Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Health Science Institute
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11727/1393
Browse
Item 20-49 Yaş arası gebe kadınların vitamin d destekleri kullanım durumları ile beslenme ve depresyon durumlarının karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2020) Çukurovalı Soykurt, Seniha; Kızıltan, GülGebelik döneminde yeterli vitamin D alımı maternal ve fetal sağlığın devamlılığı ile olumsuz sonuçların önlenmesi açısından önemlidir. Vitamin D, gebelik ve plasenta ile ilişkili klasik olmayan işlevlerinin önemi üzerinde durmaktadır. Bu çalışma, 20-49 yaş arası gebelerin beslenme durumları, beslenme alışkanlıkları ve vitamin D destek kullanım durumu ile depresyon durumu arasındaki ilişkinin saptanması amacıyla planlanmış ve yürütülmüştür. Araştırma, Aralık 2018 ile Ocak 2019 tarihleri arasında Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniği’ne başvuran 20-49 yaş arası 150 gebe üzerinde yürütülmüştür. Bireylerin kişisel bilgileri, depresyon durumu, fiziksel ve besin tüketimindeki değişikliklere ilişkin bilgileri saptamaya yönelik anket formu uygulanmıştır. Gebelerin, besin tüketimleri ve beslenme durumları değerlendirilmiş, biyokimyasal parametreleri analiz edilmiştir. Çalışmada yer alan bireylerin yaş ortalaması 28.58 ± 5.94 yıl olarak saptanmıştır. Çalışmada yer alan bireylerin 75’i vitamin D kullanmakta, kalan 75’i kullanmamaktadır. Çalışmada yer alan bireylerden vitamin D kullananların ilk üç ayda kazanılan ağırlık ortancası 3.00 (IQR=4), kullanmayanların 4 (IQR=2) olarak saptanmıştır. Vitamin D kullanımı ile ilk üç ayda kazanılan vücut ağırlığı değerleri istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermiştir (p<0.005). Bireylerin serum D vitamini değerleri gebelik öncesi ve gebelik döneminde istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermiştir (p<0.001). Çalışmada yer alan bireylerden vitamin D kullananların Beck Depresyon Ölçek puan ortancası 9.00 (IQR=6), kullanmayanların 33.00 (IQR=13) olarak saptanmıştır. Vitamin D kullanımı ile ilgili puanlarda istatistiksel olarak anlamlı farklılık vardır (p<0.001). Sonuç olarak, vitamin D eksikliği ya da yetersizliğinin depresyonla ilişkili olduğunu gösteren, özellikle epidemiyolojik çalışmalardan elde edilen kanıtlar olmasına karşın, bu kanıtlar klinik çalışmalardan elde edilen sonuçlarla henüz yeterince desteklenmemektedir. Bu durumun detaylı incelenmesi için daha büyük çaplı çalışmalara ihtiyaç vardır. The sufficient intake off vitamin D during a women pregnancy is very important to prevent potential health problems and insure the health of both mother and baby troughout the pregnancy. The most recent research focused on the importance of functions which do not have a known connection with pregnancy, the placenta and vitamin D. This work of research, was planned and implemented with the purpose of determining the probable correlation between the development of depression and the condition of women who take vitamin D supplements. Their food intake, their eating habits and their attitude towards food were taken into account. Research was conducted on 150 pregnant women aged between 20-49 admitted to Ankara Ataturk Training and Research Hospital the Obstetrics and Gynecology Department between December 2018 and January 2019. A questionnaire consisted of personal information and data gathered from each of the participants to determine the affect on their food intake, depressive mood and physical dietary changes. Serum vitamin D levels were analyzed in Ankara Atatürk Training and Research Hospital Biochemistry Laboratory. In the clinic, general characteristics, food consumption and nutritional status of pregnant women who underwent physical examination were evaluated and biochemical analyzes were performed. The average age of participants in the study was found to be 28.58 ± 5.94 years. 75 of the individuals in the study used vitamin D and the remaining 75 did not used. The median weight gain in the first three months was found to be 3.00 (IQR= 4) and 4 (IQR = 2), respectively. On the basis of the use of vitamin D, the weight values obtained in the first three months showed a statistically significant difference. Serum vitamin D values of the individuals demonstrated statistically significant differences before and during pregnancy. The mean Beck Depression score was found to be 9.00 (IQR= 6) and 33.00 (IQR = 13), respectively. Relative scores were found to be statistically significant (p <0.001). As a result of the research, although evidence from vitamin D deficiency or insufficiency is associated with depression, especially from epidemiological studies, this evidence is not yet sufficiently supported by the results from clinical trials. Further studies are needed to investigate this situation in detail.Item 3T3L1 Hücrelerinde fruktotoksite ve mitokondriyal disfonksiyon(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Kınık, Sibel; Ataç, Fatma BelginObezite dünyada epidemi düzeyinde problem olan bir enerji dengesi bozukluğudur. Obezitenin artışında mısır şurubundan elde edilen fruktoz tüketimi büyük oranda sorumludur. Mitokondri hücrede enerji dengesini sağlamada çok önemli bir organel olarak obezitedeki metabolik bozukluklarda anahtar rol oynar. Obezitede besin yüklenmesi mitokondride yanlış katlanmış protein birikimine yol açabilir. Mitokondriyal kalite kontrol sistemleri şaperon ve proteazlardan oluşur ve nukleusa geri sinyaller göndererek hatalı proteinleri uzaklaştırarak mitokondriyal dengeyi sağlamaya çalışır. Preadipositten olgun yağ hücresine farklılaşma bir dizi transkripsiyon faktörlerinin çok iyi işleyişi ile düzenlenir. Yağ hücresi bu sırada artmış enerji gereksinimini mitokondri ile sağlar. Besin, ilaç ve genetik faktörler yağ hücresindeki mitokondriyal fonksiyonu bozabilir. Yüksek dozda işlenmiş fruktoz alımı ile visseral yağlanmanın arttığı ve mitokondriyon fonksiyonunun bozulduğu bilinse de mekanizmalar çok iyi anlaşılamamıştır. Fruktoz alımı ile obezite arasındaki ilişki nedeniyle, bu çalışmada fruktozun yağ hücre farklılaşmasındaki etkisini inceledik. Aynı zamanda 3T3-L1 preadiposit hücrelerinde fruktozun adipogenez sırasında mitokondri fonksiyonlarına olası zararlı etkisini göstermeyi hedefledik. Adiposit farklılaşması oil red-O boyama ile gösterildi. Tüm deney şartlarında fruktoz uygulanarak ve uygulanmadan mitokondriyal ve adiposit biyogenez genleri (Peroksizom proliferatör-aktive edici reseptör gamma (PPARγ), PPARγ koaktivator 1 alfa (PGC-1α), CCAAT enhancer-binding protein alfa (CEBPα), ve beta (CEBPβ) ve mitokondriyal