Tıp Fakültesi / Faculty of Medicine
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11727/1403
Browse
Item Hemoperfüzyon(TÜBİTAK TAG ,212-, 1987) Pişkin, Erhan; Haberal, Mehmet; Ertürk, Eyüp M.Item Suicide attempted by burning.(ANNALS OF THE MBC. 1, 2, 12-13, 1989) Haberal, Mehmet; Bayraktar, U; Bilgin, N; Gulay, H; Oner, ZSixteen patients who had attempted suicide by burning were admitted to Hacettepe Univerity Hospital Burn Center over the 9 years' period. Five of these patients were psychiatric and two of them had previously attempted to commit suicide. The mean age was 32 years and th4 overall mortality rate was 50%. This study shows that suicide by self-burning is giving a serious problem with high mortality rate. Therefore, prevention and education are involved in this matter.Item Hemodiyaliz hastalarında panel eeaktif antikor düzeyini etkileyen parametreler(Türk Nefroloji Diyaliz ve Transplantasyon Dergisi/Office Journal of the Turkish Nephrology, Association 1999;4:188-191, 1999) Özdemir, F.Nurhan; Sezer, Siren; Turan, Minüre; Güz, Galip; Arat, Zübeyde; Gülmüş, Şale; Haberal, MehmetKan transfüzyon sayısı, transplantasyon ve hamilelik hikayesi hemodiyaliz (HD) hastalarında panel reaktif antikor (PRA) düzeyini etkileyen en önemli üç faktör olarak bilinmektedir. Bu faktörlerin dışında da, PRA duyarlılığının nedeni bilinmeyen bir hasta grubunun da varlığı, diğer olası faktörlerin araştırılmasına yol açmıştır. Çalışmamızda merkezimizde HD programında olan hastaların PRA pozitifliğini etkileyen klinik ve laboratuvar parametreleri araştırmayı planladık. Çalışma grubu 94 kadın, 99 erkek hastadan (yaş ortalaması 44.6±15.8 yıl ve hemodiyaliz süresi 42.2+15.3 ay, 100 HCV(-), 93 HCV(+)) oluşuyordu. Otuz hastada renal transplantasyon hikayesi vardı. PRA düzeyi tayini One Lambda Cell Tray kullanılarak gerçekleştirildi. PRA değeri %30'dan yüksek olan hastaların sonucu pozitif kabul edildi. Hastaların yaş, HD süresi, kan grubu, transplantasyon hikayesi, HCV pozitifliği ve aldığı ortalama haftalık r-HuEPO dozu ile PRA pozitifliği arasındaki korelasyon araştırıldı. Çalışmamızda, HD süresi ve transplantasyon hikayesi ile PRA pozitifliği arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki mevcuttu (PRA (+) ve (-) hastaların sırasıyla HD süresi 50.8+40.5 ay, 37.1+38.9 ay, p =0.028, ve transplantasyon hikayesi olan hastaların PRA (+) olma oranı: %90 iken diğer hastalarda %17.2, p=0.0002 olarak bulundu). Hastaların yaş, cinsiyet, kan grubu, kan transfüzyonu sayısı, HCV enfeksiyonu, r- HuEPO dozu ve PRA pozitifliği arasında bir ilişki bulunmadı. Sonuç olarak, HD süresi ve renal transplantasyon PRA sensitizasyonu etkileyen önemli bir faktörlerdir. Bu konuda daha geniş çalışmalara ihtiyaç vardır. Blood transfusion, previous transplantation and pregnancy are the most important factors that influence the panel reactive antibody (PRA) sensitization in hemodialysis (HD) patients. The presence of PRA positive patients who has not been exposed to common triggering fetors have led the investigators to search for other causes of PRA sensitivity. We planned this study to search for the clinical and laboratory parameters and PRA positivity. Our study group was consisted of 94 female and 99 male patients (mean age: 44.6+15.8, mean HD duration: 42.2+15.3 months, hepatitis markers: 100 HCV (-) and 93 HCV ( +). Thirty of the patients had renal transplantation history. PRA measurement was performed with One Lambda Cell Tray. The patients whose PRA levels were more than 30% were accepted to be PRA positive. There was significant relation between transplantation history, HD duration and PRA levels of the patients (HD duration was 50.8+40.5 and 37.1+38.9 months, p =0.028 in PRA (+) and (-) patients respectively and PRA positivity ratio of patients with previous transplantation and those without were 90% and 17.2%, respectively, p=0.0002). We did not find any signifcant relationship between age, gender, HD duration, blood group, number of blood transfusions, r-HuEPO dose, presence of HCV infection and PRA positivity. In conclusion, HD duration and previous transplantation are important factors influencing PRA positivity.Item Effects of HCV-RNA positivity on serum IL-1 beta levels in chronic hemodialysis patients(Gazi Medical Journal ,12 ,4 ,155-158, 2001) Yücel, Ayşegül; Köseoğlu, Hamide; Yücel, Ahmet Eftal; Özdemir, Nurhan; Haberal, MehmetHepatitis C virüs (HCV) positivity and inflammatory cytokines such as interleukin(IL)-} beta, tumor necrosis factor-alpha and IL-6 secreted by activated macrophages are known to be important morbidity factors in chronic hemodialysis (HD) patients. in this preliminary stııdy, we aimed to compare serum IL-1 beta levels of 20 HCV-RNA-positive and 23 HCV-RNA-negative chronic HD patients. Methods: HCV-RNA-positivity and serum IL-1 beta levels were studied using nested reverse transcriptase-polymerase chain reaction and ELISA methods, respectively. Results: We could detect no statistically signifıcant difference between serum IL-1 beta levels in HCV-RNA-positive and HCV-RNA-negative groups (p>0.05). Conclusion: To our knowledge, this is the fırst study to examine the relationship between serum IL-1 beta level and HCV infection in HD patients. We had expected the level of IL-1 beta to be higher in HCV-RNA-positive group, and believe that the blood-dialyzer interaction strongly activated mononuclear cells, thus generating elevated levels of IL-1 beta in both groups. This could explain why HCV infection apparently did not affect serum IL-1 beta levels.Item Deneysel fizyoloji(2002) Kaplan, BirsenItem Bıçak yaralanmasına bağlı isole internal mamaryan arter injurisi: Yaşamı tehdit eden hemotoraksın alışılmamış bir sebebi(Erciyes TIp Dergisi. 