Tıp Fakültesi / Faculty of Medicine
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11727/1403
Browse
8 results
Search Results
Item Çocuk kardiyoloji bilim dalından istenen konsültasyon sebeplerinin ve sonuçlarının değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Shirinova, Lala; Erdoğan, İlkayGiriĢ: Kalp hastalıklarının başvuru şekli basit bir üfürümden ani ölüme kadar değişen geniş bir yelpaze içinde yer alabilir. Doğru ve zamanında tanı konulması ancak hastayı izleyen çocuk hekimlerinin bu konudaki duyarlılıkları ile mümkün olabilir. Diğer taraftan erişkin kalp hastalarında kalp hastalığı düşündüren göğüs ağrısı, çarpıntı gibi şikayetler çocuklarda daha nadir olarak kalp hastalığı ile ilişkilidir. Bu nedenle, hastaların hangi şikayet ve bulguların varlığında, ne amaçla konsülte edileceklerinin bilinmesi hem çocuk hekimlerinin, hem de tıp öğrencilerinin eğitimi açısından önemlidir. Bu çalışmamızda Başkent Üniversitesi Çocuk Kardiyoloji Bilim Dalı Polikliniği‟ne resmi olarak konsültasyonu sunulan hastalar dahil edildi. İstenen konsültasyonların zamanında ve uygun olarak yapılıp yapılmadığı, hastaların tanısında gecikmeye sebep olup olunmadığı değerlendirilerek, kliniğimizde gerekli düzenlemelerin ve eğitim programlarında güncellemelerin yapılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza 01.01.2019-31.12.2019 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Kardiyoloji Bilim Dalı Polikliniği‟nden konsültasyon istenen 18 yaşa kadar olan, yatan ve ayaktan takip edilen çocuk hastalar dahil edildi. Hasta verilerine hastanenin elektronik sistemi üzerinden gereken yasal izinler sağlandıktan sonra ulaşılarak konsülte edilen hastaların konsültasyon sırasındaki yaşı, cinsiyeti, yatarak veya ayaktan danışılması, konsültasyon isteğinin hangi bölümlerden ve servislerden olduğu, ön tanıları, kardiyak geçmişleri ve hastaneye yatış nedenleri, konsültasyon istenme nedenleri incelendi. Bulgular: Toplam 543 konsültasyon değerlendirildi. Çalışmaya konsültasyon istenen 229‟u (%42,2) kız, 314‟ü (%57,8) erkek çocuk hasta dahil edildi. Bu hastaların 425‟ine (%78,3) yatarken, 118‟ine (%21,7) ayaktan izlemde konsültasyon istenmişti. Ön tanısı olmayan hasta sayısı 283(%52) idi. Konsültasyon istenen 277(%51) hastanın kardiyak özgeçmişine ait herhangi bir bilgi bulunmadı. Konsültasyon istenen hastaların 163‟ünde (%30) kardiyak patoloji saptanmazken, 380‟inde (%70) kardiyak patoloji saptandı. Kardiyak patolojilerin 201‟i (%52,9) hastaların eski kardiyak sorunları ile ilgiliyken, 179‟u (%47,1) yeni tanı kardiyak patoloji idi. En çok konsültasyon isteyen bölüm yenidoğan bölümü idi (138 hasta, %25,4). Kardiyak öyküsü olan hastaların kalp dışı bir ameliyat öncesi değerlendirme istenmesi en fazla konsültasyon nedeniydi (84 hasta, %15,5). TartıĢma ve sonuç: Hastaların kardiyolojik muayene ve ekokardiyografi sonuçları belirlendi. Çalışmamız sonuçlarına göre, genel konsültasyon kurallarının yerine getirilmesinde muayene ve hastalardan elde edilen anamnez bilgilerinin konsültasyon istenilen çocuk kardiyoloji bölümüne aktarılmasında eksiklikler bulundu. Konsültasyonların aciliyetine göre sıraya konması, hastaların muayene bulguları, özgeçmiş ve soygeçmişleri ile ilgili kardiyak bilgilerin düzgün aktarılması, ön tanının belirtilmesi hem hekimlerimizin bilgi alışverişi sağlayarak bu alanda tecrübelerinin artmasına, hem de hastanın tanısının erken sürede konularak tedavinin zamanında başlanmasına zemin oluşturacaktır. Background: The presentation of cardiac diseases can range from a simple murmur to sudden death. Accurate and timely diagnosis can only be possible with the sensitivity of the pediatricians who follow the patient. On the other hand, complaints such as chest pain and palpitations in adult heart patients suggestive of heart disease are rarely associated with heart disease in children. Therefore, it is important for both pediatricians and medical students to know in which complaints and findings patients should be consulted and for what purpose. In this study, we included patients who were officially consulted at the Başkent University Department of Pediatric Cardiology Outpatient Clinic. It was aimed to evaluate whether the requested consultations were performed in a timely and appropriate manner and whether there was a delay in the diagnosis of the patients, and to make the necessary arrangements and updates in the training programs in our clinic. Materials and Methods: Inpatient and outpatient pediatric patients up to 18 years of age who were consulted at the Pediatric Cardiology Department Outpatient Clinic of Başkent University Faculty of Medicine Hospital between 01.01.2019 and 31.12.2019 were included in our study. Patient data were accessed through the electronic system of the hospital after obtaining the necessary legal permissions, and the age and gender of the consulted patients at the time of consultation, inpatient or outpatient consultation, from which departments and services the consultation request was made, preliminary diagnoses, cardiac history and reasons for hospitalization, and reasons for consultation were examined. Results: A total of 543 consultations were evaluated. The study included 229 (42.2%) female and 314 (57.8%) male pediatric patients. Consultation was requested in 425 (78.3%) inpatients and 118 (21.7%) outpatients. The number of patients without a prediagnosis was 283 (52%). There was no information about