katlanmamış protein yanıtı ile ilgili stres genlerinin (mitokondriyal “heat shock” protein 60 ve 70 (mtHsp60, mtHsp70), Mitochondrial processing peptidase β subunit (MPPβ, Pmpcb), Clp-like proteaz (Clpp), Endonükleaz G (Endog) ve “ubiquinol-cytochrome-c reductase complex assembly factor 1” (Uqcc) ifadelenmeleri 2, 4, 6 ve 8. günlerde çalışıldı.Sonuç olarak, fruktoz uygulanan 3T3L1 hücrelerinde olgun yağ hücresine dönüşümün arttığı görüldü. CEBPα, CEBPβ, Pmpcb, Clpp, EndoG, Uqcc genlerinin ifadelenmesi fruktoz uygulanan hücrelerde anlamlı olarak yüksekti. Çalışmamız fruktozun yağ hücresindeki mitokodriyal fonksiyonlarda bozucu etkilerini göstermiştir. Obesity is an energy balance disorder and a worldwide growing epidemic problem. It has been proposed that increased obesity rates may be due to increased consumption of fructose derived from dietary high-fructose corn syrup. As mitochondria are the primary organelles regulating metabolic and energy homeostasis, mitochondrial dysfunction is thought to play a key role in the pathogenesis of metabolic disorders in obesity. In obesity, nutrient overloading may lead to the accumulation of misfolded proteins in mitochondria. The mitochondrial quality control machinery is mainly composed of chaperones and proteases, which are up-regulated through a retrograde signaling pathway to the nucleus to degrade and remove damaged mitochondrial proteins maintaining mitochondrial homeostasis. Differentiation of preadipocytes into adipocytes is a highly regulated process whereby a series of transcription factors. During adipogenesis, adipocyte differentiation program requires large amount of energy and biogenesis of mitochondria is stimulated. Nutritional, pharmacological, and genetic impairments of adipose mitochondrial function lead to the dysregulation of homeostasis. Highly refined fructose intake increases visceral adiposity and mitochondrial dysfunction although the mechanism(s) remain unclear Given the potential connections between fructose intake and obesity, we examined the effects of fructose on adipocyte differentiation. Also we want to show the detrimental impacts of fructose on the mitochondrial dysfuction during adipogenesis in 3T3-L1 preadipocyte cells. Adipocyte differentiation was shown with oil red-O staining. In all experimental conditions with and without fructose, expression rates of mitochondrial and adipocyte biogenesis genes (peroxisome proliferator-activated receptor gamma (PPARγ), PPARγ coactivator-1 alpha (PGC-1α), CCAATenhancer binding protein alpha (CEBPα), CCAAT-enhancer binding protein beta (CEBPβ) and also stress genes related to mitochondrial unfolded protein response (mitochondrial heat shock protein 60 (mtHsp60), mitochondrial heat shock protein 70 (mtHsp70), mitochondrial-processing peptidase subunit beta (Pmpcb), Clp like protease (ClpP), endonuclease G (Endog), ubiquinolcytochrome c reductase complex assembly factor 1(Uqcc) were measured on the second, fourth, sixth and eighth days of the experiment. We demonstrated that, fructose treatment of 3T3-L1cells incubated in standard differentiation medium increases adipogenesis. Expression of CEBPα, CEBPβ, Pmpcb, Clpp, Endog, Uqcc genes were significantly higher in fructose applied cells. Our study showed the deleterious effects of fructose on mitochondrial functions in adipocytes.Item Ağırlık yönetimi beslenme bilgisi ölçeğinin Türkçe’ye uyarlanması ve hafif şişman/şişman üniversite öğrencilerine verilen ağırlık yönetimi eğitiminin çeşitli parametreler üzerindeki etkisinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2022) Onbaşı, Zeki Çağın; Akçil Ok, MehtapBu araştırma iki aşamalı olarak planlanmış olup, ilk aşamada Ağırlık Yönetimi Beslenme Bilgisi Ölçeği’nin (AYBBÖ) Türkçe uyarlaması için geçerlik ve güvenirlik çalışması yapılmış, ikinci aşamada ise hafif şişman/şişman üniversite öğrencilerine verilen ağırlık yönetimi eğitiminin çeşitli parametreler üzerindeki etkisi değerlendirilmiştir. Çalışmanın ilk aşaması yaş ortalaması 20.6±1.50 yıl olan 392 üniversite öğrencisi ile yapılmıştır. Kırk üç maddeden oluşan AYBBÖ’nün, orijinal ölçekte olduğu gibi beş faktör (boyut) altında toplandığı sonucuna varılmıştır. Her boyuttaki maddelerin faktör yükü 0.40’ın üzerinde ve toplam varyans açıklama yüzdesi %47.3 olarak bulunmuştur. AYBBÖ puanı ile alt boyutlarının korelasyonu incelendiğinde, tüm alt boyutların puanları AYBBÖ toplam puanı ile pozitif korelasyonlu olup istatistiksel açıdan önemli bulunmuştur (p<0.0001). AYBBÖ’nin güvenirlik (iç tutarlılık) analizinde toplam ölçek maddeleri arasında orta düzeyde güvenilirlik sağlanmıştır (Cronbach’s alfa=0.75). Çalışmanın ikinci aşaması ise yaş ortalaması 21.0±1.27 yıl olan 18 kadın ve 7 erkek olmak üzere toplamda 25 üniversite öğrencisi ile yapılmıştır. Araştırma kapsamında çalışmaya katılan üniversite öğrencilerine Türkiye Beslenme Rehberi (TÜBER) 2015 kaynak alınarak hazırlanmış ağırlık yönetimi eğitimi 4 ay boyunca, on beş günde bir kez en az 30 dakikalık olacak şeklinde toplamda 9 kez çevrim içi olarak verilmiştir. Eğitimlerden önce çalışmaya katılan üniversite öğrencilerine çevrim içi yöntemler kullanılarak anket formu, AYBBÖ, Sağlıklı Beslenmeye İlişkin Tutum Ölçeği (SBİTÖ), besin tüketim sıklık formu ve antropometrik ölçüm formu uygulanmıştır. Eğitimlerin bitişinden 2 hafta sonrasında AYBBÖ, SBİTÖ, besin tüketim sıklık formu ve antropometrik ölçüm formu tekrar uygulanmıştır. Çalışmanın ikinci aşamasına katılan bireylerin eğitim öncesi AYBBÖ puan ortalamaları 23.6±4.95 puan iken, eğitim sonrası 35.6±4.06 puan olarak yükselmiş ve bu değişim anlamlı bulunmuştur (p<0.05). Eğitim öncesi ve sonrası SBİTÖ gruplarındaki değişim istatistiksel olarak önemli bulunmuş olup, eğitim öncesi orta düzey tutuma sahip olan bireylerin eğitim sonrası yüksek ve ideal tutuma sahip oldukları belirlenmiştir (p<0.05). Üniversite öğrencilerinin eğitim öncesi günlük enerji alım ortalamaları 2568.3±692.06 kkal iken, eğitim sonrası 2126.3±530.95 kkal olarak azalmış ve bu değişim istatistiksel olarak önemli bulunmuştur (p<0.05). Bireylerin günlük enerjilerinin protein ve yağlardan gelen oranı, posa, n-3 yağ asidi, sıvı, A vitamini, B2 vitamini, B6 vitamini, folat, C vitamini, kalsiyum, fosfor, potasyum ve magnezyum alımları anlamlı şekilde yükselmiştir (p<0.05). Bireylerin vücut ağırlığı, BKİ’leri, bel çevreleri ve bel kalça oranları eğitim sonrası anlamlı şekilde azalmıştır (p<0.05). Sonuç olarak verilen ağırlık yönetimi eğitimi üniversite öğrencileri, beslenme bilgi düzeylerini artırmış, besin tüketimlerini ve antropometrik ölçümlerinin olumlu şekilde gelişmesini