25, 4, 186-188, 2003) OĞUZKAYA, Fahri; AKÇALI, Yiğit; BİLGİN, Mehmet; HABERAL, ArifGöğüs ön duvarının delici yaralanmaları, yaşamı tehdit eden komplikasyonlara yol açabilir. Bunlardan biri sol meme atardamarı ya da internal mammarian arterin (İMA) bıçakla yaralanması sonucu olan hemotorakstır. Gereç ve yöntem: Biz, son on yıl içinde, bıçaklanma sonucu izole IMA yaralanması olan on olguyu gözden geçirdik. Acil servise geldiğinde altı (%60) olguda hemorajik şok yardı. Bütün olgulara acil torakotomi yapıldı. Bulgular: Operasyon bulgusu, dokuz olguda (6 sol, 3 sağ) İMA kesişi komplet; Bir olguda ise sol İMA parsiyel kesişi vardı. Cerrahi yöntem dokuz olguda ligasyon, bir olguda lateral onarımdı. Ortalama hastanede kalış zamanı yedi gündü. Mortalité ve morbidité görülmedi. Sonuç: Sadece İMA yaralanmasının masif hemotoraksm sebebi olabileceği akılda tutulmalıdır. Penetran toraks travmasına bağlı massif hemotoraksta acil torakotomi hayat kurtarıcı olabilir Anterior thoracic penetrating injuries may result in life-threatening complications. One of these is massive hemothorax as a result of stab wounds to the internal mammary artery. Methods. We reviewed retrospectively ten cases with isolated internal mammary artery injuries resulting from stab wounds during the period of last ten years. Six patients (60%) were admitted in hemorrhagic shock into emergency room. Urgent thoracotomy was performed in all cases. Results. Operative findings were nine complete disruption of IMA (3 right and 6 left), and 1 partial one (on the left). Surgical methods were ligation (n=9) and lateral repair (n=1) . Average hospitalisation time was 7 days. There were no complications or mortality. Conclusions. Isolated IMA injury may be the unique cause of massive hemothorax. Urgent thoracotomy may be life-saving for patients with hemorrhagic shock due to penetrating thoracic injury.Item Tromboze greft arteryovenöz fistülü olan hastalarda arrow-trerotola cihazi ile perküten mekanik trombektomi(Tanısal ve Girişimsel Radyoloji ,9 (3) ,371-376, 2003) Fırat, Ali; Aytekin, Cüneyt; Boyvat, Fatih; Emiroğlu, Remzi; Haberal, MehmetTromboze arteryovenöz fistülü olan hemodiyaliz hastalarında perkütan mekanik trombektomi işleminde kullanılan Arrow-Trerotola cihazının etkinliğinin ve güvenilirliğinin araştırılması. GEREÇ VE YÖNTEM Greft fistül oklüzyonu olan 10 hastaya Arrow-Trerotola cihazı ile perkütan mekanik trombektomi işlemi yapıldı. 10 hastaya toplam 13 kez işlem uyglandı. Teknik başarı, komplikasyonlar, primer ve sekonder açık kalım oranları değerlendirildi. Teknik başarı oranı %84 idi (13 işlemin 11'inde). Hastaların hiç birisinde majör komplikasyon izlenmedi. Ortalama takip süresi 8,5 ay idi. Yedi hastada greft fistüller hala patenttir. Bu 7 hastanın 3'ünde patensinin devamı için ek işlemler uygulandı. Üç aylık primer ve sekonder açık kalım oranları sırasıyla %66 ve %77 olarak hesaplandı. SONUÇ Arrow-Trerotola perkütan mekanik trombektomi cihazı tromboze hemodiyaliz greftlerinin tedavisinde kullanılan etkili bir yöntemdir. To assess the safety and efficacy of the Arrow-Trerotola percutaneous thrombectomy device in the treatment of thrombosed hemodialysis access grafts in dialysis patients. MATERIALS AND METHODS: Ten patients with graft fistula occlusion underwent mechanical thrombectomy with Arrow-Trerotola percutaneous thrombectomy device. Thirteen trombectomy procedures were performed in ten patients. Technical success, complications, primary and secondary patency rates were noted. RESULTS: The technical success rate was 84% (11 of 13 procedures). There were no major complications. The mean follow-up period was 8,5 months. The graft fistula are still functional in seven patients. In 3 of 7 patients, additional procedures were needed for patency. The 3-month primary and secondary patency rates were 66% and 77% respectively. CONCLUSION: Percutaneous mechanical thrombectomy with the Arrow-Trerotola device is an effective method for the treatment of the thrombosed hemodialysis grafts.Item Sağ kolon kanserini taklit eden dev villöz adenoma(Turkish Journal of Gastroenterology. 15, 4, 270-273, 2004) YAĞMURDUR, Mahmut C.; ALEVLİ, Feride; GÜR, Gürden; HABERAL, Nihan; MORAY, Gökhan; BOYACIOĞLU, Sedat; HABERAL, MehmetSeksenbeş yaşında bayan hasta sağ alt kadranda ağrı ve şişlik yakınmasıyla başvurdu. Ayrıca sağ inguinal hernisi de mevcuttu. Abdominal tomografide çekum ve terminal ileumda yaklaşık 13,5 cm'lik bir segmentte asimetrik nodüler duvar kalınlaşması, saptandı. Kolonoskopide, çekumda lümeni ileri derecede daraltan, üzerinde yoğun mukus salgısı içeren polipoid lezyon saptandı. Kolonoskopi sırasında alınan multiple biopsilerin patolojik incelemesinde villöz adenom morfolojisi görüldü, malignite saptanmadı. Endoskopik polipektominin mümkün olmadığı hasta ameliyat edildi. Sağ kolonda çekum üzerinde 18x6x4 cm boyutlarında sert kitle görüldü ve hastaya sağ hemikolektomi yapıldı. Patolojik incelemesinde villöz adenom dışında başka patolojik bulguya rastlanmadı. Bir yıllık izleminde subjektif yakınması olmayan hastanın kontrol kolonoskopik incelemelerinde patolojik bulguya rastlanmadı. Sonuç olarak, inguinal herni nedeniyle başvuran ileri yaş hastalar, intraabdominal yer işgal eden lezyonlar yönünden dikkatli araştırılmalıdır. Bununla birlikte villöz adenomlar, elektrolit dengesizliğine neden olmaksızın, parsiyel obstrüksiyona neden olacak kadar büyük boyutlara ulaşabilir ve kolon kanserini taklit edebilir. An 85-year-old woman was admitted to our hospital due to pain and swelling in her right inguinal region. She had a right inguinal hernia. Abdominal computerized tomography revealed an 8x8 cm cecal mass and also a 13.5 cm segmental asymmetric nodular thickening of the cecum. Colonoscopic examination revealed a sessile polypoid mucus-secreting mass mimicking carcinoma that narrowed the cecal lumen. Histopathological examinations of sections from colonoscopic biopsy materials on light microscopy revealed villous adenoma morphology. The patient underwent operation, and an 18x6x4 cm mass, which partially obstructed the cecum, was seen. A right hemicolectomy was performed for complete excision. Histopathological examination revealed a pure villous adenoma, and there was no sign of malignant degeneration. On the 6th postoperative day, the patient was discharged from the hospital. During follow-ups at three-month intervals throughout one year, no abnormal colonoscopic or laboratory findings were assessed. We believe that, in older patients with inguinal hernia, presence of intraabdominal mass should be considered. Furthermore, we showed in this report that villous adenomas can reach significant dimensions without causing any obtructing signs or electrolyte imbalance and can mimic colon carcinoma.Item Hematolojide ayırıcı tanı(2004) Boğa, Can; Özdoğu, HakanItem Yenidoğan döneminde serum prohepsidin düzeylerinin tam kan sayımı, demir parametreleri ve sepsis ile ilişkisi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2005) Çelik, G.Banu; Gürakan, BerkanHepsidin