the cardiac history of 277 (51%) patients for whom consultation was requested. No cardiac pathology was detected in 163 (30%) patients, while cardiac pathology was detected in 380 (70%) patients. Of the cardiac pathologies, 201 (52.9%) were related to patients' old cardiac problems, while 179 (47.1%) were newly diagnosed cardiac pathologies. The neonatal department was the most frequently consulted department (138 patients, 25.4%). For patients with a cardiac history, the most common reason for consultation was for evaluation before non-cardiac surgery (84 patients, 15.5%). Discussion and conclusion: The results of cardiologic examination and echocardiography were determined. According to the results of our study, deficiencies were found in the fulfillment of general consultation rules and in the transfer of examination and anamnesis information obtained from the patients to the pediatric cardiology department where consultation was requested. Ordering the consultations according to the urgency of the consultation, proper transfer of cardiac information related to the examination findings, history and surname of the patients, and indication of the preliminary diagnosis will both increase the experience of our physicians in this field by providing information exchange, and will pave the way for early diagnosis of the patient and timely initiation of treatment.Item Üriner sistem taş hastalığı ile başvuran hastaların retrospektif analizi ve idrar kalsiyum sitrat oranının değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Dönger, Utku; Baskın, EsraGiriş: Üriner sistem taş hastalığı böbreklerde, üreterlerde, mesanede taş oluşumu ile ortaya çıkan kalıtsal, çevresel, beslenme ve ilaçlar gibi birçok etkenin rol oynadığı bir hastalıktır. Son 20 yılda dünyada prevalansı artış göstermiş olup üriner sistem taşları önemli bir sağlık sorunudur. Çocukluk çağı üriner sistem taş hastalığı prevalansının son yıllarda %5-10 arasında olduğunu gösteren çalışmalar mevcuttur. Ancak bölgesel farklılıklar, örneklem büyüklükleri ve yaş gruplarına göre üriner sistem taşı görülme sıklığı değişkenlik gösterebilir. Çocukluk çağı üriner sistem taş hastalığının tekrarlama olasılığı yüksek olup, son dönem böbrek hastalığına neden olmasıyla önemli bir morbidite sebebidir. Taş hastalığına üriner sistem anomalisi ve metabolik anormalliğin çoğunlukla eşlik etmesi nedeniyle çocukluk çağı üriner sistem taş hastalığını erken tanımak, altta yatan metabolik faktörleri ve üriner sistem anomalilerini taramak; morbiditeyi azaltmada ve kronik böbrek hastalığına gidişi engellemede önemli yer tutar. Yöntem ve Gereçler: Ocak 2012- Aralık 2022 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi Çocuk Nefrolojisi polikliniğine başvuran ve üriner sistem taş hastalığı öntanısı şle başvuran 0- 18 yaş aralığında toplam 989 hasta retrospektif olarak incelendi. 989 hastadan spot veya 24 saatlik idrar tetkiklerinde hem kalsiyum hem de sitrat tetkikleri bulunan ve eş zamanlı üriner sistem USG’si olan 325 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen 325 hasta başvuru anındaki ilk yapılan üriner sistem USG’sinde taş olup olmamasına göre 2 gruba ayrıldı. Hastaların demografik verileri, tıbbi öyküleri, laboratuvar verileri, radyolojik bulguları ve uygulanan tedaviler değerlendirildi. Spot ve 24 saatlik idrarda kalsiyum sitrat oranının üriner sistem taş hastalığında yeni bir belirteç olup olamayacağı araştırıldı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 325 hastanın %51,1’i erkekti. Hastaların tanı yaşı ortancası 29 ay olarak hesaplandı. Hastaların %57,9’unun ailesinde taş öyküsü mevcuttu. Tanı yaşı daha küçük olan çocukların ilk başvuruda sıklıkla huzursuzluk, İYE gibi nedenlerle başvurduğu daha büyük çocukların ise hematüri, kusma gibi nedenlerle başvurduğu görüldü (p<0,05). Cinsiyetler arasında idrarda ca/sit oranı açısından anlamlı fark saptanmadı (p>0,05). Çalışmamızda spot idrarda ca/sit oranı, taşı olmayan hastalarda ortanca 0,18 (0,01-3,29) mg/mg, taşı olan hastalarda ise ortanca 0,31 (0,01-3,47) mg/mg olarak saptandı. Yirmi dört saatlik idrarda bakılan ca/sit oranı ise taşı olmayan hastalarda ortanca 0,23 (0,02-5,73) mg/mg, taşı olan hastalarda ortanca 0,32 (0,01-6,54) mg/mg olarak bulundu. Çalışmamızda taş hastalığı olan çocuklarda taş hastalığı olmayan çocuklara göre spot ve 24 saatlik idrarda ca/sit oranı anlamlı bir şekilde daha yüksekti(p<0.05). Spot idrarda ca/sit oranı için 0,235’ten daha yüksek değerler taş riski açısından önemli bulundu. Taş tespit edilen hastalarda taşların en sık olarak renal pelvis (%75,8) yerleşimli olduğu görüldü. Mesanede taşı olan hasta yoktu. Taş saptanan hastaların 80’inde taşlar sol yerleşimli (%40,4), 75’inde bilateral (%37,8) yerleşimliydi. Taşların %78,3’ü 5 mm den küçük boyutta idi .En sık uygulanan tedavi yönteminin taş önleyici medikal tedaviler olduğu görüldü. Yorumlar: Çalışmamızda üriner sistem taşı olan hastalarda hem spot idrarda, hem de 24 saatlik idrarda ca/sit oranı, taşı olmayan hastalara göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Bunun yanında spot idrarda 0,235’ten yüksek değerler taş riski açısından önemli görülmektedir. Taş riski olan hastalarda tarama testi olarak spot idrarda ca/sit oranının kullanımı yararlı bir belirteç olabilir. Bu konuda prospektif, randomize kontrollü, daha fazla vaka sayısı içeren yeni çalışmalara ihtiyaç vardır.Background: Urinary tract stone disease is a disease