item Bir üniversite hastanesinde tanı konulan hiperparatiroidi hastalarının epidemiyolojik özelliklerinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2024) Meliha Nur, Özen; Altuğ, KurtParatiroid bezleri, vücudun kalsiyum ve fosfor seviyelerini düzenlemek için önemli bir role sahip olan paratiroid hormonunu (PTH) salgılar. PTH'nin aşırı salgılanması hiperparatiroidizm olarak bilinen bir endokrinolojik durumu oluşturur. Amacımız, hastanemize başvuran hiperparatiroidili hastaların klinik, laboratuvar ve görüntüleme bulgularını retrospektif bir şekilde değerlendirerek altta yatan nedenlerini (etyolojilerini) ve görülme sıklığını araştırmaktır. Bu retrospektif çalışmada Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi’ne 2016 ve 2023 yılları arasında başvuran 18 yaş ve üzeri olan 3929 hasta dahil edildi. PTH düzeyi yüksek olan ve düzeltilmiş kalsiyum hesaplanması için gereken albümin düzeyi bakılmış olan 1253 hasta çalışmanın örneklemini oluşturmuştur. Analizler sonucunda hastalara laboratuvar değerlerine göre primer, sekonder ve tersiyer hiperparatiroidizm tanıları konularak bu tanıların dağılımları hesaplanmıştır. Çalışma grubu 693 kadın, 560 erkek hastadan oluşmaktaydı. Tüm hastaların yaş ortalamaları 55,90±17,64/yıl idi. Hastaların 189’u PHPT, 1032’si SHPT ve 32’si THPT tanılarına sahipti. PHPT alt tanılarından %64,6 oranında normokalsemik primer hiperparatiroidizm (NPHPT), SHPT alt tanılarından ise %69,6 oranında Kronik Böbrek Hastalığı (KBH)’na bağlı SHPT en sık görülen alt tanılardı. Tüm hastaların %74,5’inde D vitamini eksikliği, %6,3’ünde nefrolitiyazis öyküsü mevcuttu. SHPT tanılı hastaların %43,2’sinde, THPT tanılı hastaların ise %34,4’ünde hemodiyaliz öyküsü vardı. Hipertansiyon tüm hastalarda en sık gördüğümüz komorbid durumdu. Tüm hastaların %4,2’sine paratiroidektomi yapılmış olup %73,5 oranında en sık görülen patoloji sonucu paratiroid adenomu olarak bulundu. The parathyroid glands play a crucial role in regulating the body's calcium and phosphorus levels by secreting parathyroid hormone (PTH). Excessive secretion of PTH leads to a condition known as hyperparathyroidism. Our aim is to retrospectively evaluate the clinical, laboratory, and imaging findings of patients with hyperparathyroidism who were admitted to our hospital, and to investigate the underlying causes (etiologies) and prevalence. In this retrospective study, 3929 patients aged 18 and over who were admitted to Başkent University Ankara Hospital between 2016 and 2023 were included. The sample consisted of 1253 patients with high PTH levels and measured albumin levels required for corrected calcium calculation. Based on the laboratory values, patients were diagnosed with primary, secondary, and tertiary hyperparathyroidism, and the distribution of these diagnoses was calculated. The study group consisted of 693 female and 560 male patients. The mean age of all patients was 55.90±17.64 years. Of the patients, 189 had PHPT, 1032 had SHPT, and 32 had THPT. Among the PHPT subtypes, normocalcemic primary hyperparathyroidism (NPHPT) was the most common, accounting for 64.6%. Among the SHPT subtypes, the most common was SHPT due to Chronic Kidney Disease (CKD), accounting for 69.6%. Vitamin D deficiency was present in 74.5% of all patients, and 6.3% had a history of nephrolithiasis. A history of hemodialysis was present in 43.2% of SHPT patients and 34.4% of THPT patients. Hypertension was the most common comorbid condition in all patients. Parathyroidectomy was performed in 4.2% of all patients, with parathyroid adenoma being the most common pathological result, found in 73.5% of cases.Item Böbrek nakli alıcı ve alıcı adaylarının HLA tipleri ve immünolojik duyarlılık ile ilişkisi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2022) Büyükaşık, Pırıl; Muşabak, Uğur HacıSon dönem böbrek yetmezliğinin kesin tedavisi böbrek naklidir. Böbrek nakli ile hastanın sağ kalım süresi ve yaşam kalitesi artmaktadır. Naklin başarısı, uygun tetkiklerle olası immünolojik reaksiyonların öngörülmesiyle sağlanabilmektedir. Vücutta en polimorfik sistem olan HLA doku gruplarının belirlenmesi, organ nakli immünolojisinde önemli bir basamak oluşturmuştur. Anti-HLA antikorları nakil açısından önemli bir engel teşkil etmektedir. HLA sınıf I ve sınıf II antijenlerine karşı gelişen antikorlar; gebelik, kan transfüzyonları ve daha önce solid organ nakli sonrası oluşabilir; ancak yine de bazı hastalarda duyarlılık oluşturacak risk faktörlerinin olmamasına rağmen yüksek antikor titrelerinin oluşumu tam anlamıyla aydınlatılamamıştır. Anti-HLA antikorlar PRA testiyle tanımlanmış olup, yüksek PRA düzeyleri rejeksiyon açısından önemli bir risk oluşturmaktadır. Çalışmamızda PRA pozitifliğine sebep olan HLA tiplerinin belirlenmesi ve bu HLA tiplerinin PRA tiplerine ve düzeyleriyle ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Bu amaçla yola çıkılarak; bu çalışmada yapılan taramalarda mevcut verilerden PRA pozitifliği tanımlanmış böbrek nakli alıcı ve alıcı adaylarının (A/AA) PRA tarama testlerinde tespit edilen duyarlılık seviyesine göre çalışma grupları oluşturularak PRA tipine göre düzeyleri ve HLA tipleri, PRA (-) A/AA'nın ve donör ve donör adaylarının (D/DA) HLA tipleri kaydedilerek bu grupların HLA alelleri karşılaştırılmıştır. Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi'nde 2012-2020 tarihlerinde böbrek nakli yapılan ve yapılması amacıyla başvuran kronik böbrek hastalığı tanılı hastalar ve bu hastaların akraba olan ve akraba olmayan donör adayları nucleus sisteminden anamnez ve laboratuvar bulguları dikkate alınarak retrospektif olarak incelenmiştir. PRA (+) böbrek alıcı ve alıcı adaylarından oluşan 345 hasta çalışma grubunu (A/AA), PRA (-) böbrek alıcı ve alıcı adaylarından (A/AA) oluşan 300 hasta 1.kontrol grubunu, 316 kişiden oluşan donör ve donör adayları (D/DA) ise 2.kontrol grubunu oluşturarak toplam 961 kişi çalışmaya dahil edilmiştir. A/AA ve D/DA'nın HLA sınıf I (A-B-C) ve HLA sınıf II (DRB, DQB) PCR yöntemiyle, PRA taraması ise Luminex yöntemiyle yapılmıştır. Çalışmanın istatistiksel analizinde; sayısal değişkenler açısından gruplar arası fark olup olmadığı gerekli varsayımların sağlandığı durumda Student t testi ile test edilirken varsayımların sağlanmadığı durumda Mann-Whitney U testi kullanılmıştır. Kategorik değişkenler arasındaki bağımlılık durumu Pearson Ki-Kare testi ile gruplar arasındaki karşılaştırmalar ise iki oran arasındaki farkın anlamlılık testi ile değerlendirilmiştir. Çalışmamızda ABO ve Rh kan gruplarının PRA (+) A/AA ve PRA (-) A/AA'da istatistiksel olarak anlamlı bulunmasa da (p=0,801), tüm A/AA ile D/DA karşılaştırıldığında; A/AA'da AB Rh (+) ve B Rh (+) kan gruplarının D/DA'ya göre istatistiksel açıdan anlamlı olarak daha sık, 0 Rh (+) ve 0 Rh (-) kan gruplarının ise istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde daha az görülmesi; ABO ve Rh kan gruplarının son dönem böbrek yetmezliği progresyonuna bir etkisi olabileceğini düşündürmüştür. Araştırmamızda HLA alellerinin immünolojik duyarlılıkla ilişkisi değerlendirildiğinde; sınıf I HLA moleküllerinin, sınıf II HLA moleküllerine göre daha az ilişkili olabileceği gözlenmiştir. Sınıf II HLA moleküllerinden özellikle HLA-DR alel farklılıklarının panel reaktif antikor (PRA) gelişimi açısından koruyucu ve risk faktörü olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca bazı HLA alel tiplerinin de A/AA ve D/DA arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık göstermesi, kişilerin HLA tiplerinin son dönem böbrek yetmezliği gelişimiyle ilişkili olabileceğini göstermiştir. The definitive treatment for end-stage renal disease is kidney transplantation. With kidney transplantation, the patient's survival time and quality of life increase. Transplant success can be achieved by predicting possible immunological reactions with appropriate tests. The determination of HLA tissue groups, which is the most polymorphic system in the body, has constituted an important step in organ transplant immunology. Anti-HLA antibodies represent a significant barrier to transplantation. Antibodies against HLA class I and class II antigens; may occur after pregnancy, blood transfusions, and previous solid organ transplants; however, the occurrence of higher antibody titers in some patients is still not fully elucidated. Anti-HLA antibodies have been identified by the PRA test and high PRA levels pose a significant risk for rejection. In our study, it was aimed to determine the HLA types that cause PRA positivity and to evaluate the relationship of these HLA types to PRA types and levels. Based on this purpose; the study groups were formed according to the sensitivity level detected in PRA screening tests of kidney transplant recipients and recipient candidates (R/RC) whose PRA positivity was defined from the available data in the screening performed in this study and their levels and HLA types according to PRA type, PRA (-) R/RC and HLA types of donor and donor candidates (D/DC) were recorded and the HLA alleles of these groups were compared. Patients with chronic renal failure who underwent kidney transplantation and applied for kidney transplantation in Baskent University Ankara Hospital between 2012- 2020 and their relatives and unrelated donor candidates were examined retrospectively, taking into account anamnesis and laboratory findings from the nucleus system. 