demir metabolizmasında anahtar rol oynayan, hepatositlerde üretilen, 25 aminoasitten oluşan, antibakteriyel bir peptiddir. Hepsidin demirin intestinal absorbsiyonunu, makrofajlardan salınımını ve transplasental geçişini inhibe eder. Prohepsidin hepsidinin 84 aminoasitten oluşan prekürsörüdür. Yenidoğan döneminde serum prohepsidin düzeyleri bilinmemektedir. Bu çalışma ile yenidoğan bebeklerde serum prohepsidin düzeylerinin belirlenmesi ve sepsisli yenidoğan bebeklerdeki düzeylerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya 16 sağlıklı term, 26 sağlıklı prematüre, 6 sepsisli term ve 15 sepsisli prematüre olmak üzere 63 yenidoğan bebek alındı. Bebeklerden bir defa alınan kan örneğinde serum prohepsidin düzeyi, tam kan sayımı, demir parametreleri ve C-reaktif protein bakıldı. Serum prohepsidin düzeyleri sağlıklı term bebeklerde 482±371,9 ng/mL (ortalama: 464,4), sağlıklı prematüre bebeklerde 496,7±443,5 ng/mL (ortalama: 231,3) bulundu. Bu iki grup arasında istatistiksel olarak fark yoktu. Term bebeklerde ve prematüre sağlıklı grupta prohepsidin düzeyleri ile örnek alınma günü ve doğum ağırlığının ilişkili olmadığı görüldü. Prematüre sağlıklı grupta prohepsidin düzeyleri ile gestasyon haftası arasında ilişki bulunmadı. Term sepsis grubunda prohepsidin düzeylerinin sağlıklı gruba göre önemli oranda yüksek olduğu tespit edildi. Tüm hastalar birlikte değerlendirildiğinde, prohepsidin düzeyleri ile tam kan sayımı ve demir parametreleri arasında ilişki bulunmadı. Bu sonuçlar ile sağlıklı term ve prematüre yenidoğan bebeklerde prohepsidin düzeylerinin dağılım aralığının geniş olduğu, sağlıklı erişkin ve süt çocuğu düzeylerine göre daha yüksek iv 4 olduğu görülmektedir. Bu durumun postnatal erken dönemde demir ihtiyacının azalmasına bağlı olabileceği düşünüldü. Bu dönemde görülen prohepsidin yüksekliği, glomerüler filtrasyon hızının fizyolojik düşüklüğüne bağlı da olabilir. Term sağlıklı grubuna göre term sepsis grubundaki anlamlı prohepsidin yüksekliği de hepsidinin bir akut faz reaktanı olmasına ve antibakteriyel etkisine bağlanabilirItem Kronik el ekzemalarında pimekrolimus kremin etkinliğinin flutikazon propiyonat krem ile karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2005) Seda Battaloğlu; Güleç, A. TülinEl ekzeması, ellerde eritem, skuam, vezikül ve fissürler ile karakterize, tekrar etme eğilimi gösteren, sık görülen bir deri hastalığıdır. Topikal steroidler el ekzeması tedavisinde ilk seçenektir. Ekzemanın sık tekrarlaması, bu kremlerin uzun süreli kullanılmasına ve yan etkilerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu nedenle, hastalığın tedavisinde etkili ve uzun süre güvenle kullanılabilecek yeni topikal ajanlara ihtiyaç vardır. Pimekrolimus, non-steroid antiinflamatuvar bir kalsinörin inhibitörüdür. Atopik dermatit tedavisinde uzun süredir güvenle kullanılmaktadır. Kronik el ekzemalarında pimekrolimus krem ile flutikazon propiyonatın etkinlik ve güvenilirliğini kıyaslamak için, tek kör ve randomize bir klinik çalışma planlanmıştır. Her iki tedavi maliyet açısından da karşılaştırılmıştır. Şubat 2005-Haziran 2005 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı'na başvuran kronik el ekzemalı 16 hasta çalışmaya alınmıştır. Her iki tedavi ekzemada iyileşme sağlamıştır. 16 hastanın 10'unda (%62,5) tama yakın ya da tam düzelme, bir hastada belirgin, 2 hastada orta ve 3 hastada da hafif düzeyde düzelme tespit edilmiştir. Pimekrolimus grubu ve flutikazon propiyonat grubu arasında tedaviye yanıt açısından istatistiksel fark tespit edilmemiştir (p>0,05). Tedavi sırasına pimekrolimus grubunda yer alan 3 hastada yan etki izlenmiştir. İki hastada tedavinin ilk birkaç gününde görülen ve tedaviyi kesmeyi gerektirmeyen yanma hissi ve bir hastada tedavinin ikinci haftasından tedavi sonuna kadar devam eden deride incelme hissi saptanmış, ancak klinik değerlendirmede deride atrofi tespit edilmemiştir. Sonuç olarak pimekrolimus krem kronik el ekzemalarının tedavisinde flutikazon propiyonat kadar etkili ve güvenilir bulunmuştur. Ancak tedavi maliyetinin flutikazon propiyonattan 6 kat fazla olduğu belirlendiği için kronik el ekzemalarında tedavi seçilirken bu durumun göz önüne alınması gerektiği düşünülmektedir. Hand eczema is a common skin disease with remissions and exacerbations, characterized by erythema, squam, vesicle and fissures. Pimecrolimus is a new non-steroid anti-inflammatory calcineurin inhibitory that can be used in the treatment of chronic hand eczema. A randomized, observer blinded, comparison study of pimecrolimus cream versus fluticasone propionate was designed in order to evaluate the efficacy and safety profile between two agents. 16 patients with chronic hand eczema were enrolled in the study and randomized in two groups. They were all outpatients seen at the dermatology department of Baþkent University Faculty of Medicine between February 2005 and June 2005. Both pimecrolimus and fluticasone propionate improved the eczema. 10 of the total 16 patients (62,5%) showed complete or nearly complete response, one significant, 2 moderate and 3 minimal response was achieved. Statistical difference between two groups was not significant (p>0,05). Adverse events occurred in 3 of the 16 patients, all in the pimecrolimus group. Two patients complained a temporary burning sensation occurred in the first few days of therapy and one patient with a feeling of thinning of the skin but atrophy was not seen clinically. The cost of both therapies were investigated and compared with each other. The cost of both therapies were investigated and compared with each other.Pimecrolimus cream was found to be safe and equally effective to fluticasone propionate in the treatment of chronic hand eczema . But cost effect analyse showed that total cost of therapy was 6 times higher in the pimecrolimus group.Item Pediyatrik kalp cerrahisinde tromboelastograf kullanımı ve standart laboratuvar tetkikleri ile karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2005) Esen, Asım; A. Akpek, ElifBu çalışmanın amacı, konjenital kalp cerrahisi uygulanan hastaların koagülasyon sistem değişikliklerinin değerlendirilmesinde, (1) tromboelastograf ile standart laboratuvar tetkikleri arasında bir fark olup olmadığını araştırmak, ve (2) siyanotik ve asiyanotik patolojiye sahip hastaların bu farklı yöntemlere nasıl