characterized by the formation of stones in the kidneys, ureters and bladder in which many factors such as hereditary, environmental, nutritional and medications play a role. Its prevalence has increased worldwide in the last 20 years and urinary system stones are an important health problem. There are studies showing that the prevalence of urinary tract stone disease in childhood is between 5-10% in recent years. However, the prevalence of urinary tract calculi may vary according to regional differences, sample sizes and age groups. Childhood urinary tract stone disease has a high recurrence rate and is an important cause of morbidity as it causes end-stage renal disease. Since urinary system anomalies and metabolic abnormalities often accompany stone disease, early recognition of childhood urinary tract stone disease and screening for underlying metabolic factors and urinary system anomalies are important in reducing morbidity and preventing progression to chronic kidney disease. Materials and Methods: Between January 2012 and December 2022, a total of 989 patients between 0 and 18 years of age who were admitted to the Pediatric Nephrology outpatient clinic of Başkent University Ankara Hospital and diagnosed with urinary tract stone disease were retrospectively analyzed. Among 989 patients, 325 patients with both calcium and citrate in spot or 24-hour urine tests and concurrent urinary tract US were included in the study. Demographic data, medical history, laboratory data, radiologic findings and treatments were evaluated. The calcium citrate ratio in spot and 24-hour urine was investigated statistically as a new marker for urinary system stone disease.Results: Of the 325 patients included in the study, 51,1% were male. The median age at diagnosis was 29 months. 57,9% of the patients had a family history of calculi. It was observed that younger children presented with reasons such as restlessness and UTI at first presentation, whereas older children presented with reasons such as hematuria and vomiting (p<0.05). No significant difference was found between genders in terms of ca/sit in urine (p>0.05). In our study, the median ca/sit ratio in spot urine was 0,18 (0,01-3,29) mg/mg in patients without stones and 0,31 (0,01-3,47) mg/mg in patients with stones. Twenty-four-hour urine ca/sit ratio was 0,23 (0,02-5,73) mg/mg in patients without stones and 0,32 (0,01-6,54) mg/mg in patients with stones. In our study, spot and 24-hour urine ca/sit ratios were significantly higher in children with stone disease compared to children without stone disease (p<0.05). Values higher than 0,235 for the ca/cite ratio in spot urine were found to be significant in terms of stone risk. In patients with stones, the most common location of the stones was renal pelvis (75,8%). There were no patients with stones in the bladder. The stones were located on the left side in 80 patients (40,4%) and bilaterally in 75 patients (37,8%). 78,3% of the stones were less than 5 mm in size. The most common treatment modality was stone preventive medical therapies. Discussion: In our study, in patients with urinary system stones, both spot urine and 24-hour urine ca/cit ratio were found to be significantly higher than in patients without stones. In addition, values higher than 0,235 in spot urine are considered significant in terms of stone risk. The use of spot urine ca/cit ratio as a screening test in patients with stone risk may be a useful marker. Further prospective, randomized controlled studies with a larger number of cases are needed.Item Çocuklarda dirençli epilepsi gelişimini belirleyen faktörler(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2017) Önal, Esra; Sezer, TanerAmaç: Dirençli epilepsi gelişme riski yüksek olan çocuk hastaların erken belirlenmesi, hastaların ve ailelerinin hazırlanması, seçilmiş hastalarda çoklu antiepileptik ilaç (AEİ) tedavilerinin uygulanması ve epilepsi cerrahisi açısından erken dönemde değerlendirilmesi açısından faydalı olacaktır. Biz bu çalışmada, dirençli epilepsi tanısıyla izlenen hasta grubumuzda dirençliliği belirleyen faktörleri incelemeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk Nöroloji Bilim Dalı Ankara polikliniğinde 2008-2016 yılları arasında, Uluslararası Epilepsi ile Savaş Derneği’nin kriterlerine göre dirençli epilepsi tanısı alan, yaşları 1-17 arasında olan 100 çocuk hasta ve aynı bölümde epilepsi tanısıyla takipli, nöbetleri ilaç tedavisi ile kontrol altında olan, yaş ve cinsiyet olarak benzer özelliklere sahip 200 çocuk hasta çalışmaya alındı. Hastaların dosya bilgilerinden, demografik özellikleri perinatal ve postnatal hikâyeleri / komplikasyonları, aile hikâyeleri, epilepsi özellikleri, nörolojik muayene, EEG ve nörogörüntüleme bulguları ve tedavi verileri değerlendirildi. Bulgular: Dirençli epilepsi ve kontrol grubundaki hastalarda yaş ve cinsiyet açısından fark saptanmadı. Dirençli epilepsi gelişimi için risk faktörleri; status epileptikus öyküsü varlığı (p<0,001), psikiyatrik bozukluk (p=0,05), mental gerilik (p<0,001), motor gerilik (p<0,001) olması, ilk nöbetin jeneralize tipte olması (p<0,005), semptomatik epilepsi varlığı (p<0,001), nöbet başlangıç yaşının iki yaşın altında olması (p<0,01), başlangıçta ve takiplerde daha sık nöbet olması (p<0,001), manyetik rezonans görüntülemede anormal bulgular olması (p<0,001) ve takiplerdeki EEG bulgularının fokal tipte olması (p<0,001) olarak saptandı. Bu