345 patient study group consisting of PRA (+) kidney R/RC, 300 patients 1st control group consisting of PRA (-) kidney R/RC, (D/DC) consisting of 316 people formed the second control group and a total of 961 people were included in the study. HLA Class I (A, B, C) and HLA Class II (DRB, DQB) of the D/DC and R/RC were performed by PCR method and PRA screening was performed by Luminex method. In the statistical analysis of the study whether there was a difference between groups in terms of numerical variables was tested with the Student's t test when the necessary assumptions were met, while the Mann-Whitney U test was used when the assumptions were not met. The dependency status between categorical variables was evaluated with the Pearson Chi-Square test and the comparisons between the groups were evaluated with the significance test of the difference between the two ratios. Although ABO and Rh blood groups were not found to be statistically significant in PRA (+) R/RC and PRA (-) R/RC (p=0.801) when all R/RC and D/DC were compared; in R/RC, AB Rh (+) and B Rh (+) blood groups were statistically significantly more common than D/DC, 0 Rh (+) and 0 Rh (-) blood groups were statistically significant less common; it suggested that ABO and Rh blood groups may have an effect on the progression of end-stage renal disease. When the relationship of HLA alleles with immunological susceptibility was evaluated in our study; it has been observed that class I HLA molecules may be less related than class II HLA molecules. It is thought that especially HLA-DR allele differences from Class II HLA molecules may be protective and risk factors for the development of panel reactive antibodies (PRA). In addition, some HLA allele types showed a statistically significant difference between R/RC and D/DC, indicating that HLA types of individuals may be associated with the development of end-stage renal disease.Item Böbrek nakli sonrası biyopsi ile BK virüs nefropatisi tanısı koyulan hastalarda risk faktörleri(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Şahin, Melikcan; Çolak, TuranGiriş ve Amaç: Böbrek nakli son dönem böbrek hastalığının en etkili tedavi yöntemidir. Son yıllarda artan farkındalık ve eskiye nazaran daha potent immünsupresif tedaviler nedeniyle BK virüsün renal allograft kaybı için önemli bir risk faktörü olduğu anlaşılmıştır. BK virüs nefropatisi tanısı için altın standart allograft biyopsisidir. Bu çalışmada renal allograft alıcılarında biyopsi ile tanı konulan BK virüs nefropatisinin risk faktörlerinin analiz edilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Ocak 2000-Ocak 2022 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi’nde renal transplantasyon gerçekleştirilen 56 hastaya ve patoloji örneklerine ait veriler retrospektif olarak taranmıştır. Çalışmada sayısal değişkenlerin normal dağılıma uygunluğu Shapiro-Wilk Testi ile araştırılmıştır. Kontrol ve BKVN grupları arasında farklılık olup olmadığı incelenirken normal dağılım gösteren sürekli değişkenler için Bağımsız Gruplarda t Testi, normal dağılıma uymayan sürekli değişkenler için ise Mann-Whitney U Testi ile kullanılmıştır. Nominal değişkenler ise Pearson ki-kare / Fisher Exact Test ile değerlendirilmiştir. p <0,05 için sonuçlar istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir. Kişilerin BKVN olmasına etki eden faktörlerin belirlenmesi amacıyla öncelikle tek değişkenli lojistik regresyon analizi kullanılmıştır. Tek değişkenli lojistik regresyonda p-değeri ≤0.25 olan değişkenler, çoklu lojistik regresyon modeli için aday değişken olarak belirlenmiştir. Çoklu lojistik regresyon modelinde, Backward LR seçim yöntemi kullanılmıştır. Bulgular ve Tartışma: Kontrol grubunda 28, BKVN grubunda 28 olmak üzere toplam 56 hastanın verileri incelenmiştir. Kişilerin %78,6’sı (n=44) erkek, %21,4’ü (n=12) kadındır. Hastaların yaş ortalaması (±std.sapma) 39,79 (±11,98)’dur. Her iki grubun cinsiyet, yaş, komorbid hastalıklar, transplantasyon sonrası gelişen komorbidite, peri-DJS varlığı, indüksiyon tedavisi, donör yaşı, donör durumu (canlı, kadavra), biyopsi yapıldığı dönemdeki kreatinin değeri, RRT tipi ve süresi, başlangıç immünsupresif tedavisi, ilaç düzeyleri, kan grubu uyumu, graft kaybı ve mismatch sayısı açısından incelendiğinde anlamlı sonuç elde edilememiştir (p-değerleri sırasıyla 1,000, 0,467, 0,236, 0,788, 0,163, 1,000, 0,945, 0,313, 0,121, 0,089, 0,623, 0,163, 0,667, 0,824, 0,727, 0,289, 0,422, 0,720). Sigara öyküsünün BKVN için risk faktörü olduğu (p-değeri 0,004) saptanmıştır. Bu durumun sigara dumanının Treg fonksiyonunu etkilemesi sonucunda T hücre mekanizmalarını baskılamasının sonucu olduğu düşünülmektedir. BKVN grubundaki hastaların %82,1’i takrolimus kullanırken, kontrol grubundaki hastaların %46,4’ünün takrolimus kullandığı saptanmıştır. Kontrol grubundaki hastaların tedavi rejimleri irdelendiğinde siklosporin kullanımının %32,1 olduğu görülmüştür (p=0,021). Bu veriler ışığında takrolimus kullanımının siklosporin kullanımına oranla daha fazla BKVN’ye neden olduğu ve BKVN için risk faktörü oluşturduğu ortaya konmuştur. Verilerin çoklu lojistik regresyon değerlendirmesinde siklosporin içeren rejimin takrolimus içeren rejime göre %85 daha güvenilir olduğu ortaya çıkmıştır. Çalışmamızda HLA-C7’nin her iki grup arasındaki dağılımları incelendiğinde p-değeri 0,218 saptanmıştır. Ancak verilerine ulaşılabilen BKVN grubundaki 19 hastanın %26,31’inde, kontrol grubundaki 15 hastanın ise %46,66’sında HLA-C7 varlığı görülmektedir. İstatistiksel olarak anlamlı sonuç elde edilemese bile yüzde olarak incelendiğinde BKVN grubundaki hastalardaki HLA-C7 varlığının daha az olması dikkati çekmektedir. Hastaların nakil yapıldığı dönemdeki yaşlarının patoloji fibrozis yüzdelerine göre grupları arasındaki dağılımı incelendiğinde grup B’deki yaş ortalaması 45,0 olarak saptanmıştır. Grup A ve C’deki hastaların yaş ortalamasına kıyasla grup B’nin yaş ortalaması daha yüksek olup p-değeri anlamlı bulunmuştur (p=0,044). Transplantasyon sonrasında geçen süre uzadıkça hastaların evrelerinin ilerlediği “sınırda” anlamlı olarak saptanmıştır (p=0,056). Dolayısıyla transplantasyon yapıldıktan sonraki süreçte BKVN’nin geç dönemde görülmesi kötü prognozla ilişkilidir. BKV’nin spesifik bir tedavisi olmaması nedeniyle diğer fırsatçı ajanlardan farklılık göstermektedir. BKVN graft kaybına yol açabildiği için erken tanı ve tedavisi önem taşımaktadır. Günümüzde takrolimus optimum tedavi olarak hastaların %85’inde kullanılmaktadır. Bu durum BKVN için erken dönemde taramanın önemini arttırmaktadır. Introduction and Aim: Kidney transplantation is the most effective treatment for end-stage renal disease. In recent years, due to increased awareness and more potent immunosuppressive treatments compared to the past, it has been understood that BK virus is an important risk factor for renal allograft loss. The gold standard for the diagnosis of BK virus nephropathy is allograft biopsy. This study aimed to analyze the risk factors of BK virus nephropathy diagnosed by biopsy in renal allograft recipients. Materials and Method: Data on 56 patients and pathology samples who underwent renal transplantation at Başkent University Ankara Hospital between January 2000 and January 2022 were scanned retrospectively. In the study, the suitability of numerical variables to normal distribution was investigated with the Shapiro-Wilk Test. When examining whether there was a difference between the control and BKVN groups, the Independent Groups t Test was used for continuous variables with normal distribution, and the Mann-Whitney U Test was used for continuous variables that did not comply with a normal distribution. Nominal variables were evaluated with Pearson chi-square / Fisher Exact Test. Results were considered statistically significant for p <0.05. First, univariate logistic regression analysis was used to determine the factors affecting BKVN. Variables with a p-value ≤0.25 in univariate logistic regression were determined as candidate variables for the multiple logistic regression model. Backward LR selection method was used in the multiple logistic regression model. Findings and Discussion: Data from total of 56 patients, 28 in the control group and 28 in the BKVN group, were examined. 78.6% (n=44) of the people are male and 21.4% (n=12) are female. The mean age (±std.deviation) of the patients is 39.79 (±11.98). Gender, age, comorbid diseases, post-transplant comorbidity, presence of peri-DJS, induction treatment, donor age, donor status (living, cadaver), creatinine value at the time of biopsy, RRT type and duration, initial immunosuppressive treatment, blood levels of drugs, blood group compatibility, graft loss and number of mismatches examined and no significant results obtained (respectively p-values 1,000, 0,467, 0,236, 0,788, 0,163, 1,000, 0,945, 0,313, 0,121, 0,089, 0,623, 0,163, 0,667, 0,824, 0,727, 0,289, 0,422, 0,720). It was determined that smoking history was a risk factor for BKVN (p-value 0.004). This is thought to be the result of cigarette smoke suppressing T cell mechanisms as a result of affecting Treg function. It was found that 82.1% of the patients in the BKVN group used tacrolimus, while 46.4% of the patients in the control group used tacrolimus. When the treatment regimens of the patients in the control group were examined, it was seen that cyclosporine use was 32.1% (p = 0.021). Thus, it has been revealed that tacrolimus use causes more BKVN than cyclosporine use and constitutes a risk factor for BKVN. Multiple logistic regression evaluation of the data revealed that the cyclosporine-containing regimen was 85% more reliable than the tacrolimus-containing regimen. When the distributions of HLA-C7 between both groups were examined in our study, the p-value was found to be 0.218. However, the presence of HLA-C7 is seen in 26.31% of the 19 patients in the BKVN group and in 46.66% of the 15 patients in the control group, for whom data is available. Even though no statistically significant results were obtained, it is noteworthy that the presence of HLA-C7 was less in patients in the BKVN group when examined as a percentage. When the distribution of the patients' ages at the time of transplantation was examined among the groups according to their pathology fibrosis percentages, the average age in group B was found to be 45.0 years. Compared to the average age of the patients in groups A and C, the average age of group B was higher and the p-value was found to be significant (p = 0.044). It was found to be significant at the "borderline" level, where the patients' stages progressed as the time passed after transplantation increased (p=0.056). Therefore, late occurrence of BKVN after transplantation is associated with poor prognosis. BKV differs from other opportunistic agents in that it does not have a specific treatment. Since BKVN can lead to graft loss, early diagnosis and treatment are important. Today, tacrolimus is used as optimal treatment in 85% of patients. This situation increases the importance