sağlamıştır. The present study was planned in two stages, at the first stage of the study validity and reliability studies were performed for the Turkish version of the Weight Management Nutrition Knowledge Questionnaire (WMNKQ), and at the second stage of the study, the effect of weight management education given to overweight/obese university students on various parameters were evaluated. The first stage of the study was conducted on 392 university students with a mean age of 20.6±1.50 years. WMNKQ consisting of 43 items, was gathered under five factors (dimensions) as in the original questionnaire. The factor load of the items in each dimension was found over 0.40 and the percentage of total variance explanation was found 47.3%. When the correlation of the WMNKQ score and its subdimensions is examined, scores of all sub-dimensions were positively correlated with the total score of WMNKQ and found to be statistically significant (p<0.0001). In the reliability (internal consistency) analysis of WMNKQ, moderate reliability was achieved among the total scale items (Cronbach's alpha=0.75). The second stage of the study was conducted on 25 university students, 18 females and 7 males, with a mean age of 21.0±1.27 years. Within the scope of the research, weight management education intervention, which was prepared based on the Turkey Dietary Guidelines (TUBER) 2015, was given to university students online 9 times, at least 30 minutes, once every fortnight, for 4 months. Before the intervention, a questionnaire form, WMNKQ, Attitude Scale for Healthy Nutrition (ASHN) food frequency questionnaire and anthropometric measurement form were applied to university students using online methods. Two weeks after the end of the intervention, WMNKQ, ASHN, food frequency questionnaire and anthropometric measurement form were applied again. While the mean WMNKQ score was 23.6±4.95 points before the intervention, it increased to 35.6±4.06 points after the intervention and this change was found to be significant (p<0.05). The change in ASHN groups before and after the intervention was found to be statistically significant, and it was determined that the individuals who had a moderate attitude before the intervention had a high and ideal attitude after the intervention (p<0.05). While university students' mean daily energy intake was 2568.3±692.06 kcal before the intervention, it decreased to 2126.3±530.95 kcal after the intervention, and this change was found to be statistically significant (p<0.05). In addition to this, the daily average energy rates from proteins, energy rates from fats, fibre, n-3 fatty acids, liquids, vitamin A, vitamin B2, vitamin B6, folate, vitamin C, calcium, phosphorus, potassium, magnesium and iodine intakes of individuals significantly increased (p<0.05). Individuals' body weight, BMI, waist circumference and waist-hip ratios decreased significantly after the intervention (p<0.05). As a result, the weight management education given to university students increased their nutritional knowledge level and provided a positive development in their food consumption and anthropometric measurements.Item Ağız içi sıcaklık değişimlerinin farklı materyallerle hazırlanan inley restorasyonları ve diş dokuları üzerindeki termal stres etkisinin üç boyutlu sonlu elemanlar stres analiz yöntemi ile incelenmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2015) Çelik Köycü, Berrak; İmirzalıoğlu, PervinSıcak ve soğuk yiyecek ve içeceklerin günlük alımı esnasında oral kavitede ani sıcaklık değişimleri meydana gelmektedir. Bu çalışmada, alt 1. molar dişte farklı restoratif materyaller kullanılarak hazırlanan Sınıf 2 MOD inley restorasyonlarda ağız içi sıcaklık değişimleri sonucu restorasyon ve diş dokularında oluşan zamana bağlı sıcaklık dağılımı ve termal stresler incelenmiştir. Ayrıca termal ve mekanik yüklemenin birlikte yapılması ile çiğneme kuvvetleri taklit edilerek meydana gelen termomekanik stresler de üç boyutlu sonlu elemanlar analiz yöntemi ile değerlendirilmiştir. Mandibular 1. Molar dişin üç boyutlu sonlu elemanlar modeli Hypermesh (Altair Engineering, Inc.) programı kullanılarak oluşturulmuştur. Alt 1. molar diş ve çevreleyen kemik dokusu üç boyutlu olarak modellenmiştir. Model; mine, dentin, pulpa, çevreleyen kemik dokusu, periodontal ligament, inley restorasyonları (Tip 2 dental altın, seramik ve kompozit rezin) ve adeziv rezin simanı içermektedir. Çalışmanın ilk aşamasında; ağız içi başlangıç sıcaklığın 36 °C olduğu kabul edilmiş ve 36 °C’den 4 ve 60 °C’ye ulaşan sıcaklık değişimi 2 sn süreyle taklit edilerekmodelde oluşan zamana bağlı sıcaklık dağılımı incelenmiştir. İkinci aşamada, sıcaklık dağılım analizinde 2. saniyedeki sıcaklık değerleri temel alınarak termal stres analizi yapılmıştır. Restorasyonlar ve diş dokularında meydana gelen termal stresler hesaplanmıştır. Son aşamada 2 sn süreyle 4 °C ve 60 °C sıcaklık uygulaması ile eş zamanlı olarak yapılan 200 N mekanik yükleme sonucu oluşan stres paterni incelenmiştir. Yapılan termal ve termomekanik stres analizleri sonucu mine, dentin, restoratif materyaller ve simanda 2. saniyenin sonunda oluşan von Mises, basma, çekme ve makaslama stresleri değerlendirilmiştir. Çalışmamızda incelenen restoratif materyallerin termal özellikleri farklı olmasına rağmen, her iki sıcaklık koşulu (4 °C ve 60 °C) için de, 2. saniye sonunda diş dokuları (mine, dentin, pulpa) ve restorasyonlarda meydana gelen sıcaklık dağılımı her üç restorasyon modeli arasında benzerdir. Pulpada görülen sıcaklık değişimi pulpada hasar meydana getirdiği belirtilen 42 °C’ye ulaşmamıştır. Sıcaklık değişimleri sonucu oluşan en yüksek termal stres değerleri minede servikal bölgede yoğunlaşmıştır. Sıcak uygulaması ile karşılaştırıldığında, 4 °C sıcaklık koşulları daha yüksek termal stres değerleri oluşturmuştur. Eş zamanlı termomekanik yükleme koşulları, diş dokuları ve restoratif materyallerde yüksek stres değerleri meydana getirmiştir. Termomekanik yükleme sonucu restoratif materyallerin kendi yapısında oluşan ve diş dokularına iletilen stresler restorasyon modelleri arasında karşılaştırıldığında, değerlerin birbirine yakın olduğu görülmüştür. Ancak rezin simanda meydana gelen stres dağılımı karşılaştırıldığında, kompozit rezin inley modelinde daha düşük stres değerleri görülmektedir. Dental altın ve seramik inleylerde gingival taban ve aksiyal duvarda oluşan streslerin simanda adeziv başarısızlık meydana getirebilecek büyüklükte olduğu gözlenmiştir. İncelenen restorayonlar arasında kompozit rezin inleylerin adeziv başarısızlığın önlenmesi açısından daha iyi bir seçenek