faktörler lojistik regresyon analiziyle tekrar değerlendirildiğinde mental gerilik (OR=5,392, %95 GA: 2,251-11,533, p=0,000), motor gerilik (OR=4,028, %95 GA: 1,734-9,359, p=0,001) ve ilk nöbet tipinin jeneralize tipte olması (OR=2,483, %95 GA: 1,271-4,853, p=0,008) bağımsız risk faktörü olarak belirlendi. Sonuç: Çocuklarda dirençli epilepsi gelişimi bu risk faktörlerini araştırarak öngörülebilir. Dirençli epilepsi gelişebilecek hastalarda yeni AEİ denenebilir ve ketojenik diyet, cerrahi girişim gibi tedavi yöntemleri için hasta erkenden hazırlanabilir. Purpose: Early detection of childhood patients with a high risk of developing resistant epilepsy will be beneficial in the early evaluation of patients and their families in terms of the application of multiple antiepileptic drug (AED) therapies and epilepsy surgery in selected patients. In this study, we aimed to investigate the determinants of resistance in our patient group who were diagnosed with resistant epilepsy. Material and Method: In the Başkent University Faculty of Medicine, Department of Pediatrics, Department of Pediatric Neurology policlinic,100 pediatric patients between the ages of 1-17 who are diagnosed with resistant epilepsy according to the criteria of International Association for the Combat of Epilepsy, between 2008-2016 and 200 pediatric patients with epileptic seizures controlled by drug therapy, who have the same age and gender characteristics were included in the study. Perinatal and postnatal histories / complications, family history, epileptic characteristics, neurologic examination, EEG and neuroimaging findings and treatment data were evaluated from the patient's file information. Results: There was no difference in age and gender in patients with resistant epilepsy and control group. Risk factors for development of resistant epilepsy are; presence of status epilepticus story (p<0,001), psychiatric disorder (p=0,05), mental retardation (p<0,001), motor retardation (p<0,001), generalized type of epileptic seizure in first seizure (p<0,005), symptomatic epilepsy (p<0,001), presence of seizure onset below two years of age (p<0,01), frequent seizures at baseline and follow-up (p<0,001), abnormal findings in magnetic resonance imaging (p<0,001) and EEG findings wtih focal type (p<0,001). When these factors were reevaluated by logistic regression analysis, mental retardation (OR=5,392, 95% GA: 2,251-11,533, p=0,000), motor retardation (OR=4,028, 95% GA: 1,734-9,359, p=0,001) generalized type of epileptic seizure in first seizure (OR=2,483, 95% CI: 1,271-4,853, p=0,008) were identified as independent risk factors. Conclusion: The development of resistant epilepsy in children may be predicted by investigating these risk factors. New AED can be tried in patients with resistant epilepsy and the patient can be prepared early for treatment methods such as ketogenic diet, surgical intervention.Item Çocuk hastaların böbrek ve üreter taşları tedavisinde beden dışı şok dalgaları ile taş kırma başarını etkileyen faktörler(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Akbaba, Kağan Türker; Kuzgunbay, Barışİlk olarak 1986 yılında, çocuk taş hastalarının tedavisinde beden dışı şok dalgaları ile taş kırma (Shock wave lithotripsy, SWL) yönteminin başarılı bir şekilde kullanılması ile ilgili rapor yayımlanmıştır. Bunu takiben geniş serilerde yetişkinlerle karşılaştırılabilir oranlarda komplikasyon, güvenilirlik ve taşsızlık oranları rapor edilmiştir. Düşük komplikasyon oranları olması nedeniyle SWL, çocuk hastalarda birçok durumda ilk basamak tedavi olarak kabul edilmektedir. SWL ile tedavi edilen çocuk hastalarda taşsızlık oranı erişkinlere oranla daha fazladır. Biz çalışmamızda, böbrek ve üreter taşı olan çocuk hastaların, üçüncü kuşak elektromanyetik SWL cihazı ile tedavisinde taş kırma başarısını etkileyen faktörleri araştırmak istedik. Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne bağlı iki merkezde 2003 ile 2014 yılları arasında Siemens Lithostar Modularis Uro-Plus (Siemens Medical Systems, Erlangen, Almanya) ile tedavi edilen 466 hastanın bilgileri retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya dahil edilen 466 hastanın, 507 renoüreteral ünitesindeki taşlar kırılmıştı. Tüm hastaların öyküsü incelenerek, fizik muayene bulguları, idrar kültürü, serum kreatinin ve kan üre azotu (BUN) tetkiki sonuçları incelendi. İntravenöz piyelografi, ultrasonografi veya opaksız bilgisayarlı tomografi tetkiki taş tanısı, yeri, taş yükü ve hidronefroz varlığı veya derecesi için inelenerek, bilgileri not edildi. Anatomik anomalisi ve staghorn taşı olan hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Sonuç olarak SWL ile tedavi edilen çocuk hastalarda toplam başarı oranı %86.2 idi. Taş yükü ve hidronefroz varlığının taş kırma başarısı ile yakın ilişkili olduğunu belirledik. Taş lokalizasyonunun, hastanın cinsiyetinin, yaşının, taş kırma sırasında kullanılan enerji miktarının, taşın opasitesinin, double J stent (DJS) bulunmasının ve nefrostomi kateteri bulunmasının taş kırma başarısını etkilemediğini tespit ettik. The success of Extracorporeal Shock Wave Lithotripsy (SWL) in children with renal stone disease was first reported in 1986. Following this, many studies have been conducted on a broad series of children evaluating the complications, safety and stone-free status rates of this method. SWL is accepted as the first-line treatment in children due to