of early screening for BKVN.Item Cinsel sağlık eğitiminin Başkent Üniversitesi Meslek Yüksekokulları öğrencilerinin bilgi ve görüşlerine etkisi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Yağcı, Ecenur; Akın, AyşeTez çalışmasının amacı, lise öğrenimini tamamlamış olan ve bir yükseköğretim kurumunun birinci sınıfında okuyan genç yaş grubu öğrencilerin mevcut cinsel sağlık bilgilerini ortaya koymak ve ardından katılımlı eğitim yöntemi kullanarak, uygulanan eğitim modelinin etkisini değerlendirmektir. Eğitim müdahalesi çalışması olan araştırmada kontrol grubu olarak Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulundan, müdahale grubu olarak eğitimden en fazla yararlanacak ve topluma sağlık yönünden önderlik edebilecek olan Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulundan öğrenciler seçilmiştir. Eğitim sunumlarında vaka çalışması yöntemi kullanılmıştır. Cinsel sağlık bağlamında üç önemli konuda, konu bazında öykü ve onların bilgilerini içeren açıklayıcı sunumlarının kullanıldığı üç farklı konu temelinde eğitim oturumları uygulanmıştır. Eğitimin uygulanmasından önce ve sonrasında uygulanan (ön ve son test) vakaların öyküleri ve sunumların içeriği ile ilgili soruları hazırlanmıştır. İlk vaka cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar, ikinci vaka gebeliği önleyici yöntemler, son vaka ise toplumsal cinsiyet eşitsizliği konularında olmuştur. Müdahale grubundan 74 öğrenci ve kontrol grubundan 39 öğrenci ön teste katılmıştır. Müdahale grubuna 4 oturumluk eğitim sunumları yapılmıştır. Eğitim sunumları 13 Ekim 2022-3 Kasım 2022 tarihleri arasında gerçekleştirilmiş ve ardından son test uygulanmıştır. Son teste müdahale grubundan 56 öğrenci, kontrol grubundan 34 öğrenci katılmıştır. Katılımcıların cinsel sağlık bilgileri genel olarak düşük ve eğitim gereksinimleri mevcuttu. Eğitim sonrası bilgi artışı yönündeki 7 hipotezin hepsi kabul edilmiştir. Görüşlerin değişimi ile ilgili hipotezlerin 5i kabul, 2si ret, geri kalan 2si ise test edilememiştir. Eğitim müdahalesi cinsel sağlık bilgisini artırmada etkili bulunmuştur. Sonuç olarak özgün bir eğitim yöntemi kullanılan eğitim müdahalesi bilgi artışında/bilgilenmede etkilidir. Daha uzun zaman alması beklenen görüşlerin değişimi için ise örgün eğitimde küçük yaşlardan başlanarak bakış açısı oluşmasını sağlayacak eğitimlerin verilmesi gerektiği düşünülmüştür. Cinsel sağlık eğitim modeli farklı vaka çalışmaları ve konular eklenerek genişletilebilir, bununla birlikte yükseköğrenim düzeyindeki eğitim kurumlarında benzer yaş gruplarında benzer eğitim yaklaşımı yaygınlaştırılabilir. The purpose of this study is to reveal the current sexual health knowledge of young individuals who have completed high school education and are enrolled in the first year of a higher education institution, and then evaluate the impact of an applied educational model using an interactive training method. In this intervention study, students from the Social Sciences Vocational School of Başkent University were selected as the control group, while students from the Health Services Vocational School, who are expected to benefit the most from the education and lead the community in terms of health, were selected as the intervention group. Case study method was used in the educational presentations. Three different educational sessions were implemented based on three important topics in the context of sexual health, using explanatory presentations incorporating case stories and their information. Before and after the implementation of the education, questions regarding the stories of the cases and the content of the presentations were prepared for the pre-test and post-test.The first case focused on sexually transmitted infections, the second case on contraceptive methods, and the final case on gender inequality in society.Seventy-four students from the intervention group and 39 students from the control group participated in the pre-test. Four sessions of educational presentations were conducted for the intervention group between October 13, 2022, and November 3, 2022, followed by the post-test. Fifty-six students from the intervention group and 34 students from the control group participated in the post-test. Participants generally have low sexual health knowledge, indicating a need for education. All seven hypotheses regarding knowledge increase were accepted. Five hypotheses regarding changes in opinions were accepted, two were rejected, and the remaining two could not be tested. The educational intervention was found to be effective in increasing sexual health knowledge.As a result, the educational intervention using a unique educational method is effective in increasing knowledge/information. For the change of views, which is expected to take a longer time, it is thought that trainings should be given in formal education starting from a young age to ensure the formation of a perspective. The sexual health education model can be expanded by adding different case studies and topics, andprovision of a similar educational approach for similar age groups can be disseminatedin higher education institutions.Item COVİD-19 Pandemi sürecinde izolasyonun kalktığı dönemde solunum yolu enfeksiyonu şikayeti ile başvuran hastalarda alt solunum yolu enfeksiyonunun değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2024) Khadija, Ahmadova; Beril, AydınGiriş: Bu çalışmada COVID-19 pandemi sürecinde izolasyonun kalktığı dönemde solunum yolu enfeksiyonu şikayetiyle başvuran hastalarda ilişkili enfeksiyöz ajanların değerlendirilmesi ve tekrarlayan alt solunum yolu enfeksiyonundaki rollerinin tanımlanması amaçlanmıştır. Alt solunum yolu enfeksiyonuna neden olan viral etkenlerin klinik ve epidemiyolojik özelliklerinin ortaya konması hedeflenmiştir. Gereç ve Yöntem: 01/09/2021-31/03/2022 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniğine solunum yolu enfeksiyonu şikayetleri ile başvuran, viral nazofarengeal sürüntü örneği alınan 5 yaş altındaki 601 hasta çalışmaya alınmıştır. Viral etken pozitifliğinin hastaların demografik, klinik, laboratuvar özellikleri ve 1 yıllık izlemdeki tekrarlayan başvuru sayısı ile ilişkisi incelenmiştir. Bulgular: Hastalardan %45.4’ünde en az bir viral etken tanımlanmıştır. Tek etken pozitifliği %41.9, çoklu etken pozitifliği ise %3.5 oranında görülmüştür. En sık saptanan viral etkenler Respiratuar sinsityal virüs (RSV) (%20.8) ve İnfluenza A (%13) olarak saptanmıştır. RSV pozitifliği pandemi öncesindeki dönemden farklı olarak en sık Kasım ayında izlenmiştir. Viral etken pozitifliği bronşiolit ve bronşit tanılı hastalarda anlamlı olarak yüksek görülmüştür p<0.001). Tek viral etken pozitifliği hafif, çoklu etken pozitifliği orta hastalık şiddeti ile ilişkili bulunmuştur (p <0.05). İlk bronşiolit veya hışıltı atağıyla gelen hastalarda viral etken pozitifliği anlamlı olarak yüksek bulunmuştur (p<0.001). 1 yıllık izlemde viral etken pozitifliği ile tekrarlayan başvuru sayısı arasında anlamlı ilişki bulunamadı (p > 0.05). Tartışma: Bu çalışmada viral etken pozitiflik sayısında başvuru ayına ve yaş gruplarına göre farklılık gösterilmektedir. Başvuru semptomlarının hastaların viral etken durumu, yatarak veya ayaktan takip edilme durumu ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Introduction: The aim of this study was to evaluate the infectious agents associated with patients presenting with respiratory tract infection during the period when isolation was lifted during the COVID-19 pandemic and to define their role in recurrent lower respiratory tract infection. It was aimed to assess the clinical and epidemiological characteristics of viral agents causing lower respiratory tract infection. Materials and methods: Between 01/09/2021 and 31/03/2022, 601 patients under the age of 5 years who were presented to the Pediatrics Outpatient Clinic of Baskent University Faculty of Medicine Hospital with respiratory tract infection complaints and had viral nasopharyngeal swab samples were included in the study. The relationship of viral agent positivity with the demographic, clinical, laboratory characteristics of the patients and the number of recurrent admissions in the 1-year follow-up was analysed. Results: At least one viral agent was identified in 45.4% of the patients. Single agent positivity was observed in 41.9% and multiple agent positivity in 3.5%. The most common viral agents were Respiratory syncytial virus (RSV) (20.8%) and Influenza A (13%). Unlike the pre-pandemic period, RSV positivity was observed most frequently in November. Viral agent positivity was significantly higher in patients with bronchiolitis and bronchitis (p<0.001). Single viral agent positivity was associated with mild and multiple agent positivity with moderate disease severity (p<0.05). Viral agent positivity was found to be significantly higher in patients presenting with a first episode of bronchiolitis or wheeze (p<0.001). In the 1-year follow-up, no significant correlation was found between viral agent positivity and the number of recurrent admissions (p > 0.05). Conclusion: In this study, the number of viral agent positivity varied according to the month of presentation and age groups. Admission symptoms were shown to be associated with patients' viral agent status and inpatient or outpatient follow-up status.Item Endometrioid endometriyal karsinomlarda mikrokistik, elonge ve fragmente invazyon patern yaygınlığının prognostik parametrelerle ilişkisi ve moleküler sınıflamaya göre immünohistokimyasal profilinin araştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2024) Hasanaliyeva, Leyla; Özen, ÖzlemAmaç: Çalışmamızda, endometrioid endometriyal karsinom olgularında, mikrokistik, elonge ve fragmante (MELF) invazyon patern yaygınlığını değerlendirerek tümör derecesi, patolojik evre, lenfovasküler invazyon, lenf nodu metastazı gibi prognostik parametrelerle ilişkisini, nüks ve sağkalıma etkisini, ayrıca yeni entegre histomoleküler sınıflamaya göre immünohistokimyasal profilini araştırmayı hedefledik. Gereç ve Yöntem: Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesinde, Aralık 2011-Ocak 2023 tarihleri arasında total abdominal histerektomi, bilateral salpingoooferektomi, omentektomi