olabileceği öngörülmüştür. During daily consumption of hot and cold food and drinks, rapid thermal changes occur in the oral cavity. In this study, temperature distribution by time and thermal stresses that result from oral temperature changes were investigated on a mandibular tooth restored by three different class 2 MOD inlay restoration. In addition, with the simultaneous thermal and mechanical loading the impact of mechanical loads on the stress distribution was evaluated by using 3-dimensional finite element analysis. The 3-D finite element model of mandibular first molar was created by the Hypermesh software program(Altair Engineering, Inc.). The model includes enamel, dentin, pulp, surrounding bone, periodontal ligament, inlay restorations of Type 2 dental gold alloy, ceramic and composite resin and adhesive resin cement. In the first part of the study, the tooth was assumed to initially have a temperature of 36 °C and temperature distributions were calculated by the time in the model, after simulated temperature changes from 36°C to 4 or 60°C for 2 s time period. In the second step, the thermal stress analysis was performed based on the temperature values at 2 s and the thermal stresses on the tooth structures and restorations were evaluated. In the last step, stress patterns were analyzed after simulated temperature changes from 36°C to 4 or 60°C for 2 seconds with 200-N mechanical loading. After the thermal and thermomechanical stress analysis, von Mises, compressive, tensile and shear stresses at 2 s which occured in enamel, dentin, restorative materials and resin cement were evaulated. Although the thermal properties of restorative materials which evaulated in our study significantly differ, the temperature distribution at 2 s in tooth structures (enamel, dentin, or pulp) and restorative materials were similar in the three restoration models, for both thermal conditions. The pulpal temperature rise did not exceed the threshold temperature of 42 ºC for pulpal damage. Temperature changes generated maximum thermal stresses at the cervical region of the enamel. 4 °C cold conditions caused higher stresses compared with hot conditions. Simultaneous thermomechanical loads caused high stress patterns in inlay-restored teeth. In the simultaneous thermomechanical loading conditions, type II gold alloy, ceramic, and composite resin inlays showed similar stress distribution in the tooth structures and restorative materials. However, when the stress distribution in the resin cement compared, composite resin inlay model exhibited lower stress patterns. The stresses that occured at the gingival floor and axial walls of gold and ceramic inlays were high magnitude which may contribute to adhesive failure. Composite resin inlays may be the better choice to avoid adhesive failure.Item Akustik travmalarda vestibüler uyarılmış myojenik potansiyeller (vemp)(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2022) Akın Öçal, F. Ceyda; Erbek, Selim S.Bu çalışmanın amacı Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görevi esnasında patlamaya maruz kalan, beraberinde sensorinöral işitme kaybı gelişmiş olan hastalarda geç dönemde baş dönmesinin servikal ve oküler vestibüler uyarılmış miyojenik potansiyeller (cVEMP, oVEMP) ve Baş Dönmesi Engellilik Envanteri (BEE) ile değerlendirilmesidir. Çalışmaya 22 sağlıklı erişkin gönüllü (44 sağlıklı kulak) ve blast travma geçirmiş 25 askeri personel (43 hasta kulak) hasta grubu olarak dahil edilmiştir. Kontrol ve hasta grubuna hem 500 Hz Tone-Burst (TB) hem 500 Hz Narrow Band (NB) Level Specific (LS) CE-Chirp uyaran ile cVEMP ve oVEMP testleri yapılmıştır. Hasta grubuna ayrıca Baş Dönmesi Engellilik Envanteri (BEE) doldurtulmuştur. 44 sağlam kulağın hepsinden hem TB hem de NB LS CE-Chirp uyaran ile cVEMP ve oVEMP yanıtları alınmıştır. Kontrol grubunda cVEMP ve oVEMP testinde P1 ve N1 latansı NB LS CE-chirp uyaran kullanıldığında, TB uyarana göre istatistiksel olarak anlamlı kısa izlenmiştir. P1N1 amplitüdü NB LS CE-chirp uyaran kullanıldığında, TB uyarana göre istatistiksel olarak anlamlı büyük izlenmiştir. Ayrıca hem cVEMP hem oVEMP’de NB LS CE-chirp uyaranda, TB uyarana göre istatistiksel olarak anlamlı düşük eşik izlenmiştir. Hasta grubun Baş Dönmesi Engellilik Envanteri (BEE) ortalaması 14.80 ± 23.38 (0-88.00) bulunmuştur. Hasta grubunda etkilenen 43 kulağın 3’ünde hem NB LS CE-Chirp uyaranla hem de TB uyaranla cVEMP yanıtı alınmamıştır. 43 kulağın 38’inde TB uyaran ile oVEMP yanıtı alınırken, 40’ında NB LS CE-Chirp uyaran ile oVEMP yanıtı alınmıştır. TB ve NB LS CE-chirp uyaran ile yapılan cVEMP ve oVEMP testlerinde kontrol ve hasta grubu arasında P1 latans, N1 latans ve P1N1 amplitüd açısından istatistiksel olarak anlamlı fark izlenmemiştir. Sonuç olarak blast travma sonrası geç dönemde otolit organların fonksiyonlarının etkilenmediği görülmüştür. In this study, the presence of dizziness in the late period was investigated in patients working in the Turkish Armed Forces who exposed to blast trauma with a test battery consisting of cervical and ocular vestibular evoked myogenic potentials (cVEMP and oVEMP) and dizziness handicap inventory (DHI). Twenty-two healthy adult volunteers (44 healthy ears) and 25 military personnel (43 patient ears) who had blast trauma were included in the study. The cVEMP and oVEMP tests with both 500 Hz tone burst (TB) and 500 Hz Narrow Band (NB) Level Specific (LS) CE-Chirp stimuli were applied to the control and patient groups. The patient group also filled in the Dizziness Handicap Inventory (DHI). cVEMPs and oVEMPs were obtained in all 44 healthy ears in response to both TB and NB LS CE-chirp stimuli. In control group P1 and N1 latencies were significantly shorter in NB LS CE-chirp stimulus than in TB stimulus in cVEMP and oVEMP tests. When the NB LS CE-chirp stimulus was used, the P1N1 amplitude was statistically significantly larger than TB stimulus. In addition, a statistically significant lower threshold was observed in both cVEMP and oVEMP tests in NB LS CE-chirp stimulus compared to TB stimulus. The mean score of the Dizziness Handicap Inventory (DHI) of the patient group was 14.80 ± 23.38 (0-88.00). In the patient group, cVEMP responses were not obtained in 3 of 43 affected ears in response to both TB and NB LS CE-chirp stimuli. While TB oVEMP response was obtained in 38 of 43 ears, NB LS CE-Chirp oVEMP response was obtained in 40 ears.In cVEMP and oVEMP tests there was no significant difference in comparison of P1 latency, N1 latency and P1N1 amplitude between control and patient groups for both TB stimulus