its lower complication rates and stone-free rates of children treated with SWL are higher than adults. The aim of this study is to evaluate the factors that affect the success of the third generation electromagnetic SWL method in the treatment of children with renal and ureteral stones. Data of 466 patients treated with Siemens Lithostar Modularis Uro-Plus (Siemens Medical Systems, Erlangen, Germany) in two different centers of Baskent University Health System between 2003 and 2014 were analyzed retrospectively. Five hundred and seven renoureteral units of 466 patients had been treated. Patient data included; a detailed medical history and physical examination; urinary culture, serum levels of creatinine and blood urea nitrogen workup for every case. Intravenous pyelography, ultrasonography or non-contrast computed tomography were used to determine stone localization, stone burden, and the presence and degree of hydronephrosis. Patients with anatomic abnormalities and staghorn stones were excluded from the study. The overall success rate of SWL in children was founded to be 86.2%. Stone burden, presence and degree of hydronephrosis did have an impact on the success rate; while stone localization, gender, age, amount of energy used in sessions, stone density, presence of double J stent and nephrostomy had no effect.Item Çocukluk çağında akut karaciğer yetmezliği(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2010) Karadağ Öncel, Eda; Özçay, FigenAkut karaciğer yetmezliği (AKY); çocuklarda nadir görülen ve mortalitesi yüksek olan bir durumdur. Karaciğerin metabolik ve sentez fonksiyonlarının hızlı bir şekilde bozulması ile gelişen bu çoklu organ yetmezliği tablosuna genellikle ensefalopati eşlik eder. Tek etkin tedavi olan karaciğer naklinin uygun hastalarda erken dönemde yapılması hayat kurtarıcıdır. Ocak 2000-Nisan 2009 tarihleri arasındaki 9 yıllık sürede, Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi’nde AKY tanısı ile izlenen 67 hasta çalışmaya alınarak AKY etiyolojisi, fizik inceleme bulguları, laboratuvar verileri, radyoloji ve mikrobiyoloji bulguları, karaciğer histolojisi araştırıldı. Başvurudaki PRISM, MELD ve PELD skorları hesaplandı. Hastalar prognoza etki eden faktörleri araştırmak ve karaciğer nakli zamanını belirlemek amacıyla destek tedavi ile düzelenler (grup 1) ve kaybedilen ya da karaciğer nakli yapılanlar (grup 2) olarak iki gruba ayrıldı. Hastaların yaşları 11 gün ile 17 yaş (ortanca 73 ay) arasında idi. Bir yaşından küçük 6 (%9) hasta varken, 5 yaşından büyük 35 (%52.5) hasta vardı. Etiyolojide enfeksiyöz nedenlerin (%69) yaygın görüldüğü, bunların içinde de en sık hepatit A’nın (%43.4), ikinci olarak NANE hepatitinin (%41) etken olduğu saptandı. Wilson hastalığı özellikle beş yaşından büyük çocuklarda en sık metabolik nedendi. Hepatit A (%55) ve toksik nedenlere (%75) bağlı AKY’de sağ kalım oranı yüksek bulunurken; NANE hepatiti (%5) ve Wilson hastalığında (%0) nakil yapılmadan sağ kalım oranı düşüktü. Çalışmamızda grup 1’de 23 (%34.3) hasta, grup 2’de 44 (20 kaybedilen, %29.8; 24 nakil yapılan %35.8) hasta vardı. Bu iki grubun demografik verileri karşılaştırıldığında küçük yaşta olmanın iyi prognozla ilişkili olduğu ve cinsiyet açısından farklılık olmadığı görüldü. Başvuru ve izlemde ulaşılan hepatik ensefalopati evresinin III-IV olmasının, ilk 24 saatteki PRISM ve PELD skorunun yüksek olmasının kötü prognozla ilişkili olduğu saptandı. Kaybedilen veya nakil olanlarda PT, INR ve aPTT daha uzun, total ve direkt bilirubin, amonyak, laktat daha yüksekti ancak hasta sayısı yeterli olmadığından anlamlı çıkan parametreler için bir kesim noktası (cut-off değer) belirlenemedi. Çalışmamızda karaciğer nakli yapılan ve destek tedavi ile düzelen hasta sayısı 47, toplam sağ kalım oranı %70.1 bulundu. Acute liver failure (ALF) is a rare condition in children with high mortality. Encephalopathy mostly accompanies this multiorgan failure with rapid deterioration of metabolic and synthesis function of the liver. Liver transplantation which is life-saving is the only effective treatment for suitable patients in the early period. 67 patients who were followed up for ALF at Başkent University Ankara Hospital during nine years period between January 2000-April 2009 were included in this study. Patients were evaluated for ALF etiology, physical examination findings, laboratory data, radiological, microbiological and histological results. PRISM, MELD and PELD scores on admission were calculated. Patients were classified as two groups to investigate factors that affect prognosis and to assign the time for liver transplantation. Patients who survived with supportive therapy were designated as group 1 and patients who died or underwent liver transplantation were designated as group 2. Ages of the patients were between 11 days and 17 years (median age 73 months). Six patients were younger than 1 year (9%) and 35 patients (52.5%) were older than 5 years. Infectious etiology was the most detected cause (69%); among them, hepatitis A (43.4%) and NANE hepatitis (41%) were the most frequent causes, respectively. Wilson’s disease was the most frequent metabolic cause in children older than 5 years of age. ALF due to hepatitis A (55%) and toxic reasons (75%) were found to have higher survival rates; while survival rates of NANE hepatitis (5%) and Wilson’s disease (0%) were lower without transplantation. In our study, there were 23 