ile pelvik ve paraaortik lenf nodu diseksiyonu uygulanan endometrioid tip adenokarsinom tanılı 560 kadın hastanın dosyaları incelendi. Olgulara ait Hematoksilen-Eozin (H&E) boyalı lamlar arşivden çıkarıldı. Tümör içeren kesitler MELF invazyon paterni açısından tekrar değerlendirildi ve MELF invazyon paterni gösteren 136 olgu çalışmaya dahil edildi. İnvaziv tümör sınırlarında en az 10 büyük büyütme alanı taranarak 1 ve 2 MELF tipi invazyon odağı bulunan olgular “fokal”, 3 ve 3 üzeri MELF tipi invazyon odağı bulunan olgular “yaygın” olacak şeklinde iki gruba ayrıldı. Her iki grup; tümör çapı, lenfovasküler invazyon, lenf nodu metastazı, miyometriyal invazyon derinliği, endoservikal tutulum gibi prognostik parametreler açısından değerlendirildi. Ayrıca her iki grupta immünohistokimyasal olarak ER, PR, p53, MSH2, MSH6, MLH1 ve PMS2 antikorları ile boyanma sonuçları araştırıldı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 136 hasta MELF invazyon paterninin yaygınlığına göre iki gruba ayrıldı. Fokal MELF invazyon paterni gösteren grupta 53 hasta, yaygın MELF invazyon paterni gösteren grupta ise 83 hasta vardı. Yaygın MELF invazyon paterni gösteren grupta, ileri evre ve yüksek risk grubuna ait olgular anlamlı derecede yüksek bulundu (p<0,001). Yine bu grup ile tümör çapı (p=0,037), miyometriyal invazyon derinliği (p<0,001), endoservikal tutulum (p=0,029), uterin seroza tutulumu (p=0,030) arasında anlamlı ilişki bulundu. Yaygın MELF invazyon paterni gösteren grupta lenf nodu metastazı (p=0,005), makrometastaz varlığı (p=0,015) anlamlı derecede fazla görüldü. Bölgesel lenf nodu metastazları açısından değerlendirildiğinde paraaortik lenf nodu metastazının varlığı ile yaygın MELF invazyon paterni arasında anlamlı ilişki olduğu görüldü (p=0,032). Lenfovasküler invazyon ile ise anlamlı ilişki gösterilemedi (p=0,34). Fokal MELF invazyon paterni gösteren grupta ER antikoru ile pozitiflik %92,4; yaygın MELF invazyon paterni gösteren gruptaysa %97,6’ydı. Her iki grup arasında ER pozitifliği açısından anlamlı fark yoktu (p=0,155). PR antikoru ile ise fokal MELF invazyon paterni gösteren grupta %88,7 hastada, yaygın MELF invazyon paterni gösteren grupta ise %97,6 hastada pozitiflik görüldü. İstatistiksel olarak MELF yaygınlığı ve PR pozitifliği arasında anlamlı ilişki bulundu (p=0,031). Ayrıca MELF yaygınlığı ile immünohistokimyasal mutant tip p53 ekspresyonu arasında anlamlı ilişki olduğu tespit edildi (p=0,045). İmmünohistokimyasal olarak DNA yanlış eşleşme (MMR) proteinleri olan MSH2, MSH6, MLH1, PMS2 ve mikrosatellite durumu ile MELF invazyon paterni yaygınlığı arasında anlamlı istatistiksel sonuç bulunmadı. İstatistiksel olarak MELF yaygınlığının genel ve hastalıksız sağkalım sürelerine etki etmediği görüldü.Sonuç: Çalışmamızın sonucunda, yaygın MELF invazyon paterni gösteren hasta grubunun ileri evre, tümör çapı, lenf nodu metastazı, endoservikal tutulum gibi hastalığın gidişatını etkileyen prognostik parametrelerle ilişkisi gözlemlendi. Ayrıca, mutant tip p53 boyanma paterni gösteren 6 adet olgunun tümünün yaygın MELF invazyon paterni gösteren grupta olduğu görüldü. Çalışmamız sonucunda MELF invazyon paterni yaygınlığının hastalıksız sağ kalım ve genel sağ kalım üzerine anlamlı bir etkisi olmadığı saptanmıştır ancak bu konuda kesin değerlenlendirmeler yapabilmek için daha fazla sayıda olgunun yer aldığı, moleküler sınıflamanın tüm kategorilerinin araştırıldığı uzun takip süreli çalışmalar yapılması gerekmektedir. Mevcut çalışma ve bu konuda yapılacak detaylı moleküler çalışmaların MELF invazyon paterni gösteren endometrioid endometriyal karsinomların tedavi ve prognozunda gelişmelere ışık tutacağına inanmaktayız. Aim: In our study, we aimed to assess the prevalence of microcystic, elongated, and fragmented (MELF) invasion pattern in cases of endometrioid endometrial carcinoma, investigate its association with prognostic parameters such as tumor grade, pathological stage, lymphovascular invasion, lymph node metastasis, recurrence, and survival impact. Additionally, we explored the immunohistochemical profile according to the new integrated histomolecular classification. Materials and Methods: We reviewed the files of 560 women diagnosed with endometrioid adenocarcinoma who underwent total abdominal hysterectomy, bilateral salpingo-oophorectomy, omentectomy, pelvic, and paraaortic lymph node dissection at Başkent University Ankara Hospital between December 2011 and January 2023. Hematoxylin and eosin (H&E) stained slides of the cases were retrieved from the archives. Sections containing the tumor were re-evaluated for MELF invasion pattern, and 136 cases demonstrating MELF invasion were included in the study. Cases were categorized into "focal" and "widespread" groups based on the number of MELF foci, and both groups were evaluated for prognostic parameters such as tumor size, lymphovascular invasion, lymph node metastasis, depth of myometrial invasion, and endocervical involvement. Immunohistochemical staining for ER, PR, p53, MSH2, MSH6, MLH1, and PMS2 antibodies was also performed in both groups. Results: The study included 136 patients divided into two groups based on the prevalence of MELF invasion pattern. There were 53 patients in the focal MELF invasion group and 83 patients in the widespread MELF invasion group. The widespread MELF invasion group showed a significantly higher proportion of advanced stage and high-risk cases (p<0.001). Significant associations were found between the widespread MELF invasion group and tumor size (p=0.037), depth of myometrial invasion (p<0.001), endocervical involvement (p=0.029), and uterine serosal involvement (p=0.030). Lymph node metastasis (p=0.005) and the presence of macrometastasis (p=0.015) were significantly higher in the widespread MELF invasion group. Paraaortic lymph node metastasis was significantly associated with widespread MELF invasion (p=0.032). No significant relationship was found between lymphovascular invasion and MELF invasion (p=0.34). ER positivity was 92.4% in the focal MELF invasion group and 97.6% in the widespread MELF invasion group, with no significant difference between the two groups (p=0.155). PR positivity was 88.7% in the focal MELF invasion group and 97.6% in the widespread MELF invasion group, and a statistically significant association was observed between MELF prevalence and PR positivity (p=0.031). Additionally, a significant association was found between MELF prevalence and immunohistochemical mutant-type p53 expression (p=0.045). There was no statistically significant correlation between MELF prevalence and immunohistochemical expression of DNA mismatch repair (MMR) proteins, including MSH2, MSH6, MLH1, PMS2, and microsatellite status. Overall, MELF prevalence did not significantly impact overall and disease-free survival. Conclusion: Our study observed associations between widespread MELF invasion pattern and adverse prognostic parameters in endometrioid endometrial carcinoma. Furthermore, all cases with mutant-type p53 staining pattern were found in the widespread MELF invasion group. The study concludes that the prevalence of MELF invasion pattern does not significantly affect disease-free and overall survival. However, more extensive studies with a larger number of cases and long-term follow-ups, exploring all categories of molecular classification, are needed for definitive evaluations. We believe that our current study and future research in this field will shed light on the developments in the treatment and prognosis of endometrioid endometrial carcinomas demonstrating MELF invasion pattern.Item Erken evre hormon reseptörü pozitif meme kanseri hastalarında aromataz inhibitörü kullanımının kemik ve kemik kırılganlığı üzerine etkisinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Enes, Arslanoğlu; Arzu, OğuzGiriş ve Amaç: Meme kanseri dünya çapında kadınlarda en sık görülen ve kansere bağlı ölümlerin önde gelen nedenlerindendir. Özellikle hormon reseptörü pozitif meme kanseri, tüm meme kanseri vakalarının yüzde 70'ini oluşturan en yaygın alt tip olarak öne çıkmaktadır. Bu tip meme kanserlerinde hem adjuvan hem de metastatik evrede uygulanan hormonoterapi, hastaların menopoz durumunun dikkate alınmasını gerektirmektedir. Bu çalışmanın temel amacı, adjuvan evrede aromataz inhibitörü kullanan hormon reseptörü pozitif meme kanseri hastalarında bu tedavinin kemik sağlığı üzerindeki etkilerini değerlendirmektir. Özellikle, hastaların kemik mineral yoğunluğu ölçümleri üzerinden tedavinin kemik üzerindeki etkileri incelenecek ve bu bağlamda kemik sağlığına yönelik potansiyel riskler ve faydalar değerlendirilecektir. Bu hasta popülasyonunda FRAX (Fracture Risk Assessment Tool) skorlamasının klinik pratikte kırık riskinin değerlendirilmesinde sağladığı bilgilerin klinik karar süreçlerine entegrasyonu amaçlanmaktadır. Gereç ve Yöntem: Bu araştırma kapsamında, Aralık 2009- Aralık 2023 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi Tıbbi Onkoloji polikliniklerine başvuran, hormon reseptörü pozitif meme kanseri tanısı ve adjuvan evrede aromataz inhibitörü tedavisi alan 237 hastanın verileri retrospektif olarak incelenmiştir. Bu hastaların tanı ve takip süreçlerinde kemik mineral yoğunluğu ölçümü yapılmıştır. Hastaların kırık riskini değerlendirmek için kullanılan FRAX skorunun hesaplanmasında aromataz inhibitörü kullanımı bir risk faktörü olarak belirlenmiştir. Tedavi sürecinde hastaların kırık oluşumu ve kemik mineral yoğunluğundaki değişiklikler takip edilmiştir. Bulgular ve Tartışma: Aromataz inhibitörlerinin kemik sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri, literatürdeki önceki çalışmalarda gösterilmiştir. Bu araştırmada da aromataz inhibitörü kullanımının ardından lomber vertebra, femur total ve femur boyun bölgelerinde kemik mineral yoğunluğu anlamlı derecede düşük bulundu (p<0,001). İzlem süresi boyunca kemik mineral yoğunluğundaki değişim yüzdeleri, L1-L4 için %-2,89, femur boynu için %-4,48 ve femur totali için %-3,17 olarak saptandı. Bu bulgular, aromataz inhibitörü tedavisi gören hastalarda kemik sağlığının izlenmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Klinik pratikte, Aİ risk faktörü kabul edilerek hesaplanmış