and NB LS CE-chirp stimulus. As a result, it was observed that the functions of otolith organs were not affected in the late period after blast trauma.Item Akut periferik vestibüler sistem patolojilerinde CHIRP ve tone burst uyaranla vestibüler uyarılmış miyojenik potansiyellerin karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2021) Aydın, Berna Deniz; Erbek, Hatice SeyraBu çalışmada, akut periferik vestibüler sistem patolojilerinde, CHIRP ve tone burst uyaranla vestibüler uyarılmış miyojenik potansiyelleri karşılaştırmak amaçlanmıştır. Çalışma, Başkent Üniverstitesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Anabilim Dalı’ nda, Şubat 2020- Nisan 2021 tarihleri arasında, 24 Meniere Hastalığı/ endolenfatik hidrops, 14 benign pozisyonel paroksismal vertigo (BPPV), 12 vestibüler nörinit hastası ve 54 sağlıklı birey ile gerçekleştirilmiştir. Tüm katılımcılara, 500 Hz tone burst (TB) ve 500 Hz Level Specific (LS) CE-CHIRP uyaranla, servikal ve oküler vestibüler uyarılmış miyojenik potansiyeller (sVEMP, oVEMP) testleri uygulanmıştır. 24 Meniere Hastalığı/ endolenfatik hidrops hastasına, ek olarak, 1000 Hz TB ve 1000 Hz LS CE-CHIRP uyaranla sVEMP ve oVEMP testleri uygulanmıştır. Sağlıklı katılımcılarda, CHIRP uyaranla, daha kısa sVEMP P1 latansı, daha kısa sVEMP N1 latansı, daha düşük sVEMP eşik, daha kısa oVEMP P1 latansı, daha kısa oVEMP N1 latansı, daha yüksek oVEMP amplitüd ve daha düşük oVEMP eşik değerleri elde edilmiştir. Hastaların semptomatik kulaklarında, CHIRP uyaranla, daha kısa sVEMP P1 latansı, daha kısa sVEMP N1 latansı, daha düşük sVEMP eşik, daha kısa oVEMP P1 latansı, daha kısa oVEMP N1 latansı, daha düşük oVEMP eşik değerleri elde edilmiştir. Hastaların asemptomatik kulaklarında, CHIRP uyaranla daha kısa sVEMP P1 latans, daha kısa sVEMP N1 latans, daha kısa oVEMP P1 latans, daha kısa oVEMP N1 latans, daha yüksek oVEMP amplitüd ve daha düşük oVEMP eşik değerleri elde edilmiştir. Dar bant LS CE-CHIRP uyaranın VEMP testinde etkili bir uyaran olduğu sonucuna varılmıştır. This study aims to compare the CHIRP and tone burst stimulation in vestibular evoked myogenic potentials in acute peripheral vestibular system pathologies. The cervical and ocular vestibular evoked myogenic potentials (cVEMP, oVEMP) tests with 500 Hz tone burst (TB) and 500 Hz Narrow Band Level Specific (NB LS) CE-CHIRP stimuli were applied to the 24 Meniere Disease/ endolymphatic hydrops, 14 benign paroxysmal positional vertigo, 12 vestibular neuritis and 54 healthy individuals between February 2020 and April 2021 at Başkent University, Department of Otorhinolaryngology. In healthy participants, statistically significant, shorter cVEMP P1 latency, shorter cVEMP N1 latency, lower cVEMP threshold, shorter oVEMP P1 latency, shorter oVEMP N1 latency, higher oVEMP amplitude, lower oVEMP threshold values were obtained with CHIRP stimulus. In symptomatic ears of patients, statistically significant, shorter cVEMP P1 latency, shorter cVEMP N1 latency, lower cVEMP threshold, shorter oVEMP P1 latency, shorter oVEMP N1 latency, lower oVEMP threshold values were obtained with CHIRP stimulus. In nonsymptomatic ears of patients, statistically significant, shorter cVEMP P1 latency, shorter cVEMP N1 latency, shorter oVEMP P1 latency, shorter oVEMP N1 latency, higher oVEMP amplitude, lower oVEMP threshold values were obtained with CHIRP stimulus. As a conclusion, NB LS CE-CHIRP is an effective stimulus for VEMP tests.Item Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan Türk göçmenlerin beslenme alışkanlıklarının kültürel değişiminin belirlenmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Aysin, Elif Adil; Kızıltan, GülAmerika’da günümüze kadar farklı göçmen grupların beslenme alışkanlıklarının kültürel değişimi incelenmiştir. Türk göçmenlere ait bir çalışma mevcut değildir. Bu çalışma, göçmen Türk toplumunda beslenme alışkanlıklarının kültürel değişimleri değerlendirmek amacıyla planlanmış ve yürütülmüştür. Bu çalışmaya Türkiye’de doğmuş, Amerika’ya göç etmiş, ABD'nin İndiana Eyaleti-lndianapolis ve çevresinde yaşayan, 19 yaş ve üstü yetişkin bireyler alınmıştır. Çalışmaya Aralık 2017-Nisan 2019 tarihleri arasında kronik, metabolik ve psikiyatrik herhangi bir hastalığı ve madde bağımlılığı olmayan ve besin alimim etkileyecek herhangi bir ilaç kullanmayan, gebe ve emzikli olmayan bireyler dahil edilmiştir. Çalışma 61 ’i kadın 26’sı erkek olmak üzere toplam 87 birey üzerinde yürütülmüştür. Bireylerin kişisel bilgileri, antropometrik ölçümleri anket formuna kaydedilmiş, diyetin kültürleşme durumunu belirlemeye yönelik Batı Diyeti Ölçeği (Westem Dietary Acculturation) kullanılmış, ayrıca beslenme durumunu saptamaya yönelik 24 saatlik besin tüketim kayıdı ile beslenme alışkanlıklarını belirlemeye yönelik besin tüketim sıklık formu uygulanmıştır. Bu çalışmaya katılan bireylerin yaş ortalaması erkeklerde 39.9±10.27 yıl, kadınlarda 39.4±7.71 yıldır. Bireylerin %28.7’si 6-10 yıl, %27.6’sı 15 yıl üzeri, %25.3’ü ise 2-5 yıldır Amerika’da yaşamaktadır. Göç ettikten sonra bireylerin %52’si yeme alışkanlıkların değiştiğini, %17’si kesinlikle değiştiğini, %23’ü ise değişiklik olmadığını belirtmiştir. Bireylerden yeme alışkanlıkları değişmedi diyenlerin Batı diyeti ölçeği skorları daha düşük olup, değişti ve kesinlikle değişti diyenlerin batı diyeti ölçeği skorları daha yüksektir (p<0.05). Hem erkek hem kadınların göç öncesinde daha az sıklıkla öğün atlarken göç sonrası daha sık öğün atladıkları saptanmıştır. Göçten önce erkeklerde en çok öğle yemeği, kadınlarda sabah kahvaltısı atlanırken, göçten sonra hem erkeklerde hemde kadınlarda öğle yemeği en çok atlanan öğün olmuştur. Yalnız yaşayan bireyler ile Türk eş ve ailesi ile yaşayan bireylerin Batı ölçeği skoru ortalaması sırasıyla 7.5±2.37 ve 5.36±1.92’dir (p<0.05). Kadınlarda vücut ağırlık ortalaması 65.0±9.89 kg, erkeklerin vücut ağırlık ortalaması 83.1±11.43 kg’dır. Göçten sonra vücut ağırlık değişimleri değerlendirildiğinde; kadınlarda ortalama 5.6±6.15 kg erkeklerde ise ortalama 8.1±7.48 kg ağırlık kazanımı saptanmıştır. Amerika’ya göçten sonra ağırlık değişimi ile Batı ölçeği skoru arasındaki ilişki önemli bulunmuştur (p<0.05). Kadınlarda BKİ ortalaması 24.8±4.54 kg/m2 erkeklerde ise 27.2±3.11 kg/m2 dir. Bireylerin Amerika’da yaşam sürelerine göre BKİ’leri kıyaslandığında 11-15 yıl yaşayanlar ile, 16 yıl üzeri Amerika’da yaşayanların BKİ’leri arasındaki fark istatistiksel olarak önemli bulunmuştur (p<0.05). Fiziksel aktivite, tüketilen CHO, glikoz miktarı, früktoz miktarı, bel/kalça oranı ile Batı diyet ölçeği arasındaki ilişki istatistiksel olarak önemli bulunmuştur (p<0.05). Bireylerin beslenme durumları ve besin tüketim alışkanlıkları değerlendirildiğinde diyetle enerji alım ortalamaları erkeklerde 1594.3±573.34 kkal (891.9-3593 kkal), kadınlarda 1306.4±386.49kkal (336.1-2280.8 kkal) olarak bulunmuştur. Genel olarak göçten sonra bireylerin yoğurt, ayran tüketimlerinde azalma olduğu saptanmıştır. Beyaz peynir, kaşar peynir tüketimleri azalırken krem peynir tüketimlerinde artış olmuştur. Bireylerin kırmızı et, tavuk, yumurta tüketimleri artmıştır. Kurubaklagil, tam tahıl/kepekli ekmek, kahvaltılık tahıl tüketimleri artarken, bulgur ve beyaz ekmek tüketimleri azalmıştır. Ayrıca börek-çörek tüketiminde de azalma olmuştur. Yeşil yapraklı ve diğer sebzelerin tüketimde, meyve tüketimde azalma olmuştur. En fazla tüketim artışı kahve tüketimde olmuştur. Göç sonrası toplumların beslenme alışkanlıklarında, besin tüketimlerinde ve antropometrik ölçümlerinde farklılıklar oluşmaktadır. Göç sonrası oluşabilecek beslenme ve diyet ile ilişkili önlenebilir hastalıklar için farkındalığın oluşturulup, göçmenlerin sağlığının korunması ve iyileştirilmesi için diyetin kültürel değişiminin iyi anlaşılması, değerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır. Nutritional habits of different immigrant groups in the US have been studied to date. So far, There is no study on Turkish immigrants. This study was planned and conducted to evaluate the cultural changes of Nutritional Habits in immigrant Turkish society. In this study, 19 years of age and older adult individuals were bom in Turkey, who emigrated to the United States and they live in Indianapolis-Indiana and surrounding areas were taken. The study was conducted between December 2017 and April 2019. individuals who do not have any chronic-metabolic or psychiatric diseases, are not addictive and do not use any drugs that affect food intake, non-pregnant and non-lactating were included. The study was conducted on a total of 87 individuals, of which 61 were female and 26 were male. Personal information and anthropometric measurements of the individuals were recorded in the questionnaire, Westem Dietary Acculturation was used to determine of dietary acculturation, and 24-hour food consumption record was used to determine the nutritional status and the food consumption frequency form was used to determine the eating habits. The mean age of the participants was 39.9 ± 10.27 years in males and 39.4 ± 7.71 years in females. 28.7% of individuals have been living in the USA for 5-10 years, 27.6% över 15 years and 25.3% for 2-5 years. After migration, 52% of the individuals stated that their eating habits changed, 17% defınitely changed, 23% stated that there was no change. The Westem diet scale scores of the individuals who stated that their eating habits did not change were lower, changed and those who said that they certainly changed the westem diet scale scores were higher (p <0.05). It was found that both men and women skipped meals less frequently before migration and more frequently after migration. The most skipped meals before migration was lunch for male while breakfast was skipped in women, both men and women were the most skipped meals is lunch after migration. The mean Westem scale score of the individuals living alone and those living with the Turkish spouse and family was 7.5 ± 2.37, 5.36 ± 1.92, respectively (p <0.05). The mean body weight of women was 65.0 ± 9.89 kg and the mean body weight of men was 83.1 ± 11.43 kg. When body weight changes are evaluated after migration; mean weight gain was 5.6 ± 6.15 kg for females and 8.1 ± 7.48 kg for males. The relationship between weight change after migration to America and Westem scale score was found to be signifıcant (p<0.05). The mean BMI in women was 24.8 ± 4.54 kg/m2 and in men it was 27.2 ±3.11 kg/m2. When the BMI of the individuals were compared according to the duration of their stay in the USA, the difference between the BMI of those who lived 11-15 years and those who lived in the USA över 16 years was found to be statistically signifıcant (p<0.05). The relationship between the Westem diet scale and physical activity, amount of CHO consumed, amount of glucose, amount of fructose and Waist / Hip ratio were found to be statistically signifıcant (p<0.05). When the nutritional status and food consumption habits of the individuals were evaluated, the average energy intake was found to be 1594.3 ± 573.34kcal (891.9-3593kcal) in males and 1306.4 ± 386.49kcal (336.1-2280.8 kcal) in women. In general, after the migration, it was determined that the consumption of yoghurt and ayran was decreased. White cheese, cheddar cheese consumption decreased while cream cheese consumption increased. Red meat, chicken, egg consumption of individuals increased. While the consumption of legumes, whole grain / whole wheat bread and breakfast cereals increased, the consumption of bulgur and white bread decreased. There was also a decrease in the consumption of pastries. There was a decrease in consumption of green leafy and other vegetables, consumption of fruit. The highest consumption increase was in coffee consumption. There are differences in nutritional habits, food consumption and anthropometric measurements of post-migration societies. It is important to understand and evaluate the cultural change of the diet in order to protect and improve the health of migrants by creating awareness for nutrition and diet- related preventable diseases that may occur after migration.Item Amorf kalsiyum fosfat içerikli verniğin dentin hassasiyeti üzerine etkinliğinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2010) Bozok, Yasin; Alaaddinoğlu, Emine ElifDentin hassasiyeti, popülasyonun büyük bölümünü etkileyen önemli bir klinik sorundur. Başka bir defekt ya da hastalık olmayan dişte termal, dokunma, ozmotik veya kimyasal ajanlara cevaben açık dentin yüzeyinde oluşan kısa süreli ve keskin ağrı olarak belirti vermektedir. Dentin yüzeyinin açığa çıkması atrizyon, erozyon, abrazyon lezyonlarıyla ya da hatalı diş fırçalama sonucu ortaya çıkan dişeti çekilmesi ortama açılabilir. Hastalar yeme, içme, diş fırçalama ve solunum sırasında dentin hassasiyeti nedeniyle rahatsızlık duyarlar. Klinik muayeneler sonucunda dentin hassasiyetinin prevalansının %4-74 arasında değiştiği görülmüştür. Dentin hassasiyetinin mekanizmasını açıklayabilmek için önerilen teoriler arasında en çok kabul göreni hidrodinamik teoridir. Bu teoriye göre dentin tübüllerinin içindeki sıvının hareketi sonucunda diş yapısında dentin içinde ve pulpa dokusunda bulunan duyusal sinirler aktive olurlar. Dentin hassasiyetinin