cevap verdiğini incelemektir. Başkent Üniversitesi Klinik Araştırma ve Etik Kurulu’nun izni ve çocukların ailelerinden onay alındıktan sonra, açık kalp cerrahisi uygulanarak biventriküler düzeltme ameliyatı planlanan ve yaşları 3 ay ile 10 yıl arasında olan 24 çocuk prospektif düzende çalışmaya alındı. Tüm hastalarda anestezi indüksiyon ve idamesi ile kardiyopulmoner bypass ve cerrahi teknikler standart tutuldu. Standart laboratuvar tetkikleri olarak protrombin zamanı (PTZ), aktive parsiyel tromboplastin zamanı (aPTT), platelet sayısı, fibrinojen ve D-dimer değerleri; tromboelastograf değerlendirilmesi için ise Roteg ile ilk pıhtı başlangıcı (R), pıhtı oluşum zamanı (K), alfa açısı (α), ve maksimum pıhtılaşma (maksimum amplitüd, MA) ölçüldü. Kan örnekleri santral venöz kateterden 3 zaman diliminde yapıldı: (1) indüksiyondan hemen sonra, cerrahi başlamadan önce (t1), (2) ameliyatın sonunda yoğun bakıma çıkmadan önce (t2), ve (3) yoğun bakımda 24’üncü saat (t3). Ameliyat sırasında ve sonrasında alınan standart laboratuvar tetkiklerinde platelet sayısında zaman içerisinde hafif bir düşme, PTZ değerlerinde ise normal üzerinde hafif bir artış tespit edildi. Fibrinojen ve aPTT değerlerinde ise önemli bir değişiklik kaydedilmedi. ACT değerleri her iki grupta da normal sınırlarda olmak üzere siyanotik grupta anlamlı şekilde daha düşüktü (p= 0.015). TEG ölçümlerinde ilk pıhtı başlangıcı, pıhtı oluşum zamanı ve alfa açısının EXTEG değerleri siyanotik ve asiyanotik gruplarda anlamlı fark gösterdi. TEG ve standart laboratuvar parametrelerinin hiçbirisinin yoğun bakımda ilk 24 saatlik kanama miktarı ile ilişkileri anlamlı bulunmadı. TEG ölçümleri ile standart laboratuvar tetkiklerinin karşılaştırılmasında, başlangıç platelet sayılarının hem INTEG hem de EXTEG ölçümlerindeki ilk pıhtı başlangıcı (R), pıhtı oluşumu (K), ve maksimum amplitüd (MA) başlangıç değerleri ile korelasyonu bulundu iv (p<0.05, hepsi için). Protrombin zamanı başlangıç değeri ise sadece ilk pıhtı başlangıcı ile ilişkili bulundu. Ameliyat sonundaki ölçümlerin değerlendirmesinde, hiçbir laboratuvar tetkiki ile TEG ölçümleri ilişkili bulunmadı. Sonuç olarak, açık kalp cerrahisi uygulanan çocukların ameliyat sırasında ve sonrasında yapılan koagülasyon sistem değerlendirmesinde, siyanotik ve asiyanotik çocukların TEG ölçümlerinde, standart laboratuvar tetkikleri ile gösterilemeyen anlamlı değişiklikler kaydedilmiştirItem Depreme bağlı eşikaltı travma sonrası stres bozukluğu ve ilişkili faktörler(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2005) Gökben Hızlı, Feride; Taşkıntuna, NilgünBu çalışmada, 1999 Ağustos veya Kasım depremlerini yaşamış ve halen Ankara'da ikamet eden depremzedelerde eşikaltı travma sonrası stres bozukluğu ve ilişkili incelenmiştir. Bu amaçla, çalışmaya katılmayı kabul eden depremzedelere klinik değerlendirme için Bileşik Uluslararası Tanı Görüşmesi ve Klinisyen Tarafından Uygulanan Travma Sonrası Stres Bozukluğu Ölçeği uygulanırken, yeti yitimi, yaşam kalitesi ve depresyon belirtilerinin değerlendirilmesi için Kısa Form-36, Kısa Yeti Yitimi Ölçeği ve Beck Depresyon Ölçeği uygulanmıştır. Sonuçta eşikaltı TSSB'si olan depremzedeler, TSSB olanlarla karşılaştırıldığında; yaşam kalitesindeki bozulma benzer bulunmuştur. Eşikaltı TSSB grubunda, travma yaşamamış sağlıklı kontrol grubuna göre yaşam kalitesi daha düşük ve yeti yitimi daha yüksek bulunmuştur. Bu araştırmanın sonuçları, daha önce yapılmış olan çalışmaların sonuçlarıyla uyumlu biçimde, TSSB için DSM IV tanı kriterlerinin genişletilmesinin gerekliliğini düşündürmektedir.Item Tam düzeltme ameliyatı yapılmış olan fallot tetraloji hastalarda ventrikül fonksiyonlarının ve B-tipi natriüretik peptid (BNP) düzeylerinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2005) Örün, Utku, Arman; Varan, BirgülFallot tetralojisi nedeniyle ameliyat edilmiş hastalarda pulmoner yetmezliğe (PY) bağlı olarak sağ ventrikül dilatasyonu ve disfonksiyonu gelişebilmektedir. Çalışmamızda BNP düzeyi ve doku Doppler ekokardiyografinin opere olmuş Fallot tetralojili (OFT) hastalarda ventrikül fonksiyonlarını göstermedeki etkinliğini araştırdık. Yaş ortalaması 11.1± 4.8 yıl olan, tam düzeltme ameliyatı yapılmış Fallot tetralojili 34 hasta ile 21 gönüllü kontrol çalışmaya alındı. Her iki grupta serum BNP düzeyi ölçüldü, standart ekokardiyografi ve doku Doppler çalışması yapıldı. Pulmoner yetmezlik derecesi renkli Doppler ile hafif, orta ve ağır olarak tanımlandı. Miyokardiyal performans indeks (MPİ), apikal dört boşluk pozisyonda, tüm ventrikül segmentlerinden doku Doppler ile çalışıldı. Telekardiyografik inceleme ile kardiyotorasik oran (KTO) bakıldı. QRS süresi, IVA değeri ve BNP düzeyi kullanılarak, ventrikül fonksiyonu hakkında bir indeks (RVDİ) oluşturuldu. OFT’li hastalarda BNP düzeyi kontrole göre belirgin yüksek bulundu (sırasıyla 45.8 ± 48.6 pg/ml, 19.2 ± 12.7 pg/ml, p<0.009). Ejeksiyon fraksiyonu ve fraksiyone kısalma gruplar arasında farklı değildi. Ancak OFT’li hastalarda tüm ventrikül segmentlerinde MPİ değerleri kontrole göre yüksekti. Sağ ventrikülün tüm segmentlerinde izovolemik kontraksiyon akselerasyonu (IVA), OFT’li hastalarda kontrole göre düşüktü. BNP düzeyi ile QRS ve QTd süreleri arasında orta (r=0.398, p<0.01, r=0.482, p<0.001), PY derecesi ile KTO arasında kuvvetli korelasyon belirlendi (orta PY, r=0.587, p<0.0001, ağır PY, r=0.757, p<0.001). Ayrıca BNP düzeyi ile IVA ve RV bazal segment Sm hızı arasında negatif korelasyon vardı. Sağ ventrikül bazal segment miyokardiyal hızları, OFT’li hastalarda, kontrol grubuna göre belirgin düşük bulundu. RV bazal segment Sm hızı, OFT’li grupta: 8.1 ± 1.7, kontrol grubunda: 20.5 ± 11.9 cm/sn (p <0.001); Em hızı OFT’li grupta: 15.6 ± 4.8, kontrol grubunda: 20.5 ± 10.5 cm/sn (p = 0.015); Am hızı, OFT’li grupta: 6.8 ± 2, kontrol grubunda:10.9 ± 3.5 cm/sn (p < 0.001) idi. RV bazal ve orta segment IVA değeri ile PY arasında kuvvetli negatif korelasyon belirlendi (r = -0.562, p <0.001, r=-0.590, p<0.001). QRS ve QTc süreleri ile RV bazal segment MPİ arasında kuvvetli korelasyon vardı (r=0.545, p<0.001, r=0.532, p<0.001). RV bazal segment Sm hızı ile QRS, QTc ve QTd arasında kuvvetli negatif korelasyon vardı. (r=-0.687, p<0.001, r=-0.587, p<0.001, r=-0.570, p<0.001). RVDİ değeri, OFT’li hastalarda kontrol grubuna göre yüksekti (p<0.0001). Ağır pulmoner yetmezlikli hastalarda RVDİ değerinin