FRAX skoru bu anlamda önemli bir belirteç olarak öne çıkmaktadır. Çalışmamızda ortalama 53,4 aylık takip süresinin sonunda, hastaların %7,1'inde (17 hasta) frajilite kırığı geliştiği tespit edildi. Kırık gelişen hastaların FRAX skorları, kırık gelişmeyen hastaların FRAX skor ortalamasından anlamlı derecede yüksek bulundu (on yıllık majör osteoporotik kırık olasılığı %13,9 vs. %9,1; p=0,001 ve kalça kırığı için %6,0 vs. %2,6; p=0,002). Osteoporoz görülen veya kırık riski yüksek olan 81 hastaya kırık gelişimini önlemek amacıyla osteoporoz tedavisi başlandı. Osteoporoz tedavisi, osteoporoz tanısı konulduktan sonra başlatıldı. Osteoporoz ilacı kullanan hastaların FRAX skorları, ilaç kullanmayan hastaların FRAX skorlarına göre anlamlı derecede yüksekti (majör osteoporotik kırık için %11,9 vs. %8,2; p<0,001 ve kalça için %4,6 karşısında %2,0; p<0,001). Bu sonuçlar, aromataz inhibitörü kullanan hastalarda FRAX skoru hesaplamasının bir risk faktörü olarak dikkate alınmasını ve yüksek FRAX skorlarının hastaların osteopeni evresinde kırık gelişimini önceden tespit etme ve bifosfonat tedavisine başlama konusunda klinisyenlere yol gösterici olabileceğini düşündürmektedir. Introduction and Aim: Breast cancer is the most common cancer in women worldwide and a leading cause of cancer related deaths. Hormone receptor-positive breast cancer, particularly, stands out as the most prevalent subtype, constituting 70% of all breast cancer cases. Hormone therapy, applied in both the adjuvant and metastatic stages of this type of breast cancer, necessitates consideration of the menopausal status of patients. The primary objective of this study is to assess the effects of aromatase inhibitor therapy on bone health in hormone receptor-positive breast cancer patients undergoing adjuvant treatment. Specifically, the impact of the treatment on bone will be examined through measurements of patients' bone mineral density, and in this context, potential risks and benefits for bone health will be evaluated. The integration of FRAX (Fracture Risk Assessment Tool) scoring in the clinical practice for assessing fracture risk in this patient population is intended to provide information for informed clinical decision-making processes. Materials and Method: Within the scope of this research, data from 237 patients diagnosed with hormone receptor-positive breast cancer who applied to the Medical Oncology clinics of Başkent University Ankara Hospital and received adjuvant aromatase inhibitor treatment between December 2009 and December 2023 were retrospectively examined. Bone mineral density measurements were conducted during the diagnosis and follow-up processes of these patients. Aromatase inhibitor usage was identified as a risk factor in calculating the FRAX score, which was employed to assess the patients' fracture risk. Throughout the treatment process, the occurrence of fractures and changes in bone mineral density were monitored. Findings and Discussion: The adverse effects of aromatase inhibitors on bone health have been demonstrated in previous studies in the literature. In this study, following the use of aromatase inhibitors, a significant decrease in bone mineral density was observed in the lumbar vertebra, femoral neck, and total femur regions (p<0.0001). The percentage changes in bone mineral density during the follow-up period were determined to be-2.89% for L1-L4,-4.48% for the femoral neck, and-3.17% for the total femur. These findings emphasize the need for monitoring bone health in patients undergoing aromatase inhibitor treatment. In clinical practice, the FRAX score, calculated considering aromatase inhibitor risk factors, stands out as an important indicator in this regard. At the end of our study's average follow-up period of 53.4 months, it was observed that 7.1% of patients (17 patients) developed fragility fractures. The FRAX scores of patients who experienced fractures were significantly higher than the average FRAX score of patients who did not experience fractures (10-year probability of major osteoporotic fracture: 13.9% vs. 9.1%; p=0.001, and for hip fracture: 6.0% vs. 2.6%; p=0.002). Osteoporosis treatment was initiated in 81 patients diagnosed with osteoporosis or at high risk of fractures to prevent fracture development. Osteoporosis treatment commenced after the diagnosis of osteoporosis. The FRAX scores of patients using osteoporosis medication were significantly higher compared to those not using medication (11.9% vs. 8.2% for major osteoporotic fracture; p<0.001, and 4.6% vs. 2.0% for hip fracture; p<0.001). These results suggest that the calculation of the FRAX score as a risk factor in patients using aromatase inhibitors should be taken into consideration and that high FRAX scores may guide clinicians in detecting fracture development in the osteopenia stage and initiating bisphosphonate treatment.Item Farmasötik mikrobiyoloji uygulamaları(2025) Abbasoğlu, UfukItem Genel pediatri uzmanlarının ve pediatri araştırma görevlilerinin hemanjiom hakkında bilgi düzeylerinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2024) Tekdemir, Ruken; Tekdemir, RukenGiriş: İnfantil hemanjiomlar çocukluk çağının en sık görülen vasküler tümörüdür. Çoğunluğunun kendiliğinden gerileyebilir olması avantaj sağlıyor olsa da, tutulum yerlerine, boyutlarına ve derinliklerine bağlı olarak hayati risk oluşturabilir, fonksiyon bozuklukları, ülserasyon, kalıcı skar gibi çok önemli sonuçları olabilir. Çalışmamızda çocuk sağlığı ve hastalıkları hekimlerimize infantil hemangiomun tanı, ayırıcı tanı, tedavi ve klinik özellikleriyle ilgili sorular içeren anket uygulanmıştır. Bu yöntemle hekimlerin infantil hemanjiom hakkında bilgi düzeylerinin değerlendirmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: İnfantil hemanjiomun tanı, tedavi ve klinik özelliklerini içeren soruların olduğu 15 soruluk bir anket çalışması genel pediatri uzmanlarına ve pediatri asistanlarına elektronik yollarla iletilmiştir. Çalışmaya Ankara ilinden toplam 4 üniversite hastanesi katılmıştır; Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Hastanesi, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Prof.Dr.İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi ve Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Cebeci Hastanesinde Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları. İstatistiksel analizler SPSS versiyon 25.0 programı ile gerçekleştirilmiş olup p değerinin 0.05’in altında olduğu durumlar istatistiksel olarak anlamlı sonuçlar şeklinde değerlendirilmiştir. Çalışma için KA 24/114 numara ile Başkent Üniversitesi Tıp ve Sağlık Bilimleri Araştırma Kurulu’ndan onay alınmıştır. (Ek-1) Bulgular: Toplam 300 hekim ile yapılan çalışmada katılımcıların %39,6’sı (n=118) Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde, %31,54’ünün (n=94) Gazi Üniversitesi Hastanesi’nde, %20,47’sinin (n=61) Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nde, %8,39’unun (n=25) Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi’nde görev yapmakta olduğu; %72,24’ünün (n=216) araştırma görevlisi, %27,76’sının (n=83) uzman doktor olarak görev yapmakta olduğu görülmüştür. Anket çalışmasında en az doğru cevaplanan soru %50 oranında ‘Propranolol tedavisinin güncel yayınlar ışığında etkin tedavi dozu nedir?’ sorusu iken, ‘Yüz bölgesinde yer alan, ülsere, kanamalı veya herhangi bir organa bası yapan hemanjiomlar acilen pediatrik hematoloji onkoloji bölümüne yönlendirilmelidir.’ önermesi %97 oranla en fazla doğru cevaplanan soru olmuştur. ‘Aşağıdakilerden hangisi infantil hemanjiomun güncel tedavisidir?’ sorusuna %80 oranında doğru cevap verilmiştir. Sonuç: Çalışmanın sonuçları; katılımcı çocuk sağlığı ve hastalıkları araştırma görevlisi ve uzmanlarının infantil hemanjiom tanı ve tedavisi konusunda yeterince farkındalıklarının yeterli olduğu düşünülmüştür. Ancak çalışmamızın infantil hemanjiom konusunda yıllardır deneyimi olan Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi gibi kurumlarda yapılmış olmasının da bu farkındalığa katkısı olmuş olabileceği ve ülkemizin farklı bölgelerindeki hekimler arası farkındalığı yansıtmıyor olabileceği düşünülmüştür. Çalışmamızda infantil hemanjiomların ayırıcı tanısı ve patogenez konusunda bilgi düzeylerinin ise tanı ve tedavi konusundaki farkındalıktan daha düşük olduğu gözlenmiş ve bu konuda eğitime ihtiyaç duyulduğu sonucuna varılmıştır. Farklı bölgelerde çalışan, daha fazla sayıda hekimin yer alacağı çalışmalar ile hemanjiom hakkında hekimlerin bilgi düzeylerinin araştırılması ile bilgi düzeyinin hangi noktalarda eksik olduğunun saptanması ve düzeltici eğitimlerin yapılabilmesi mümkün olacaktır. Introduction: Infantile hemangiomas are the most common vascular tumors of childhood. Although it is advantageous that most of them may regress spontaneously, depending on the location, size and depth of involvement, they may pose a life risk and may have very important consequences such as dysfunction, ulceration and permanent scarring. In our study, a questionnaire including questions about the diagnosis, differential diagnosis, treatment and clinical features of infantile hemangioma was applied to pediatricians. With this method, it was aimed to evaluate the level of knowledge of physicians about infantile hemangioma. Materials and Methods: A 15-question survey including questions about the diagnosis, treatment and clinical features of infantile hemangioma was sent electronically to specialist pediatricians and pediatric residents. A total of 4 university hospitals from Ankara province participated in the study; Başkent University Faculty of Medicine Ankara Hospital, Hacettepe University Faculty of Medicine Prof. Dr. İhsan Doğramacı Children's Hospital, Gazi University Faculty of Medicine Hospital and Ankara University Faculty of Medicine Cebeci Hospital Pediatrics. Statistical analyses were performed with the SPSS version 25.0 program and statistically significant results were considered when the p value was below 0.05. Approval for the study was obtained from Başkent University Medical and Health Sciences Research Board with the number KA 24/114. (Appendix-1) Results: In the study conducted with a total of 300 physicians, 