patients (34.3%) in group 1 and 44 in group 2 (20 died, 29.8%; 24 underwent transplantation,35.8%). When demographic data of these groups were compared, younger age was found to be related with good prognosis, besides there was no relation with gender. Not only the hepatic encephalopathy stage III-IV on admission and follow up, but also high PRISM and PELD score within first 24 hours were found to be related with poor prognosis. Patients who died or underwent transplantation had more prolonged PT, INR and aPTT values. Additionally, they had higher levels of total and direct bilirubin, amonium, lactate. However, we could not establish a cut-off value to predict poor prognosis for the parameters above because of insufficient number of patients. Overall 47 patients (70.1%) survived with supportive therapy or liver transplantation.Item Çocuklarda dispepsi semptom ölçeğinin fonksiyonel-organik dispepsiyi ayırmadaki değeri(2008) Canan, Mehmet Canan; Özçay, FigenDispeptik semptomlar hastalıga özgü degildir ve organik ve fonksiyonel gastrointestinal nedenlerin ayırımında yetersiz kalır. Bu çalısmada amaç, üst gastrointestinal sistem yakınmaları olan çocuklarda endoskopi öncesinde dispepsi ölçek formuna verilen yanıtlar dogrultusunda, organik dispepsiyi isaret edebilecek semptom skorunun belirlenmesidir. Eylül 2006-Eylül 2007 tarihleri arasında en az iki aydır devamlı veya aralıklı üst gastrointestinal sistem yakınmalarıyla basvuran 161 dispeptik çocuk ve adölesan (ortalama yas 13.5 ± 2.3 (10-17) ve %60’ı kız) çalısmaya alındı. Endoskopik ve histolojik inceleme öncesinde tüm hastalardaki gastrointestinal semptomların (epigastrik agrı, üst abdominal rahatsızlık, gögüste yanma, agıza eksi acı tat gelmesi, nefeste kötü koku, gegirme, bulantı ve çabuk doyma) siddet ve sıklıgı 5-puanlı Likert ölçegi ile saptandı. Organik dispepsi (OD) ve fonksiyonel dispepsi (FD) tanısı endoskopik histolojik bulgular birlikte degerlendirilerek konuldu. Hastaların yas, cinsiyet, vücut kitle indeksi, ilaç alım öyküsü, beslenme alıskanlıkları, dispepsi ile iliskili hayat kalitesi karsılastırılıp, her bir dispeptik semptomun siddet, sıklık ve çarpım skoru ile endoskopik ve histolojik inceleme sonuçları arasındaki iliski degerlendirildi. Hastaların %62’si OD ve %38’i FD grubunda idi. Endoskopide hastaların %12.4’ünde normal bulgular, %72.6’sında gastrit, %5’inde gastrit ve duodenit, %3’ünde gastrit ve erozif özofajit ve %7’sinde gastrit ve duodenal ülser saptandı. Organik dispepsi grubundaki 100 hastanın sadece %2’sinde normal endoskopik bulgular görülmüsken; FD’li hastaların %69’unda gastrit ve %2’sinde gastrit ve duodenit saptandı. Gastrik histolojide hastaların %29’unda normal bulgular, %18’inde hafif derecede kronik gastrit, %19’unda ortasiddetli kronik gastrit, %34’ünde kronik aktif gastrit vardı. Dispeptik hastaların %53’ünde ve OD’li hastaların %85’inde histolojide belirgin gastrik mukozal inflamasyon bulundu. Fonksiyonel dispepsili hastaların antral histolojisinde %31’inde hafif derecede kronik gastrit bulguları saptandı. Endoskopik antral eritematöz gastrit görünümüne her zaman belirgin gastrik inflamasyonun eslik etmedigi, histolojik olarak normal bulgular olan 27 hastanın (%16.7) endoskopik olarak gastrit tanısı aldıgı görüldü. Yas, cinsiyet, vücut kitle indeksi, beslenme alıskanlıgı ile dispepsi tipi arasında anlamlı iliski saptanmadı. Dispeptik yakınmalardan sadece epigastrik agrının siddeti, sıklıgı ve çarpım skoru ile dispepsi tipi arasında anlamlı iliski saptandı. Ancak, sekiz dispepsi çarpım skorunun birlikte veya tek basına incelendiginde, organik-fonksiyonel dispepsiyi ayıran kesin bir çarpım skoru sınır degeri elde edilemedi. Gece uyandıran karın agrısı, açlık karın agrısı ve antiasit alımı veya yeme sonrası semptomlarda hafifleme ile OD arasında anlamlı iliski bulundu. Gece uyandıran karın agrısı belirgin gastrik inflamasyonlu grupta daha fazla görüldü. Hastalarımızın 82 (%51)’sinin antrum histopatolojisinde Helikobakter pilori (Hp) görüldü. Gece uyandıran karın agrısı ve açlıkta epigastrik agrısı olanlarda Hp enfeksiyonu sıklıgı daha fazla idi. Antral noduler gastritli hastalarımızın %95’inde ve duodenal ülserli hastaların %91’inde Hp saptandı. Helikobakter pilori ile enfekte hastalarımızın hiçbirinde gastrik histolojide normal bulgu saptanmazken; enfekte olmayanların %60’ında gastrik histoloji normaldi. Bu çalısmada Likert dispepsi ölçeginin OD/FD ayırımında yararı görülmedi. Ayrıca OD/FD’yi ayırmada anlamlı bir dispepsi semptom skoru sınır degeri elde edilemedi. Organik dispepsi/FD ayırımını yapmada dispepsi skor sonucuna göre endoskopi yapılmasının klinik uygulamada yararı .gösterilemedi. Çalısmamızda kullandıgımız Likert ölçeginin yeniden düzenlenmesi veya aynı ölçegin daha fazla sayıda dispeptik hasta üzerinde uygulanması ve OD/FD tanımının çalısmamızdakinden farklı bir sekilde yapılmasının benzer çalısmalarda yararı olabilir. Dyspeptic symptoms are not specific to any disease, and they are not enough to differentiate organic and functional gastrointestinal disorders. The aim of our study, according to our dyspeptic patients’ answers to dyspepsia scale form, to define the symptom scores directing organic dyspepsia before performing upper gastrointestinal endoscopy. From September 2006 to September 2007 161 children and adolescents (age range 10- 17, mean 13.5 ± 2.3 , 60% girl) with chronic or recurrent upper gastrointestinal system symptoms