diğerlerine göre daha yüksek olduğu belirlendi. Tam düzeltme ameliyatı yapılmış olan Fallot tetralojili hastalarda, ilerleyen dönemlerde pulmoner yetmezliğe bağlı semptomatik sağ ventrikül dilatasyonu ve her iki ventrikülde fonksiyon bozukluğu görülebilmektedir. Standart ekokardiyografi ile erken dönemde gösterilemeyen sol ventrikül disfonksiyonu, doku Doppler MPİ ile gösterilebilmektedir. OFT’li hastlarda doku Doppler ile elde edilen IVA değeri, serum BNP düzeyi, KTO ve yüzey EKG ölçümlerinin birlikte değerlendirilmesi, hastalarda uygun zamanda pulmoner kapak replasmanına karar vermede yardımcı olabilir. Doku Dopplerin ventrikül kontraksiyon ve relaksasyon fonksiyonlarını değerlendirmedeki üstünlüğü, bu yöntemin OFT’li hastaların rutin izleminde kullanılabilecek bir yöntem olduğunu göstermektedir. RVDİ, kapak yetmezliği olan OFT’li hastaların ventrikül fonksiyonunu değerlendirmede kullanılabilecek bir değerdir. Ancak etkinliğini göstermek için prospektif çalışmalardan elde edilecek daha çok veriye ihtiyaç vardıItem Malnutrisyonun değerlendirilmesinde MIS sorgulaması ile iştah sorgulamasının karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2005) Çelik, HüseyinItem Statinlerin kardiyopulmoner bypass'taki antiiflamatuvar etkilerinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2005) Araz, Coşkun; Torgay, AdnanKoroner arter cerrahisi sırasında uygulanan kardiyopulmoner bypass (KPB) sırasında multifaktöryel olarak indüklenen inflamatuvar cevap, postoperatif dönemde hastaların morbidite ve mortaliteleri ile doğrudan ilişkilidir. Bu çalışmada, antihiperlipidemik özelliklerinin yanı sıra antiinflamatuvar özellikleri de tanımlanmış olan statinlerin, preoperatif dönemde uzun süreli (3 ay) kullanımlarının kardiyopulmoner bypass sonrası oluşan inflamasyona etkisini değerlendirmeyi amaçladık. Hastane etik kurulu ve hasta izinleri alındıktan sonra statin kullanım durumlarına göre hastalar iki grup halinde prospektif randomize olarak çalışmaya alındı. Statin grubu hastalarda statinlerin ameliyat öncesi döneme kadar devam edilmesi sağlandı. Her iki grup için standart anestezi yöntemi kullanıldı. İndüksiyonda etomidat 0.1-0.3 mg/kg, fentanil 7-10 mcg/kg ve veküronyum 0.1 mg/kg; idamede izofluran + O2/Hava ve %0.5-1.5 kullanıldı. Hastalardan ameliyat başlangıcında (T1), aorta klempi kalktıktan 5 dakika sonra (T2), kardiyopulmoner bypass sonlandırıldıktan 10 dakika sonra (T3) ve ameliyattan 6 saat sonra (T4) kan örnekleri alınarak IL-1β, IL-6 ve P-selektin düzeylerine bakıldı. Ayrıca eş zamanlı hemodinamik profilleri, arteriyel kan gazı örneklemeleri yapıldı. İntraoperatif KPB ve aorta klempi süreleri, hemodinamik profil, hemodinamik destek ihtiyacı ile postoperatif ekstübasyon, yoğun bakımda kalış ve hastaneden taburculuk süreleri, 24 saatlik drenaj ve idrar miktarları, hemodinamik destek ihtiyaçları, kan transfüzyonu ihtiyacı kaydedildi. Perioperatif dönemde gelişen komplikasyonlar ve hastaların pre- ve postoperatif mini mental test skorları kaydedildi. Hastaların demografik ve preoperatif özellikleri benzerdi. Gruplar arasında KPB, aorta klempi ve ameliyat süreleri, hemodinamik profilleri ve destek ihtiyacı, kan transfüzyonu miktarı, postoperatif dönemde ekstübasyon zamanları ve hastaneden taburculuk süreleri arasında anlamlı fark bulunmadı. Yoğun bakımda kalış süresi statin grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak kısa bulundu (p=0.012). Hastaların IL-1β, IL-6 ve p-selektin değerleri alınan tüm zamanlarda gruplar arasında birbiriyle benzerdi. Ancak hastaların T4 (ameliyattan sonraki 6. saat) zamanındaki IL-6 ve p-selektin değerleri bazal değerlere oranla anlamlı olarak yüksek bulundu. Grupların postoperatif CRP değerleri benzerken, bu dönemdeki sedimantasyon statin grubunda anlamlı olarak düşük bulundu. Gruplar arasında diğer komplikasyonlar açısından fark saptanmadı. Sonuç olarak, preoperatif dönemde statin tedavisi alan ve koroner arter cerrahisi geçirecek hastalarda, kardiyopulmoner bypass sırasında oluşan inflamatuvar yanıt statin tedavisi almayan hastalarla benzerdir. Postoperatif sedimantasyon değerleri statin grubunda daha düşüktür. Ayrıca statin grubundaki hastaların postoperatif yoğun bakım süreleri de daha kısa bulunmuştur.Item Siklosporin-A ve FK-506 (Tacrplimus) kullanan transplantasyon hastalarında major santral nörolojik yan etki oranının belirlenmesi ve yan etki-kan ilaç düzeyi arasındaki ilişkinin saptanması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2005) Eryılmaz, Savili; Benli, Ü. SibelOrgan transplantasyonu, 20. yüzyılın en önemli gelişmelerinden biri olup son evre böbrek ve karaciğer yetmezliğinin tedavisi olarak klinik uygulamada yerini almıştır. Özellikle siklosporin-A (CSA) ve FK-506 (Tacrolimus) gibi immünosupresif ilaçların kullanılmasıyla tedavi başarısı artmış, transplantasyon yaygın bir şekilde uygulanır hale gelmiştir. Ancak bu immünosupresif ilaçlar, ciddi yan etkilere sahiptir ve transplantasyonu takiben morbidite ve mortaliteyi artırabilirler. Bilhassa nörolojik yan etkiler tedaviyi sınırlayıcı ve yaşamı tehdit edici olabilmektedir. Bu çalışma, Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi'inde, 1 Ocak 1994- 1 Ekim 2004 tarihleri arasında yapılan karaciğer ve böbrek transplantasyonu hastalarında retrospektif olarak major santral nörolojik yan etki oranının belirlenmesi ve yan etki- kan ilaç düzeyi arasındaki ilişkinin saptanmasına yönelik yapılmıştır. Ayrıca yan etkinin meydana geliş zamanı da değerlendirilmiştir. 505 böbrek transplantasyonu hastasından 364'ü, 91 karaciğer transplantasyonu hastasından 27'si kriterleri karşıladığından çalışmaya alınabilmiştir. Bu hastaların 249 (%63,7)'unun CSA, 61 (%15,6)'inin FK-506, 81 (%20,7)'inin farklı zamanlarda olmak üzere her iki ilacı kullandığı tespit edilmiştir. 