39.6% (n=118) of the participants were working at Ankara University Faculty of Medicine Hospital, 31.54% (n=94) at Gazi University Hospital, 20.47% (n=61) at Hacettepe University Hospital, and 8.39% (n=25) at Başkent University Ankara Hospital. Of the physicians included in the study, 72.24% (n=216) were research assistants and 27.76% (n=83) were specialists. In the questionnaire study, the least correctly answered question was 'What is the effective treatment dose of propranolol in the light of current publications?' with a rate of 50%, while the proposition 'Hemangiomas located in the facial area, ulcerated, bleeding or compressing any organ should be urgently referred to the pediatric hematology oncology department.' was the most correctly answered question with a rate of 97%. The question "Which of the following is the current treatment of infantile hemangioma?" was answered correctly with a rate of 80%. Conclusion: The results of the study suggest that the participating pediatric health and diseases research assistants and specialists have sufficient awareness of the diagnosis and treatment of infantile hemangioma. However, the fact that our study was conducted in institutions such as Başkent University Ankara Hospital, Ankara University Faculty of Medicine Hospital, Gazi University Faculty of Medicine Hospital, which have years of experience in infantile hemangioma may have contributed to this awareness and may not reflect the awareness among physicians in different regions of our country. In our study, it was observed that the level of knowledge about the differential diagnosis and pathogenesis of infantile hemangiomas was lower than the awareness about diagnosis and treatment, and it was concluded that there is a need for education on this subject. It will be possible to investigate the level of knowledge of physicians about hemangioma with studies involving a larger number of physicians working in different regions, to determine where the level of knowledge is deficient and to provide corrective trainings.Item Karaciğer nakil rejeksiyonunun prognozunda mitokondri stresinin etkisi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Yağcı, Sergen; Bayık, PelinKaraciğer transplantasyonu, ileri evre karaciğer hastalıkları ve bazı kanser türlerinin tedavisinde en etkili yöntemdir. Karaciğer nakli reddi üç şekilde gerçekleşebilir: T-hücre aracılı rejeksiyon (TCMR), kronik rejeksiyon ve antikor aracılı rejeksiyon. TCMR, alıcının bağışıklık sisteminin nakledilen karaciğere karşı geliştirdiği lenfosit temelli immün yanıttır. Literatürdeki çalışmalar, mitokondriyal dinamikler ile mitofaji süreçlerinin karaciğer hastalıklarının gelişimi ve ilerlemesinde önemli roller üstlendiğini göstermektedir. Çalışmamızda, akut TCMR atağı tanısı ilk kez verilen karaciğer nakilli olgularda, mitokondriyal stres ilişkili parametrelerin immünohistokimyasal belirteçlerle değerlendirilmesi ve bunun nakil takiplerinde klinikopatolojik bir etkisinin olup olmamasının araştırılması amaçlanmaktadır. Çalışmamızda retrospektif olarak 2011-2020 yılları arasında Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Hastanesi Tıbbi Patoloji Anabilim Dalı'nda nakil sonrası TCMR atağı tanısı ilk kez verilen ve sonrasında takip biyopsileri ile izlenen 66 karaciğer transplantasyonu hastası ele alınmaktadır. Bu çalışmada, 66 olgunun akut TCMR tanısı verilen ilk biyopsileri ve bunların takip biyopsileri olmak üzere toplamda 132 biyopsi değerlendirilmiştir. Olgular klinik veriler, Banff kriterlerine göre değerlendirilmiş histopatolojik parametreler ve immünohistokimyasal olarak olguların her iki biyopsisine de uygulanan OPA1 ve PINK1 ile birlikte değerlendirilmiştir. OPA1 ve PNIK1 ekspresyonu, hepatositlerde, safra duktuslarında ve inflamatuar hücrelerde değerlendirilmiş olup, PINK1 ekspresyonu ek olarak sinüzoidlerde de değerlendirilmiştir. Akut TCMR tanısı verilen biyopsiler ve bunların takip biyopsileri, eş zamanlı ölçülen karaciğer fonksiyon testleri, histopatolojik ve immünohistokimyasal inceleme sonuçları arasındaki farklar açısından istatistiksel olarak analiz edilmiştir. Olgu grubumuzun takiplerinde serum AST, ALT ve GGT yüksekliğinde persistansın varlığı, takipte yeni fibrozis ve steatozis gelişimi ile takipte toplam RAI skorunun değişmemesi, 10 yıllık sağkalım süresi açısından istatistiksel olarak daha kısa süreli sağkalım ile ilişkili bulunmuştur. Takip biyopsisinde hepatositlerdeki OPA1 boyanma yüzdesindeki artış ile lobüler nekroz artışı, yeni yağlanma ve fibrozis gelişimi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki gözlendi. İnflamatuar hücrelerdeki PINK1 boyanma yüzdesindeki artış ile lobüler nekroz artışı, persistan lobüler inflamasyon ve kolestaz, takipte yeni yağlanma ve fibrozis gelişimi arasında anlamlı bir ilişki saptanmıştır. Sinüzoidlerdeki PINK1 boyanma yüzdesindeki artış ile ise takipte yeni yağlanma gelişimi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki görülmüştür. Hepatositlerde OPA1 boyanma yüzdesindeki artışın, inflamatuar hücreler ve sinüzoidlerde ise PINK1 boyanma yüzdesindeki artışın, 10 yıllık sağkalım süresi açısından istatistiksel olarak daha uzun süreli sağkalım ile ilişkili olduğu saptanmıştır. Literatürde, mitokondriyal stresin karaciğer nakli sonrası sağkalım üzerindeki etkisini inceleyen benzer bir çalışma bulunmamaktadır. Çalışmamız, bu bağlamda öncü bir nitelik taşımaktadır. Sonuç olarak bu çalışma, karaciğer nakli sonrası takiplerde mitokondriyal stres ve dinamiklerin rolünün, nakil sonrası prognoz ve sağkalımın belirlenmesinde önemli bir faktör olabileceğini ortaya koymaktadır. Bulgularımız karaciğer nakli alanında gelecekteki araştırmalar ve klinik uygulamalar için önemli bir temel teşkil etmektedir. Liver transplantation is the most effective treatment method for advanced liver diseases and certain types of cancer. Liver transplant rejection can occur in three forms: T-cell mediated rejection (TCMR), chronic rejection, and antibody-mediated rejection. TCMR is an immune response based on lymphocytes developed by recipient's immune system against transplanted liver. Studies suggest that mitochondrial dynamics and mitophagy processes play significant roles in the development and progression of liver diseases. In our study, we aimed to evaluate mitochondrial stress-related immunohistochemical markers in liver transplant patients diagnosed with acute TCMR attack for the first time and to investigate whether this has a clinicopathologic effect on transplant follow-up. In our study, we retrospectively examined 66 liver transplantation patients diagnosed with TCMR for the first time between 2011-2020 at Başkent University Faculty of Medicine, Ankara Hospital, Department of Pathology. A total of 132 biopsies, including the first biopsies where acute TCMR was diagnosed and their follow-up biopsies, were evaluated. The cases were assessed based on clinical data, histopathological parameters according to Banff criteria, and immunohistochemical staining for OPA1 and PINK1 in both sets of biopsies. OPA1 and PINK1 expressions were evaluated in hepatocytes, bile ducts, and inflammatory cells, PINK1 expression in sinusoids was additionally evaluated. Biopsies diagnosed as acute TCMR and their follow-up biopsies were statistically analyzed for differences in concurrently measured liver function tests, histopathological and immunohistochemical examination results. The persistence of elevated serum AST, ALT and GGT levels, the development of new fibrosis and steatosis during follow-up and the unchanged total RAI score during follow-up were statistically associated with a shorter 10-year survival. A statistically significant relationship was observed between the increase in OPA1 staining percentage in hepatocytes and the increase in lobular necrosis, new steatosis, and fibrosis development in follow-up biopsies. A statistically significant relationship was found between the increase in PINK1 staining percentage in inflammatory cells and increased lobular necrosis, persistent lobular inflammation and cholestasis, and development of new steatosis and fibrosis in the follow-up. An increase in PINK1 staining in sinusoids was significantly associated with the development of new steatosis in follow-up. An increase in the percentage of OPA1 staining in hepatocytes and an increase in the percentage of PINK1 staining in inflammatory cells and sinusoids were found to be statistically associated with longer survival in terms of 10-year survival time. To the best of our knowledge, there is no similar study investigating the impact of mitochondrial stress on survival after liver transplantation. Therefore our study withholds a pioneering role in this field. In conclusion, this study suggests that the role of mitochondrial stress and dynamics in post-liver transplant follow-up can be a significant factor in determining post-transplant prognosis and survival. Our findings constitute an important basis for future research and clinical applications in the field of liver transplantation.Item Nonfonksiyonel adrenal kitle tanılı hastalarda nötrofil/lenfosit oranının klinik önemi ve sağlıklı kişilerle karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2024) Özben, Çavdar; Altuğ, KurtGörüntüleme yöntemlerinin gelişmesiyle insidental olarak saptanan adrenal kitle tanılı hasta sayısı günümüzde giderek artmaktadır. İnsidental adrenal kitle saptanan her hastanın kitle fonksiyonu ve malignite açısından detaylı ve düzenli değerlendirilmesi gerekmektedir. Birinci basamak sağlık merkezlerinde adrenal kitlelerin tanı ve takibi, mevcut tanı testlerinin ileri düzey olması sebebiyle şu anki koşullarda mümkün olmamaktadır. Bu çalışmanın amacı nonfonksiyonel adrenal kitlesi olan hastaların birinci basamakta bakılan bir test olan nötrofil/lenfosit oranıyla değerlendirilip, sağlıklı kişilerin değerleriyle karşılaştırılarak anlamlı bir fark olup olmadığını konusuna açıklık getirmektir. Çalışmamıza Başkent Üniversitesi Ankara ve Ümitköy Hastanesi Endokrin ve Metabolizma Hastalıkları Polikliniği’ne başvurup D44.1 (Adrenal bezin bilinmeyen davranışlı neoplazmı) veya D35.0 (Adrenal bezin bening neoplazmı) tanısı almış olan hastalar dâhil edildi. Çalışmaya dâhil edilme