lasting for at least 2 months were enrolled our study. . Before endoscopy, the severity and frequency of eight gastrointestinal symptoms (epigastric pain, upper abdominal discomfort, and pyrozis, bitter or sour taste in mouth, bad smell in breath, belching, nausea, and early satiety) were measured by 5-points-Likert Scale. We compared the patients with organic (OD) and functional dyspepsia (FD) in terms of age, gender, body mass index, history of drug ingestion, nutritional habits, quality of life related dyspepsia. We were evaluated the scores of severity, frequency and total scores of each dyspeptic symptoms and compared them with endoscopic and histological findings. One hundred and sixty one patients with dyspepsia divided into two groups according to their histological and endoscopic findings (OD in 62% and FD in 38%). Endoscopic findings were normal in 12.4 %, gastritis in 72.6%, gastritis and duodenitis in 5%, gastritis and erosive esophagitis in 3%, gastritis and duodenal ulcer in 7%. While the only 2% of 100 patients in OD group demonstrated normal endoscopic findings, patients in FD group demonstrated gastritis in 69%, and gastritis and duodenitis in 2%. Gastric histologic findings were normal in 29%, mild chronic gastritis in %18, moderate-severe chronic gastritis in %19, and chronic active gastritis in %34. The 53% of all dyspeptic patients and the 85% of patients in OD group had marked histological mucosal inflammation. 27 patients (16.7%) with endoscopic eritematous gastritis had falsely positive gastritis, because these patients have normal gastric antral histology. The age, gender, body mass index, and nutritional habits were not significantly different between patients with OD and FD groups. The severity and frequency scores of epigastric pain were significantly related with organic dyspepsia. However, after analyzing the total scores of eight dyspeptic symptoms one by one or in vii different combinations, no we could not find a threshold score that was able to indicate OD. Nocturnal abdominal pain, pain before meals, and resolving of symptoms after meals or ingestion of antacid drugs were not significantly related with OD. Nocturnal abdominal pain was observed higher in the group with marked gastric inflammation. In 82 patients (51%) Helicobacter pylori (Hp) was detected in their gastric antrum histopathologically. The patients with Hp infection had higher rate of nocturnal abdominal pain and epigastric pain before meals. In 95% of the patients who had antral nodular gastritis and in 91% of patients with duodenal ulcers had Hp infection. The patients with Hp infection had not normal gastric histology. In contrast, the patients with non-infected group were normal gastric histology in 60%. In this study, Likert dyspepsia scale was not beneficial in differentiating OD/FD groups. We suggest that Likert dyspepsia scale should be re-arranged for children or same scale should be applied in a larger cohort of dyspeptic children. The present study could not identify any distinctive dyspeptic symptom threshold score between patients with organic and functional dyspepsia. In clinical practice, the score and scope system was not beneficial differentiating the dyspeptic children in the two groups.Item Son 10 yılda hastanemizde izlenen çocukluk çağı trombozlarının retrospektif değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2006) Alioğlu, Bülent; Özbek, NamıkAmaç: Bu çalışma hastanemiz Pediyatik Hematoloji Bölümü’nce izlenen trombozlu çocukların tanı anındaki özellikleri, risk faktörleri, tedavileri ve klinik sonuçlarını incelemek amacıyla yapıldı. Materyal ve metotlar: Çalışmada 1997-2006 arasında tromboz tanısı alan 122 hasta retrospektif olarak klinik ve laboratuvar bulguları açısından incelendi. Sonuçlar: Hastaneye yatan çocuk hastalar içindeki tromboz sıklığımız 88,6/10.000 idi. Hastaların %31,1‘inde birden fazla bölgede tromboz vardı. Anatomik yerleşim bölgelerine göre, 42 periferik arter, 39 kalp içi, 38 karın veni, 36 periferik ven, 28 merkezi sinir sistemi trombozu saptandı. Tanı anındaki ortalama yaşları 4,9 yıldı. Hastaların %10,7’si yenidoğan, %35,3’ü bir yaş altında, %48,4’ü iki yaş altındaydı. Çalışma grubumuzun büyük kısmını (%43,4) doğumsal kalp hastalığı ve kendiliğinden oluşan trombozlar (%18,9) oluşturmaktaydı. Hastaların %66,1’inde en az bir edinsel risk faktörü vardı. En sık görülen edinsel risk faktörleri, ameliyatlar (%42) ve santral venöz kateter uygulamaları idi (%39). Doğumsal kalp hastalığı ve kardiyomiyopati, kalp trombozu için tek başına bir risk faktörüydü. Doğumsal kalp hastalığı olanlarda sağ ventrikül, KMP olan hastalarda sol ventrikül trombozları sıktı. Ayrıca infeksiyon ve SVK olan hastalarda sağ atriyum; anjiyografi uygulanan hastalarda sağ ventrikül trombozlarının sık olduğu saptandı. Pulmoner stenoz ve aort koarktasyonu, periferik arter trombozu ile ilişkili bulundu. Merkezi sinir sistemi trombozlarının %42,9’u doğumsal kalp hastalığı olan hastalardı. Doğumsal kalp hastalığı, MSS trombozu gelişmesi için tek başına risk faktörüydü. Kalıtsal faktörler, hastaların %54’ünde vardı. En sık görülen kalıtsal risk faktörü MTHFR 677C-T mutasyonu, ikinci sıklıkta faktör V Leiden mutasyonu saptandı. Kalp trombozu olan hastalarda faktör V Leiden mutasyonu sıklığının DKH olan hastalara göre daha sık olduğu saptandı. Merkezi sinir sistemi trombozlarının büyük kısmının tedavi verilmeden izlendiği, kalp