364 böbrek transplantasyonu hastasının kayıtlarının retrospektif olarak incelenmesi sonucunda 10 (%2,7)'unda, 27 karaciğer transplantasyonu hastasının kayıtlarının incelenmesi sonucunda ise 6 (%22,2)'sında major santral nörolojik yan etki saptanmıştır. Nörotoksisite saptanan 16 hastanın 12 (7 böbrek, 5 karaciğer)'si CSA, 4 (3 böbrek, 1 karaciğer)'ü FK-506 kullanmakta idi. Hem karaciğer transplantasyonu hem de böbrek transplantasyonu olan hastalarda, her iki ilaç arasında major santral nörolojik yan etki görülme oranı açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunmamıştır. Nörotoksisite- kan ilaç düzeyi arasında ilişki olup olmadığı değerlendirildiğinde ise, CSA kullanan 12 hastanın 6'sında kan ilaç düzeyi normal, diğer 6'sında ise yüksek bulunmuştur. Aynı şekilde, FK-506 kullanan 4 hastanın 2'sinde normal, 2'sinde yüksek tespit edilmiştir. Bu yüzden kan ilaç düzeyi ile nörotoksisite gelişimi arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Ayrıca, verilerden nörotoksisite oluş zamanı- ilaç kullanım süresi değerlendirildiğinde, 16 hastanın 11 (%68,8)'inde ilk 3 ay içinde nörotoksisite meydana geldiği görülmüştür.Bu çalışma sonuçları, her iki transplantasyon tipi hakkında literatürde bildirilen sonuçlarla uyumlu bulunmuştur. The organ transplantation, one of the most important developments in the 20th century, has become a viable therapy option for patients suffering from renal and liver disease. Specifically, the chance in successful outcome in treatment has increased and transplantation has been used widely by using immunosuppressive agents such as cyclosporin-A (CSA) ve FK-506 (Tacrolimus). But these immunosuppressive agents have serious adverse "side" effects and they may increase the morbidity and mortality after transplantation. Especially, neurological side effects may limit therapy and could be life threatening. The interest of this study is to identify major neurological side effects and to determine the relationship between side effects and blood drug levels in renal and liver transplant recipients retrospectively at the University of Başkent between January 1, 1994 and October 1, 2004. In addition, the timing of the side effects was also evaluated. 364 eligible patients of 505 renal transplant recipients and 27 eligible patients of 91 liver transplant recipients, who met the criteria, were included in the study. It was established that 249 (%63,7) of these patients were receiving CSA, 61 (%15,6) of them receiving FK-506, and 81 (%20,7) of the patients had used both drugs during different periods. Retrospective examination of the patient records showed that 10 out of 364 (2.7%) kidney transplant patients and 6 out of 27 (22.2%) liver transplant patients have experienced major central neurological side effects. Among 16 patients having neurotoxicity effects, 12 (7 kidney patients and 5 liver patients) were treated with CSA whereas 4 (3 kidney patients and 1 liver patient) of them were treated with FK-506. Among the patients who underwent either kidney or liver transplants, no significant statistical difference was observed between two drugs as far as the major central neurological side effects are concerned. When assessing the relationship between neurotoxicity and blood drug level for the patients treated with CSA, it was found that 6 out of 12 patients had normal and the other 6 patients had high blood drug level. Similarly, 2 out of 4 patients treated with FK-506 had normal and the other two had high blood drug levels. Therefore, no conclusive relationship could be found. Besides, when assessing the timing of neurotixicity due to the drug usage period by using the data, it was seen that neurotoxicity occurs in the first 3 months in 11 (%68,8) out of 16 patients. The results of this study are consistent with the results reported in the literature for both types of transplantation.Item Sol-Sağ şantlı doğumsal kalp hastalığı olan çocukların beslenme ve hemodinamik parametreleri ile serum leptin düzeyinin ilişkisi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2005) Ayşegül Olalı Küçükarap;Amaç: Sol-sağ şantlı doğumsal kalp hastalığı olan çocuklarda serum leptin düzeyi ile beslenme durumu, hemodinamik ve ekokardiyografik parametreler arasındaki ilişkiyi incelemektir.Hastalar ve Metodlar: Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Kardiyoloji Bölümü'ne Ocak 2004-Aralık 2004 tarihleri arasında başvuran, yaşları 3 ay-2 yaş arasında olan, sol-sağ şantlı 40 hasta çalışmaya alındı. Erkek-kız oranı 14/26, yaşları ortalama 12.4+-7.9 ay idi. Kalıtsal veya kromozomal hastalığı ve dismorfik özelliği bulunan, akut enfeksiyonu olan, düşük doğum ağırlığında doğan veya prematüre doğum öyküsü bulunan, konjenital kalp hastalığı dışında herhangi bir kronik hastalığı olan çocuklar çalışma dışı bırakıldı. Hastaların 20'si ventriküler septal defekt, 5'i atriyal septal defekt, 6'sı patent duktus arteriosus tanısı almıştı ve 9'u bu bozuklukların çeşitli şekillerde bir arada bulunduğu hastalardı. Hastaların ağırlığı, boy ve baş çevreleri ölçüldü ve vücut kitle indeksleri hesaplandı. Hastalar malnütrisyon varlığına göre gruplandırıldı. Buna göre malnütre hastaların olduğu grupta 31, diğer grupta 9 hasta bulunuyordu. Malnütrisyonu olmayan hasta sayısı az olduğu için boya göre ağırlığı %80'in üstünde ve altında olan hastalar da iki gruba ayrılarak incelendi. Ekokardiyografik ölçümlere göre sol ventrikül kütle indeksi ve relatif duvar kalınlığı hesaplandı. Kateterizasyon sırasında elde edilen ortalama pulmoner arter basıncı, pulmoner akım/sistemik akım oranı kaydedildi. Serum leptin, glukoz ve insülin düzeyi 8 saatlik açlık sonrası ölçüldü.Bulgular: Çalışmamızda sol-sağ şantlı doğumsal kalp hastalığı olan hastalarda malnütrisyon oranı yüksek bulundu (%77.5). Serum leptin düzeyi malnütrisyonlu grupta, malnütrisyonlu olmayan gruba göre düşük bulundu (sırasıyla 2.2+-1 ve 3.0+-5 ng/ml, p=0.000). Ortalama pulmoner arter basıncı malnütrisyonlu grupta diğer gruba göre yüksekti (Sırasıyla 32.3+-15.8 ve 22.2+-12.0 mmHg, p=0.031). Sol ventrikül kütle indeksi pulmoner hipertansiyonu olan hastalarda daha yüksek bulundu. Serum leptin düzeyi ile ortalama pulmoner arter basıncı, pulmoner akım/sistemik akım oranı ve sol ventrikül kütle indeksi arasında negatif korelasyon olduğu görüldü.Hastaların 16'sında (%40) kalp yetmezliği bulguları vardı. Kalp yetmezliği olan çocuklarda boya göre ağırlık anlamlı derecede düşüktü. Ortalama pulmoner arter basıncı ve sol ventrikül kütle indeksi kalp yetmezliği olan hastalarda yüksek, serum leptin düzeyleri düşük bulundu.Sonuç: Sol-sağ şantlı doğumsal kalp hastalığı olan hastalarımızda malnütrisyon yüksek oranda saptandı. Bunun nedeni hastalarımızın 3 ay-2 yaş arasında olmasıydı. Sol-sağ şanta bağlı kalp yetmezliği ve pulmoner hipertansiyon gelişen çocuklarda sol ventrikül kütle indeksi artmış, leptin düzeyi düşük bulunmuştur. Leptinin malnütrisyon ve ventrikül hipertrofisi patofizyolojisinde rol oynadığına