kriterlerini karşılayan 2011-2023 yılları arasında yeni tanı alan nonfonksiyonel adrenal kitleli hastaların NLR değeri ve diğer inflamatuvar değerleri aynı yıl aralığında Başkent Ankara Hastanesine başvurmuş sağlıklı kişilerin değerleriyle hastane nucleus medikal bilgi sistemi üzerinden karşılaştırıldı. Çalışmadan elde edilen sürekli değişkenlerin analizinde, parametrik testlerin varsayımları sağlandığı durumda Faktöriyel düzende Varyans Analizi yöntemi ve ardından çoklu karşılaştırma yöntemlerinden Tukey testi kullanıldı. Bağımsız iki grup ortalamalarının karşılaştırılmasında ise Student’s t testi kullanıldı. Sürekli değişkenler arası doğrusal ilişkiler Pearson Korelasyon katsayısı ile değerlendirildi. Parametrik test varsayımları sağlanmadığı durumda ise veri transformasyonu yöntemlerinden yararlanıldı veya bağımsız üç veya daha fazla grup ortalamasının karşılaştırılması amacıyla Kruskal Wallis testi ve ardından çoklu karşılaştırma yöntemlerinden Dunn testi kullanıldı, bağımsız iki grup ortancasının karşılaştırılmasında ise Mann Whitney U testi kullanıldı. Sürekli değişkenler arası doğrusal ilişkiler Spearman rho Korelasyon katsayısı ile değerlendirildi. Kategorik değişkenlerin ise Ki-Kare testi, Fisher'in kesinlik testi (Fisher's Exact test) ile değerlendirildi. Veri seti SPSS 26 istatistik paket programı ile analiz edildi. %95 güven aralığında p<0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Çalışma sonucunda NLR düzeyi kontrol grubunda vaka grubuna göre daha yüksek olduğu görülmüştür (p<0,01). Başka bir inflamatuvar belirteç olan SII(platelet/nötrofil/lenfosit) nonfonksiyonel kitlesi olanlarda sağlıklı kişilere göre anlamlı olarak yüksek çıkmıştır (p<0,01). Ayrıca vaka grubunda 20-39 vs 60-79 ile 40-59 vs 60-79 yaş aralığı karşılaştırıldığında NLR ile yaş grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur (p<0,05). Vaka grubunda yaş ile NLR arasında %18,8 pozitif korelasyon olduğu saptanmıştır (Correlation Coefficient:0,188). 40-59 vs 60-79 ile 20-39 vs 60-79 yaş aralığında SII ve yaş grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur (p<0,05). Kontrol grubundaysa yaş ile NLR arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır (Correlation Coefficient: -0,018). Vaka ve kontrol grubunda yapılan karşılaştırma sonucunda, nonfonksiyonel adrenal kitle tanılı hastaların NLR düzeyinde anlamlı bir fark bulunamamış olup diğer inflamatuvar değerleriyse sağlıklı kişilere göre daha yüksek bulunmuştur. Bu çalışmayla, daha ucuz ve kolay bir test olan NLR’nin adrenal kitlenin takip ve tedavisinde kullanımı için yeterli bir kanıtın olmadığı ancak daha fazla çalışma yapılması gerektiği saptanmıştır. With the development of imaging methods, the number of patients diagnosed with incidentally detected adrenal mass is increasing nowadays. Every patient detected with an incidental adrenal mass should be evaluated in detail and regularly in terms of mass function and malignancy. Due to the advanced level of current diagnostic tests, diagnosis and follow-up of adrenal masses in primary health care centers is not possible under current conditions. The aim of this study is to evaluate patients with nonfunctional adrenal masses with the neutrophil/lymphocyte ratio, a test performed in primary care, and to clarify whether there is a significant difference by comparing it with the values of healthy people. Subjects who applied to Ankara and Ümitköy Başkent University Hospital outpatient clinics between 2011 and 2023 were included. Variables of patients who agreed to participate were compared in a nonfunctional adrenal mass case group and a healthy control group. In the analysis of continuous variables obtained from the study, when the assumptions of parametric tests were met, the Factorial Analysis of Variance method and Tukey test, one of the multiple comparison methods, were used. Student's t test was used to compare the means of two independent groups. Linear relationships between continuous variables were evaluated with Pearson Correlation coefficient. In cases where parametric test assumptions were not met, data transformation methods were used. Kruskal Wallis test or Dunn test, one of the multiple comparison methods, was used to compare the means of three or more independent groups. Also Mann Whitney U test was used to compare the medians of two independent groups. Linear relationships between continuous variables were evaluated with the Spearman rho correlation coefficient. Categorical variables were evaluated using the Chi-Square test and Fisher's exact test. The data set was analyzed with the SPSS 26 statistical package program. 95 % sensibility range (p<0,05) was considered statistically significant. As a result of the study, it was seen that the NLR level was higher in the control group than in the case group (p<0.01). Another inflammatory marker, SII (platelet/neutrophil/lymphocyte), were significantly higher in those with nonfunctional masses than in healthy individuals (p<0.01). Additionally, when the age ranges of 20-39 and 60-79 or 40-59 and 60-79 were compared in the case group, a statistically significant difference was found between NLR and age group (p<0.05). It was determined that there was an 18.8% positive correlation between age and NLR in the case group (Correlation Coefficient: 0.188). A statistically significant difference was found between SII and age group in the age range of 40-59 and 60-79 or 20-39 and 60-79 (p<0.05). In the control group, no significant relationship was found between age and NLR (Correlation Coefficient: -0.018). In this study, as a result of the comparison between the case and control groups, no significant difference was found in the NLR level of patients diagnosed with nonfunctional adrenal mass, and other inflammatory values were found to be higher than in healthy individuals. This study found that there is not sufficient evidence for the use of NLR, which is a cheaper and easier test, in the follow-up and treatment of adrenal mass, but more studies are needed.Item Osteoporoz değerlendirme anketi - OPAQ (The osteoporosis assement questionnaire) kısa formunun Türkçe geçerlilik ve güvenirlilil çalışması(2023) Muğlu, H. Petek; Kut, AltuğOsteoporozun kırık yönünden değerlendirilmesi ve varsa kırığın saptanması osteoporotik hastaların takibinde önemlidir. Birinci basamak sağlık hizmetleri ve Aile Hekimleri osteoporoz tanısının konmasında önemli bir noktada bulunmaktadır ve beraberinde getireceği sorunların önlenmesinde önemli katkılar vermektedir. Ülkemizde osteoporotik hastanın kırık değerlendirilmesinde kullanılabilecek geçerli bir soru formu halen bulunmamaktadır. Bu çalışmanın amacı mevcut Ġngilzce osteoporoz değerlendirme anketinin kısa formunun (OPAQ-SV) Türkçe geçerlilik ve güvenilirliğini sınayarak Türk Birinci basamak sağlık hizmetlerinin, sonra da tüm tıbbının hizmetine sunmaktır. Çalışmamıza Başkent Üniversitesi Ümitköy Endokrinoloji polikliniklerine başvuran osteoporotik postmenopozal kadın hastalar dâhil edildi. Katılımcılara Türkçe Osteoporoz değerlendirme anketi kısa formu ve altın standart test olan EuroQol Testi (EQ) testi yöneltilmiştir. Anket formları yüz-yüze yöntemiyle araştırma görevlisi tarafından hastalara uygulanmıştır. OPAQ-SV formunun orijinal versiyonunun geçerlilik ve güvenilirlik prosedürlerine aynen uyulmuştur. Aralık 2022 ile Ağustos 2023 tarihleri arasında başvuran 4625 hasta içinden randomize edilerek her 2. hastaya çalışmaya katılım teklif edilmiş rızası olan 238 hasta araştırmaya alınmış, ilk testten 2 hafta sonra bu deneklerden randomize olarak seçilen 63 deneğe retest yapılmıştır. Faktör analizi sonrası ölçek maddeleri 7 faktöre indirgenmiştir. Bu faktörler altında toplanan maddelere sırasıyla “Mobilizasyon”, “Günlük Aktiviler”, “Korku”, “Sırt Ağrısı”, “Yürüme”, “Bağımsızlık”, “Vücut Şekli ” isimleri verilmiştir. Çalışmanın Cronbach-α değeri 0,722 (%72,2) bulunmuştur (Faktörlerin sırasıyla Cronbach-α değerleri: 0,759, 0,954, 0,855, 0,824, 0,752, 0,923 ve 0,775). Çalışmamızın iyi güvenilir olduğu Crombach-α değerin 0,70’in üzerinde oluşuyla gösterilmiştir. Ölçeği geliştiren Silverman ve arkadaşlarının çalışmasında ise Crombach-α değeri 0,86 (%86) bulunmuştur. Çalışmanın en önemli sonucu; OPAQ-SV’nin Türkçe geçerlik ve güvenirliği Türkiye toplumunda postmenopozal kadın hastalarda osteoporoza bağlı kırık saptamada ve yaşam kalitesini ölçmede geçerli ve güvenilir olduğudur.Evaluation of osteoporosis in terms of fracture and detection of fracture, if any, is important in the follow-up of osteoporotic patients. Primary health care services and family physicians are at an important point in the diagnosis of osteoporosis and make important contributions to the prevention of the problems it may bring with it. In our country, there is still no valid questionnaire that can be used in fracture evaluation of osteoporotic patients. The aim of this study is to test the Turkish validity and reliability of the short form of the existing English osteoporosis assessment questionnaire (OPAQ-SV) and to present it to the Turkish primary health care services and then to the whole medicine. Osteoporotic postmenopausal female patients admitted to Başkent University Ümitköy Endocrinology outpatient clinics were included in our study. The participants were administered the Turkish Osteoporosis Assessment Questionnaire Short Form (OPAQ-SV) and the EuroQol Test (EQ), the gold standard test. The questionnaires were administered face-to-face by a research assistant. The validity and reliability procedures of the original version of the OPAQ-SV were followed exactly. Out of 4625 patients admitted between December 2022 and August 2023, 238 patients who consented to participate in the study were randomized and offered to every 2nd patient to participate in the study. 