tedavi yöntemlerinden biri açığa çıkmış dentin tübüllerinin tıkanmasıdır. Bu işlem için çeşitli materyal ve yöntemler kullanılabilir. Bizim çalışmamızda dentin tübüllerini tıkayarak dentin hassasiyetini tedavi etmek için dört farklı malzeme kullanılmıştır. Bu çalışmanın amacı dentin hassasiyeti tedavisinde kullanılan amorf kalsiyum fosfat içerikli ajanın etkinliğinin karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesidir. Altı erkek ve ondört kadın hasta bu çalışmaya dahil edilmiştir. Toplam 100 diş ve 20 hasta çalışılmıştır. Hassasiyeti olan dişler rastgele beş gruba ayrılmıştır. Bu gruplardaki dişlere sırasıyla Gluma hassasiyet giderici (Gluteraldehit), Fluor Protector (%0,1 flor), Enamel Pro vernik (amorf kalsiyum fosfat ve %5 flor), Bisblock (oksalik asit) uygulanmış ve beşinci diş kontrol olarak belirlenmiş. Klinik parametrelere ait ölçümler, sondalama derinliği (SD), gingival indeks (GI), plak indeksi (PI), dişeti çekilmesi (REC), tüm dişlerin altı bölgesinden yapıldı. Çalışmamızda hastaların değişik uyaranlara verdiği cevabı ölçmek için görsel ağrı skalası kullanıldı (VAS). Tedaviden önce ve tedaviden hemen sonra, birinci, dördüncü ve onaltıncı haftalarda ağrı skalası ölçümleri kaydedildi. Çalışmamızın sonucuna göre test edilen tüm materyaller dentin hassasiyetinin tedavisinde etkili olmuştur. En başarılı sonuçlar Gluma ve Bisblock ile elde edilirken, Enamel Pro ve Fluor Protector orta seviyede etki göstermiştir. Çalışma boyunca kullanılan materyallerin hiçbirinden kaynaklanan bir komplikasyon kaydedilmedi. Tarama elektron mikroskobisi ile yapılan incelemelerde dentin tübüllerinin Gluma ve BisBlock gruplarında kısmen veya tamamen kapandığı, Bisblock örneklerinde oksalat kristallerinin tübül içerisine kadar ilerlediği gözlendi. Fluor Protector grubunda yüzeyel olarak tübül ağızlarının daraldığı veya tıkandığı bulgulanırken Enamel Pro örneklerinde dentin parçalarının tükürük içerisinde saklanmaması nedeniyle, bu durum son derece sınırlı seviyede idi. Sonuç olarak Enamel Pro vernik Gluma veya BisBlock kadar olmasa da dentin duyarlılığının giderilmesinde kullanılabilecek bir ajandır. Dentin hypersensitivity is an important clinical problem affecting a large part of population. Dentin hypersensitivity is characterized by short and dull pain derived from exposed dentin in response to chemical, thermal, tactile or osmotic stimuli which cannot be explained as any other dental defect or pathology. The etiology of dentin exposure is multifactorial. Dentin tubules exposed as a result of attrition, abrasion, erosion lesions or gingival recessions due to incorrect toothbrushing etc. Dentin hypersensitivity may disturb the patient during eating, drinking, brushing and breathing. Clinical examinations demonstrated that the prevalence of dentinal hypersensitivity changes between %4–74. Several theories have been proposed to explain the mechanism while the hydrodynamic theory being currently accepted. According to this theory fluids within the dentinal tubules are disturbed by several stimuli and this fluid changes result in activation of sensory nerves in the pulp/inner dentine region of the tooth. Treatment of dentinal hypersensitivity by occluding exposed dentinal tubules is achieved by several materials and methods. In our study four different materials have been used to occlude exposed dentinal tubules. The aim of this study was to investigate and compare the clinical effectiveness of amorphous calcium phosphate formula varnish. Six men and fourteen women were included to the study. A total of 100 teeth in 20 patients were studied. Hypersensitive teeth were divided into five groups. Gluma desensitizer (Glutaraldehide), Fluor Protector (0,1 fluoride), Enamel Pro varnish (amorphous calcium phosphate formula with 5% fluoride), BisBlock (Oxalic Acid) were applied randomly to teeth and the 5th tooth was assigned as control. Full mouth periodontal parameters including probing depths (PD), gingival index (GI), plaque index (PI), gingival recession (REC) were measured at six sites for each tooth. A visual analogue scale (VAS) was used to determine responses to different stimuli. VAS scores were recorded before and after treatment, first week, fourth week and sixteenth week. According to the results of our study, all materials were effective for the treatment of dentine hypersensitivity. Best results were obtained with Gluma and BisBlock. Enamel Pro Varnish (amorphous calcium phosphate) and Fluor Protector were mildly effective. No complications were recorded for any of the materials. Dentin tubules were partially or fully occluded for Gluma and BisBlock specimens, oxalate crystals were located deeply in the tubules. Dentin tubule openings were narrowed or superficially occluded for Fluor Protector group while limited occlusion was observed for Enamel Pro varnish because the specimens were not stored in saliva. In the limits of this study Gluma and BisBlock were very effective in treating dentinal hypersensitivity while Enamel Pro varnish not effective as thm could be used as an alternative agent.Item Ankara devlet opera ve balesi müdürlüğü teknik personelinde kronik hastalık durumu ile risk faktörlerinin saptanması ve yapılan eğitimin bilgi, tutum ve davranış değişikliklerine etkisi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2021) Sağlam Pınar, Selin; Erdal, RenginTanımlayıcı özelliği olan bir müdahale araştırması olan bu çalışmanın amacı: Ankara Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü’nün sanat teknik birimlerinde çalışanların sağlık durumlarını saptamak ve kronik hastalıklara yönelik eğitim programı hazırlayarak, eğitim materyali geliştirmek, uygulamak ve verilen eğitimin etkinliğini değerlendirmektir. Çalışmaya 152 kişi dahil edilmiştir. Veri kaynaklarını; yüz yüze uygulanan anket formları ‘T.C. Sağlık Bakanlığı tarafından Türk toplumunda geçerlilik ve güvenilirliği saptanan Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından hazırlanan DSÖ STEPS Aracı Anketi’ ile kurum işyeri hekimliğinin sağlık kayıtları oluşturmuştur. Verilerin analizinde: SPSS bilgisayar paket programı kullanılacak, frekans ve yüzde dağılımlarının eğitim öncesi ve eğitim sonrası değerlerinin karşılaştırılarak ilişkilerin ki-kare testi ve bağımlı gruplarda t testi ile değerlendirilmesi yapılmıştır. Araştırma grubunun %47’sinin sigara içtiği, %46’sının alkol kullandığı, %95’inin yemeklerde sürekli tuz kullandığı, %49’unun hiçbir egzersiz yapmadığı, %20’sinin kan basıncının yüksek olduğu, %10’unun diyabet tanısı aldığı ve %74 ‘ünün beden kitle indeksinin normal değerlerin üstünde olduğu görülmüştür. Eğitim sonrası sistolik kan basınçlarında ve beden kitle indekslerinde istatistiksel olarak anlamlı bir düşüş görülmüştür. Bir yıl süreyle görsel olarak atölyelerde kullanılan posterler ve verilen eğitimin kısa sürede bile olsa etkili olduğu görülmüştür. Bu çalışmada elde edilen sonuçlar ışığında, kronik hastalıkların önlenmesi ve kontrolünde iş yerlerinde kronik hastalıklar konusunda eğitimler planlanmalıdır. Bu eğitimler sadece teorik olarak değil, broşür ve posterler ile bütünleşik halde verilmelidir. The purpose of this study, which is a descriptive intervention research, is to determine the health status of the employees in the art technical units of the Ankara State Opera and Ballet Directorate and to prepare a training program for chronic diseases, to develop and apply training materials and to evaluate the effectiveness of the training provided. 