dair kanıt elde edilememiş ancak beslenmenin ve hemodinamik sorunların beslenmeye getirdiği yükün iyi bir göstergesi olduğu sonucuna varılmıştır. Objective: To investigate the relation of serum leptin levels with nutritional status and with hemodynamic and echocardiographic parameters in patients with left-to-right shunt. Patients and Methods: From January till December 2004, 40 patients with left-to-right shunt aged 3 months to 2 years old were included in the study (Male to female ratio 14/26). The mean age was 12.4+-7.9 months. Patients with genetic or chromosomal disease, dysmorphic features, acute infection, history of low birth weight or prematurity and those with any other disease were excluded. Cardiac diagnoses included 20 ventricular septal defect, 5 atrial septal defect, 6 patent ductus arteriosus and 9 patients with a combination of these defects.The weight, height and head circumference of the patients were measured and body mass index was calculated. Patients were divided into two groups according to presence or absence of malnutrition. There were 31 patients in malnourished group and 9 patients in the other group. As the number of patients in the malnourished group were small we also studied them by dividing into two groups: Group I, patients less than 80% of their ideal weight for height and Group II, patients above 80% of their ideal weight for height. Echocardiographic parameters included left ventricular mass index and relative wall thickness. Pulmonary artery pressure and ratio of pulmonary to systemic flow were determined during cardiac catheterization. The serum leptin, glucose and insulin levels were measeured after 8 hours of fasting. Results: Seventy-five percent of our patients with left-to-right shunt had malnutrition. The serum leptin levels were lower in malnourished group than the other group (2.2+-1.1 and 3.0+-0.5 ng/ml, respectively, p=0.000). The mean pulmonary artery pressure was higher in malnourished group than the other group (32.3+-15.8 and 22.2+-12.0 mmHg, respectively, p=0.031). The left ventricular mass index was greater in patients with pulmonary hypertension. Serum leptin levels showed a negative correlation with pulmonary artery pressure, ratio of pulmonary to systemic flow and left ventricular mass index. Clinical findings of heart failure were found in 16 patients. Their weight for height were lower than the patients without heart failure. The mean pulmonary artery pressure, the left ventricular mass index were higher and serum leptin levels were lower in patients with heart failure than others.Conclusion: Malnutrition rate is high in this series of patients with left-to-right shunt as the age group included is 3 months to 2 years. We demonstrated that left ventricular mass index is higher and serum leptin levels are lower in patients with left-to-right shunt having pulmonary hypertension and congestive heart failure. We had no evidence that leptin plays role in the pathophsiology of malnutrition and ventricular hypertrophy in patients with congenital heart disease with left to right shunt but it is a good indicator of nutritional state and of the impact of hemodynamic factors on nutritionItem Yoğun bakım ünitesinde akut böbrek yetmezliği gelişen hastalarda mortaliteyi etkileyen faktörler(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2005) Sayın, Cihat Burak; Sezer, SirenAkut böbrek yetmezliği, saatler-günler içinde böbrek fonksiyonlarının bozulmasıyla ve glomerular filtrasyon hızında azalmayla seyreden bir tablodur. ABY, özellikle yoğun bakım ünitelerinde yatmakta olan hastalarda, kritik tabloya %5-20 oranında eşlik etmekte ve sıklıkla "çoklu organ yetmezliği sendromunun" bir parçası olarak yer almakta, mortalite oranı ise % 35-65 arasında değişmektedir. Sağkalan hastalarda, kronik renal replasman tedavisi ihtiyacı yalnızca % 5 oranında görülmektedir. Bu nedenle, bu hastalarda temel amaç, uygun koruyucu tedavi stratejileriyle ve eğer gerekirse uygun ve etkili renal replasman tedavisi ile bu hastalarda gelişebilecek üremik komplikasyonların önlenmesidir. Çalışmaya, Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne akut böbrek yetmezliği tablosuyla başvuran veya hastaneye yattıktan sonraki dönemde ABY gelişen, ve yoğun bakım ünitesinde yatan toplam 50 hasta dahil edildi. Hastaların ABY tanı kriteri olarak, bazal kreatinin düzeyinin, en az %50 oranında yada 0,5 mg/dL ve üzerinde üzerinde artış göstermesi öngörüldü. ABY tanısıyla yatırılan hastaların yatırıldığı günden itibaren, herhangi bir nedenle hastaneye yatıp hastanede ABY gelişen hastaların ise ABY tanısı aldığı günden itibaren prospektif takipleri yapıldı. ABY tanısıyla takibe alınan hastaların; hastaneye yattığı gün, ABY tanısı aldığı gün, ABY tanısı aldıktan sonraki 24, 48, 72. saatler ve (gerçekleşirse) taburcu olduğu günlerdeki; vital bulguları, BUN, kreatinin, albumin, prealbumin, total kolesterol, hemoglobin, hematokrit, beyaz küre, trombosit, C-reaktif protein, arteryal kan gazında pH ve HCO3, protrombin zamanı ve INR, fibrinojen, antitrombin III, d-dimer, fibrin yıkım ürünleri kaydedildi. Ayrıca, hastaların, beslenme tipi, taze donmuş plazma tedavisi ihtiyacı, ABY tipi, hemodiyaliz ihtiyacı, tipi, süresi ve sayısı, ABY öncesi ve sonrası kullandığı nefrotoksik ilaçlar, dozu ve süresi, kontrast maruziyeti, yoğun bakım ünitesine yatış sebebi, yatış süresi değerlendirildi. Yapılan çalışmada, 50 akut böbrek yetmezliği olan hasta değerlendirildi. İyileşmesi (recovery) gerçekleşen hastalar 29 kişiyken (% 58), diyalize bağımlı yaşam süren hastalar 5 (% 10), eksitus olan hastalar ise 16 kişi (% 32) bulundu. Yoğun bakım ünitesine yatış nedeni sepsis olanlar ve yoğun bakım ünitesinde yattığı dönemde sepsis gelişen hastalarda mortalite oranı, diğer hastalara göre istatistiksel olarak anlamlı bulundu (Sırasıyla P=0,02 ve P=0,000). Bu sonuçlar, sepsisin ABY olan hastalarda en önemli ölüm nedenlerinden biri olduğunu destekler nitelikteydi. Oligürik ve diyaliz ihtiyacı olan hastalarda, mortalitenin istatistiksel olarak çok daha yüksek oranda olduğunu saptadık. (Sırasıyla P=0,000 ve P=0,000). Bulgular, oligürik olmayan ve diyaliz ihtiyacı göstermeyen hastalarda ABY seyrinin daha selim olduğunu destekler nitelikteydi. ABY gelişimiyle diyalize başlama tarihi arasındaki süre ve toplam hastanede yatış süresinin mortaliteyle bir korelasyonu saptanmadı. ABY