2 weeks after the first test, 63 subjects randomly selected from these subjects were retested. After factor analysis, the scale items were reduced to 7 factors. The items collected under these factors were named "Mobilization", "Daily Activities", "Fear", "Back Pain", "Walking", "Independence", "Body Shape" respectively. The Cronbach-α value of the study was 0.722 (72.2%) (Cronbach-α values of the factors, respectively: 0.759, 0.954, 0.954, 0.855, 0.824, 0.752, 0.923 and 0.775). The good reliability of our study was demonstrated by the Crombach-α value above 0.70. In the study of Silverman et al. who developed the scale, the Crombach-α value was 0.86 (86%). The most important conclusion of the study is that the Turkish validity and reliability of the OPAQ-SV is valid and reliable in detecting osteoporosis-related fractures and measuring quality of life in postmenopausal women in the Turkish populationItem Proksimal humerus’tan elde edilen farklı kortikal kalınlık ölçümlerinin lokal ve tüm vücut kemik mineral yoğunluğu değerlerinin ilişkisinin araştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2024) Mahmut, Işık; Ekin, Kaya ŞimşekBu çalışmanın amacı, proksimal humerustan elde edilen çeşitli kortikal kalınlık ölçümleri ile hem lokal hem de tüm vücut kemik mineral yoğunluğu (KMY) değerleri arasındaki ilişkiyi araştırmaktır. Bu ölçümleri, altın standart Dual-Enerji X-ray Absorptiometri (DEXA) sonuçlarıyla karşılaştırarak osteoporozun teşhisi ve şiddetinin değerlendirilmesi için doğru yöntemleri belirlemeyi amaçlamaktadır. Bu prospektif klinik çalışmaya, 65-80 yaş aralığındaki 100 katılımcı dahil edilmiştir. Katılımcılara KMY değerlendirmesi için DEXA taramaları ve dual enerji bilgisayarlı tomografi (Dual BT) uygulanmıştır. Dominant ekstremiteden elde edilen omuz anteroposterior radyografilerden kortikal kalınlık ölçümleri yapılmıştır. Çalışma, medial kortikal oran (MKO), deltoid tüberosite indeksi (DTİ), ve lineer kortikal indeks (LKİ) ölçümlerini içermektedir. SPSS v25.0 kullanılarak yapılan istatistiksel analizlerle kortikal ölçümler ve DEXA sonuçları arasındaki ilişkiler incelenmiştir. Tüm vücut KMY değerlerinden elde edilen T-Skorları ile proksimal humerustan elde edilen KMY değerleri istatistiksel olarak birbiri ile anlamlı koreledir. Proksimal humerustan ölçülen kortikal kalınlık ölçümleri ile elde edilen indeksler ile DEXA kaynaklı KMY değerleri arasında anlamlı pozitif korelasyonlar mevcuttur. Direk grafi ölçümlerinde deltoid tüberosite indeksi (DTİ), Dual BT ölçümlerinde ise DTİ ve LKİ, proksimal humerus ve proksimal femur KMY değerleri için güçlü birer öngörücüdür. Dual-BT den elde edilen sonuçlara göre humerus başının osteoporoza bağlı yağlanması heterojenite göstermektedir ve yağlanma en fazla tüberkülüm majus ve minusta olmaktadır. Proksimal humerusta direkt grafi veya BT kullanılarak humerus proksimalinin lokal KMY’si öngörülecekse hem kırık noktalarında en az etkilenmesi hem de ölçümün basit ve güvenilir olması nedeniyle DTİ’i tercih edilmelidir. Humerus başının farklı anatomik lokalizasyonlarının aynı anda farklı KMY değerlerine sahip olması nedeniyle lokalizasyon spesifik kortikal kalınlık ve KMY ölçümlerine ihtiyaç vardır. The aim of this study is to investigate the relationship between various cortical thickness measurements obtained from the proximal humerus and both local and whole-body bone mineral density (BMD) values. By comparing these measurements with the gold standard Dual-Energy X-ray Absorptiometry (DEXA) results, the study seeks to identify accurate methods for diagnosing and assessing the severity of osteoporosis. This prospective clinical study included 100 participants aged between 65 and 80 years. Participants underwent DEXA scans and dual-energy computed tomography (Dual CT) for BMD assessment. Cortical thickness measurements were obtained from anteroposterior shoulder radiographs of the dominant extremity. The study includes measurements of the medial cortical ratio (MCR), deltoid tuberosity index (DTI), and linear cortical index (LCI). Statistical analyses were conducted using SPSS v25.0 to examine the relationships between cortical measurements and DEXA results. T-scores obtained from whole-body BMD values were statistically significantly correlated with BMD values obtained from the proximal humerus. There are significant positive correlations between the indices obtained from cortical thickness measurements of the proximal humerus and the BMD values derived from DEXA. In direct radiographic measurements, the deltoid tuberosity index (DTI) is a strong predictor for proximal humerus and proximal femur BMD values, while in Dual CT measurements, both DTI and LCI are strong predictors. According to the results obtained from Dual CT, osteoporosis-related fatty infiltration of the humeral head shows heterogeneity, with the most significant infiltration occurring at the greater and lesser tubercles. If the local BMD of the proximal humerus is to be predicted using direct radiographs or CT, DTI should be preferred due to its simplicity and reliability, as well as its minimal impact on fracture points. Due to the presence of different BMD values in different anatomical locations of the humeral head at the same time, there is a need for location-specific cortical thickness and BMD measurements.Item Renal transplant hastalarında hyaluronik asit dermal dolguların güvenliği ve olası komplikasyon yönetimi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2024) Meryem Özlem, Öztürk; Ayşe, Tunçer VuralSon yıllarda, hyaluronik asit (HA) dermal dolgu uygulamaları gibi minimal invaziv estetik işlemlere olan talep, toplumun genelinde olduğu gibi solid organ nakil hastaları arasında da artmıştır. Ancak, dolgu uygulamalarının bu hasta grubundaki yan etki profili tam olarak bilinmediği için hem hastalar hem de hekimler bu uygulamalara karşı çekinceler taşımaktadır. Literatürde bu konuda kanıt değeri yüksek yeterli çalışma yoktur. Bu çalışmada, böbrek nakil hastalarında HA dermal dolguların güvenliliğinin ve olası komplikasyonların yönetimininin araştırılması amaçlanmıştır. Bu çalışmaya, HA dermal dolgu yaptırmak amacıyla hastanemiz kozmetoloji polikliniğine başvuran 27 renal transplant hastası ve 25 sağlıklı kontrol grubu olmak üzere toplam 52 hasta dahil edilmiştir. Hastaların her bir zigomatik ark bölgesine yarımşar mL olmak üzere, toplamda bilateral 1 mL çapraz bağlı HA enjeksiyonu yapılmıştır. Hastalar, 1.ve 6. aylarda kontrolde değerlendirilmiş ve bu sürede gelişen herhangi bir advers olay varlığı araştırılmıştır. Araştırmadaki sağlıklı kontrol grubu, nakil grubuna göre başta botulinum toksin uygulaması olmak üzere (p<0.001) daha fazla estetik işlem yaptırmıştı (p=0.001). 1. ayda 3’ü renal transplant, 1’i kontrol grubunda olmak üzere toplamda 4 kişide birkaç gün süren hafif şiddette baş ağrısı şikayeti saptandı (p=0.611). Renal transplant grubunda 2 kişide enjeksiyondan 1 ay sonra başlayıp 1 ay süren dizestezi izlendi. 1 nakil hastasında, enjeksiyondan 4 ay sonra başlayan ve 10 gün süren enjeksiyon bölgesinde hassasiyet görüldü. Hipersensitivite reaksiyonu olarak değerlendirildi ve nonsteroid antienflamatuar ilaçlarla 3 gün içinde semptomlar düzeldi. 6. ay kontrollerinde iki grupta da başka herhangi bir advers olay saptanmadı. Çalışma sonunda renal transplant hastalarının % 93’ü, sağlıklı kontrol grubunun % 92'si gerekli hissederlerse aynı uygulamayı tekrar yaptırmak istediklerini belirtti (p=0.511). Nakil hastalarında da dolgu uygulaması sonrası genel popülasyonda görülebilen kanama, baş ağrısı, dizestezi, hipersensitivite reaksiyonu gibi ciddi olmayan, kısa süren advers olaylar nadiren meydana gelebilir. Dolgu uygulaması sonrası 6 aylık takipte, nakil hastaları ile sağlıklı bireyler arasında dolguya bağlı advers olay sıklığı açısından anlamlı bir fark bulunmamaktadır. Ayrıca renal transplant hastalarının dolgu uygulamasından memnuniyet oranı, sağlıklı bireylerde olduğu gibi yüksektir. Çalışmamız, renal transplant hastalarında HA dermal dolgu uygulamasının güvenilir olabileceğini göstermiştir. In recent years, the demand for minimally invasive aesthetic procedures such as hyaluronic acid (HA) dermal filler applications has increased among solid organ transplant patients, similar to the general population. The side effect profile of these procedures in this patient group is not well-documented, causing both patients and physicians to have reservations. There is a lack of high-quality evidence in the literature on this topic. This study aims to investigate the safety and potential complications of HA dermal fillers in kidney transplant patients. A total of 52 patients, including 27 renal transplant patients and 25 healthy controls who applied to our cosmetic dermatology clinic for HA dermal filler injections, were included in this study. Each patient was administered 0.5 mL of cross-linked HA into the zygomatic arch region, resulting in a total bilateral volume of 1 mL. Patients were monitored for adverse events during the follow-ups in the first and sixth months. The healthy control group had undergone more aesthetic procedures (p=0.001), particularly botulinum toxin applications, (p<0.001) than the transplant group. During the first month, four patients (three renal transplant recipients and one control) reported experiencing mild headaches that lasted for a few days (p=0.611). Two renal transplant patients experienced dysesthesia starting one month after the injection and lasting for another month. One transplant patient developed tenderness at the injection site starting four months post-injection, which lasted for ten days. This tenderness was considered a hypersensitivity reaction and resolved within three days with nonsteroidal anti-inflammatory drugs. Neither group experienced any additional adverse events at the six-month follow-up. By the end of the study, 93 % of the renal transplant patients and 92 % of the healthy controls expressed willingness to undergo the procedure again if needed (p=0.511). Transplant patients can rarely experience short-term adverse events such as bleeding, headache, dysesthesia and hypersensitivity reactions, which are similar to those seen in the general population following filler injections. Six-month follow-up revealed no significant difference in the frequency of filler-related adverse events between transplant patients and healthy individuals. Additionally, the satisfaction rate with the filler procedure was high among renal transplant patients, comparable to healthy individuals. Our study suggests HA dermal filler injections may be safe for renal transplant patients.