ve periferik arter trombozlarının büyük kısmının trombolitik tedavi yoluyla tedavi edildiği saptandı. Hastaların %75,8’inin kısmen veya tamamen trombozu düzeldiği, %11,5’inde kanama ve %3,3’ünde majör kanama olduğu saptandı. Dokuz yıllık izlem süresince hastaların %2,5’inde trombozun yinelediği saptandı. Tüm ölüm sıklığı %16,4, tromboza bağlı ölüm sıklığı ise %1,7 idi. Tartışma: Hastanemizin DKH tanı ve tedavisinde ülkemizde referans merkezi olması nedeniyle, hasta popülasyonumuzun büyük kısmını bu hastalar oluşturmaktaydı. Bu nedenle, hastanemizde tromboz sıklığı literatürde bildirilenden yüksek bulundu. Uygulanan cerrahi ve invazif girişimlerin hastanemizde fazla yapılıyor olması trombozlu hasta sayımızı artırdığını düşünüyoruz. Çalışma grubumuzdaki hastaların ¼’ünde birden fazla bölgede tromboz saptanmıştır. Bu nedenle, hastalığın sistemik olduğunu ve trombozlu hastaların uygun yöntemlerle sistemik olarak değerlendirilmesinin faydalı olabileceğini düşünüyoruz. Edinsel ve kalıtsal risk faktörlerinin trombozlu hastalarda sistematik olarak incelenmesinin gerektiğini düşünüyoruz. Uygun hastalarda trombolitik tedavinin iyi bir seçenek olduğunu vurgulamak istiyoruz.Item Çocuklarda karaciğer transplantasyonunun hepatopulmoner sendrom, porto-pulmoner hipertansiyon ve kardiyak fonksiyonlara etkisi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2007) Kanra, P. Sema; Özçay, FigenBu çalışmada, Ocak 2001-Haziran 2006 tarihleri arasında siroz (50 hasta) veya akut karaciğer yetmezliği (9 hasta) nedeniyle karaciğer transplantasyonu yapılmış 59 hasta (8.25 yıl, yaş dağılımı 7 ay-16.5 yıl, K/E 22/37) klinik, laboratuvar ve kardiyolojik yönden değerlendirildi. Transplantasyon öncesi hastalarda klinik ve laboratuvar bulgularına göre Child-Pugh derecelendirmesi yapılıp, pediatrik son dönem karaciğer hastalığı skoru hesaplandı; arteriyel kan gazı ve pulse oksimetri ile hipoksemi belirlenerek; ekokardiyografi ve kontrast ekokardiyografi ile kardiyak fonksiyonlar değerlendirildi, pulmoner arteriyo-venöz fistül, hepatopulmoner sendrom ve porto-pulmoner hipertansiyon olup olmadığı araştırıldı. Transplantasyon öncesinde kontrast ekokardiyografi yapılan 39 sirozlu hastanın 10’unda (%25.64) pulmoner arteriyo-venöz fistül saptandı. Kontrast ekokardiyografisi pozitif ve negatif olan sirozlu hastaların cinsiyetleri, transplantasyon yapıldıkları yaş, siroz etiyolojisi, asit, çomak parmak ve varis varlığı, albumin, bilirubin, protrombin zamanı, pediatrik son dönem karaciğer hastalığı skorları, parsiyel arteriyel karbondioksit basıncı değeri ve mortaliteleri arasında istatistiksel olarak farklılık saptanmadı. Child-Pugh skoru pulmoner arteriyo-venöz fistülü olan hastalarda istatistiksel anlamlı olarak daha yüksek bulundu. Arteriyel kandaki düşük parsiyel arteriyel oksijen basıncı ve yüksek alveolararteriyel oksijen gradiyent değeri ile kontrast ekokardiyografide arteriyo-venöz fistül saptanması arasında ilişki olduğu görüldü. Transplantasyon öncesinde kontrast ekokardiyografi yapılan 39 sirozlu hastanın 8’inde (%20.5) hepatopulmoner sendrom saptandı. Hepatopulmoner sendrom tanısı alan ve almayan hastaların cinsiyetleri, transplantasyon yapıldıkları yaş, siroz etiyolojisi, asit, çomak parmak ve varis varlığı, albumin, bilirubin, protrombin zamanı, Child-Pugh ve pediatrik son dönem karaciğer hastalığı skorları, parsiyel arteriyel karbondioksit basıncı değeri ve transplantasyon sonrası mortaliteleri arasında istatistiksel olarak farklılık saptanmadı. Hepatopulmoner sendromu olan hastaların arteryel kandaki düşük parsiyel arteriyel oksijen basıncı ve yüksek alveolar-arteriyel oksijen gradiyent değeri ile hepatopulmoner sendrom arasında ilişki olduğu görüldü. Karaciğer transplantasyonunu takiben arteriyo-venöz fistül açısından 6 ay-3 yıl sonra tekrar değerlendirilen 7 hastanın kontrast ekokardiyografileri hastaların hepsinde negatif bulundu. Bu hastaların parsiyel arteriyel oksijen basıncı ve alveolar-arteriyel oksijen gradiyent değerleri normale döndü. Akut karaciğer yetmezliği olan 9 hastada transplantasyon öncesinde pulmoner arteriyo-venöz fistül bakılmadığı için hepatopulmoner sendrom tanı kriterleri tamamlanamadı. Transplantasyon öncesinde tahmini pulmoner arter sistolik basıncı hesaplanabilen akut karaciğer yetmezliği ve sirozu olan 47 hastanın 3’üne (%6.4) porto-pulmoner hipertansiyon tanısı konuldu. Transplantasyondan 6 ay-4 yıl sonra 34 hastanın tahmini pulmoner arter sistolik basınçları hesaplandı. Otuz dört hastanın transplantasyon öncesi ve sonrası pulmoner arter sistolik basınçları karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı, porto-pulmoner hipertansiyon saptanan 3 hastanın 2’sinin transplantasyon sonrası pulmoner arter sistolik basıcı normale döndü. Porto-pulmoner hipertansiyon ile sirozun ağırlığı arasındaki ilişki araştırıldığında porto-pulmoner hipertansiyonu olan ve olmayan hastaların Child-Pugh ve pediatrik son dönem karaciğer hastalığı skorları farklı değildi. Transplantasyon öncesi ve sonrasında sol ventrikül diastolik ve sistolik çaplarının, sol ventrikül alanlarının ve sol ventrikül kütlesinin hastaların yüzeylerine göre düzeltilmiş değerleri, aorta çapı, aorta çapı/sol atriyum çapı oranı istatistiksel olarak anlamlı farklı bulundu. Bu sonuçlar, bizim çalışmamızda karaciğer transplantasyonu ile hepatopulmoner sendrom ve porto-pulmoner hipertansiyon bulgularının kaybolduğunu ve kardiyak değişikliklerin düzeldiğini göstermektedir.