geliştiği günde ise hastaların kan beyaz küre sayısının yüksek olmasının (P=0,01) mortaliteyle istatistiksel ilişkili olduğu bulundu.Bu bulgular ışığında, akut böbrek yetmezliği gelişen hastalarda, mortalite prediktörleri belirlenmeye çalışıldı. Sepsis ve çoklu organ yetmezliğinin eşlik ettiği ABY hastalarındaki yüksek mortalite oranları göz önüne alınarak, bu hastalarda yeni gelişmekte olan tedavi stratejilerinin yararlı olabileceğini düşünmekteyiz. Acute renal failure (ARF) is a syndrome characterized by detoriation of renal function and decrease in glomerular filtration rate (GFR) in hours to days. AFR, specially seen in patients in intensive care unit (ICU) generally as a part of "multi-organ failure syndrome" with a percentage of 5-20%, and mortality rate of 35-60%. For survivors, renal replacement treatment is required for only 5%. For this reason, the main aim in these patients is to prevent uremic complications with suitable preventive therapy strategies and with suitable and effective renal replacement therapy if needed.For this study, a sample of 50 patients, who admitted to Baþkent University Hospital with diagnose of ARF, or who developed ARF in ICU after hospitalization were included. For ARF diagnose, a basal creatinin level higher than a least 50% or an increase higher than 0,5 mg/dL was considered. For patients diagnosed with ARF at the administration a follow-up was carried from the first day, and for patients who developed ARF during hospitalization, a follow-up was carried from the beginning of ARF. All the required data was collected prospectively. For all the 50 patients, vital signs, BUN, Creatinin, albumin, prealbumin, total cholesterol, hemoglobin, hematocrit, white blood cell, platelet, C-reactive protein, arterial PH and HCO3, prothrombin time, INR, antithrombin III, d-dimer, fibrin destroy product levels were recorded at admission, hospitalization day, ARF diagnose day, and 24th, 48th and 72nd hours after ARF diagnose. In addition, type of feeding, TDP need, ARF type, haemodialysis requirement, type, time and duration, drugs used before and after ARF diagnose, the reasons for staying in ICU and hospitalization duration for all these patients were recorded. Statistical analysis was made for all these 50 patients. 29 patients (58%) were grouped under the heading "recovery" for they lead a life without haemodialysis need, 5 patients (10%) were grouped as "patients who require haemodialysis for a life-time" and 16 paitents (32%) were grouped under the heading "exitus". The mortality rate of patients whose reason for admission to ICU was sepsis and patients who were diagnosed with sepsis during their ICU stay, was higher than other groups and these differences were statistically significant (p=0.003 and p=0.000, respectively). These results supported the importance of sepsis as a reason of mortality in ARF patients. The patients who were oliguric and who needed dialysis had a mortality rate higher than patients who were non-oliguric and who did not require dialysis and these results were also statistically significant (p=0.000 and p=0.000, respectively). These results showed that in patients who were non-oliguric and who did not require dialysis, ARF seems to have a benign course. A higher WBC count at the day of ARF development significantly increased the mortality rate (p=0.005). With the lightening of these results, mortality factors for the development of ARF were tried to be identified. As the high mortality rates of ARF patients with sepsis and multi-organ failure visualized, we think that the use of new treatment strategies for these patients would be helpful.Item Hemodiyaliz hastalarında okült viral B Hepatit sıklığı ve Hepatit C enfeksiyonunun okült viral B Hepatit sıklığı üzerine etkisi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2005) Kanbay, Mehmet; Gür, GürdenHepatit B virüs (HBV) enfeksiyonu hemodiyaliz hastalarında önemli bir sorun olmaya devam etmektedir. Bu duruma okült HBV enfeksiyonunun katkısı olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmada amaç; hemodiyaliz hastalarında okült HBV enfeksiyonun sıklığını saptamak ve Hepatit C enfeksiyonun (HCV) okült HBV enfeksiyonu sıklığına katkısının olup olmadığını saptamaktır. Çalışmaya hepatit B yüzey antijeni (HBsAg) negatif 138 adet hemodiyaliz hastası alındı. Bu hastaların 84?ü serum anti HCV pozitif ve 54?ü negatifti. Hastaların %15.2?inde (21/138) serum HBV DNA pozitif olarak tespit edildi. HCV enfeksiyonu olan hemodiyaliz hastalarının 12?inde (%14.2) ve HCV enfeksiyonu olmayan hemodiyaliz hastalarının 9?unda (%16.6) serum HBV DNA pozitif saptandı. Okült HBV enfeksiyonu saptanan hemodiyaliz hastaları ile saptanmayan hastaların yaş, cinsiyet, hemodiyaliz süreleri, serum AST-ALT düzeyleri ve HBV serolojileri bakımından bir farklılık saptanmadı (p>0.05). Sonuç olarak, bizim çalışmamıza göre hemodiyaliz hastalarında HCV enfeksiyonu varlığı okült HBV enfeksiyonu için bir risk faktörü değildir. Hepatitis B (HBV) infections continue to occur in adult hemodialyis units. Occult HBV infection (serum hepatitis B surface antigen (HBsAg) negative but HBV DNA positive) may be a contributory factor in these patients. This study was designed to investigate (1) the prevalence and clinical impact of occult HBV infection in hemodialysis patients (2) to compare the prevalence of occult HBV infection between HCV positive and HCV negative hemodialysis patients. We included 138 patients who were on chronic hemodialysis. Eighty four patients were serum anti HCV positive and fifty four patients were negative. Serum HBV DNA testing was performed by polymerase-chain reaction (PCR). We also recorded general characteristics of the patients, duration of hemodialysis, serum AST and ALT levels. Nine (16.6 %) of the 54 HCV negative hemodialysis patients were HBV DNA positive. Twelve (14.2%) of the 84 anti HCV positive patients were HBV DNA positive. Hemodialysis duration; demographic features and biochemical parameters were not significantly different in patients with and without occult HBV infection in both HCV positive and negative hemodialysis patients (p>0.05). Anti HCV positivity is not a contributory factor for occult HBV infection in hemodialysis patients. None of the parameters help to distinguish patients with occult HBV infection from those who are serum HBV DNA negative.