152 people were included in the study. Data sources; face to face questionnaire forms from the WHO STEPS Tool Survey prepared by the World Health Organization (WHO), whose validity and reliability have been determined by the Ministry of Health of Turkish Republic and the health records of workplace doctor. In the analysis of the data: SPSS computer package program will be used, comparing the pre-training and post-training values of frequency and percentage distributions, and evaluating the relationships with the chi-square test and t-test in dependent groups.47% of the study group smoked, 46% consumed alcohol, 95% constantly used salt in meals, 49% did not exercise, 20% had high blood pressure, 10% were diagnosed with diabetes and It was observed that the body mass index of 74% was above normal values. A statistically significant decrease in systolic blood pressure and body mass index was observed after the training. It has been observed that the posters used visually in the workshops for a year and the training provided were effective even in a short time. In the light of the results obtained in this study, trainings on chronic diseases should be planned in workplaces in the prevention and control of chronic diseases. These trainings should be given not only theoretically, but also integrated with brochures and posters.Item Anne ve kızlarında besin okuryazarlığı, yeme farkındalığı ve beslenme durumu arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bİlimleri Enstitüsü, 2022) Bor, Hakan; Saka, MendaneAnne ve kızlarında sosyal ortamlarının, kültürel ve eğitim düzeylerinin farklılık göstermesiyle beraber ortaya çıkan besin okuryazarlığı ve yeme farkındalığı düzeylerindeki farklılıklar beslenme durumunu etkileyebilmektedir. Bu çalışma anne ve kızlarında besin okuryazarlığı, yeme farkındalığı ve beslenme durumu arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amacıyla planlanmış ve yürütülmüştür. Bu çalışmanın diğer bir amacı da Algılanan Besin Okuryazarlığı (ABO) Ölçeği’nin geçerlilik ve güvenirliğinin yapılmasıdır. Çalışma Şubat-Ekim 2021 tarihleri arasında Gümüşhane Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi’nde eğitim gören 128 kız öğrenci ve 128 kız öğrenci annesinin oluşturduğu rastgele seçilmiş toplam 256 gönüllü anne-kız üzerinde yürütülmüştür. Gönüllülere demografik bilgiler anketi, Türkçe ’ye uyarlanan Algılanan Besin Okuryazarlığı Ölçeği (ABO), Yeme Farkındalığı Ölçeği-30 (YFÖ-30), besin tüketim sıklığı anketi, antropometrik ölçümler formu, Uluslararası Fiziksel Aktivite Anketi-Kısa Form (IPAQ) ve fiziksel aktivite saptama formu online olarak uygulanmıştır. Katılımcıların antropometrik ölçümleri beyana dayalı olarak alınmıştır. Ayrıca araştırmacı tarafından anket formlarının nasıl doldurulacağı konusunda öğrencilere eğitim verilmiş ve annelerine ait anketleri, annelerine uygulamaları istenmiştir. Annelerin yaş ortalaması 47.72±5.56 yıl, kızların yaş ortalaması ise 21.82±1.34 yıldır (p<0.05). Annelerin kızlara göre besin okuryazarlığı puanının daha yüksek olduğu bulunmuştur (sırasıyla; 3.65±0.40, 3.50±0.42) (p<0.05). Anne ve kızların yeme farkındalığı puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olmadığı saptanmıştır (sırasıyla; 3.47±0.44, 3.50±0.40) (p>0.05). Anneler ve kızlar IPAQ ölçeğine göre sırasıyla %49.2 ve % 54.7 ile minimum aktif grubunda yer almıştır (p>0.05). Anne ve kızların besin okuryazarlığı puanlarıyla vücut ağırlığı ve BKİ arasında negatif yönde bir ilişki olduğu saptanmıştır (p>0.05). Anne ve kızların yeme farkındalığı puanlarıyla vücut ağırlığı ve Beden Kütle İndeksi (BKİ) arasında negatif yönde anlamlı bir ilişki olduğu saptanmıştır (p<0.05). Annelerin besin okuryazarlığı puanıyla enerji (kkal), karbonhidrat (g), protein (g) ve Doymuş Yağ Asitleri (DYA) (g) alımları arasında negatif yönde anlamlı bir ilişki olduğu belirlenirken, kızların besin okuryazarlığı puanıyla enerji (kkal), karbonhidrat (g), yağ (g), Çoklu Doymamış Yağ Asitleri (ÇDYA) (g), omega 6 (g) ve omega 6/omega 3 oranı arasında negatif yönde anlamlı, protein (%), omega 3 (g) alımları arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki olduğu tespit edilmiştir (p<0.05). Annelerin yeme farkındalığı puanıyla enerji (kkal), protein (g), DYA (g), Tekli Doymamış Yağ Asitleri (TDYA) (g) ve kolesterol (mg) alımları arasında negatif yönde anlamlı bir ilişki olduğu belirlenirken, kızların yeme farkındalığı puanıyla enerji (kkal), karbonhidrat (g), protein (g), yağ (g), DYA (g), ÇDYA (g) ve omega 6 (g) yağ asitleri alımları arasında negatif yönde, protein (%) alımları arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki olduğu saptanmıştır (p<0.05). Sonuç olarak, annelerin kızlara göre besin okuryazarlığı puanlarının geleneksel yemek hazırlama becerilerine daha fazla sahip olduklarından ötürü daha yüksek çıktığı ve bu farkın hem düşük fiziksel aktivite düzeyi hem de kültürel yanlış beslenme alışkanlıklarından dolayı BKİ değerlerine olumlu yansımadığı düşünülmektedir. Anne ve kızlarında besin okuryazarlığı, yeme farkındalığı ve beslenme durumu arasındaki ilişkinin daha iyi anlaşılması için daha geniş kapsamlı çalışmalar yapılması gerekmektedir. Differences in food literacy and mindful eating levels, which occur with the differences in social environments, cultural and educational levels, can affect their nutritional status in mothers and daughters. This study was planned and conducted to evaluate the relationship between food literacy, eating awareness and nutritional status in mothers and daughters. Another purpose of this study is to establish the validity and reliability of the Self Perceived Food Literacy (SPFL) Scale. The study was carried out on 256 volunteer mother-daughter, consisting of 128 female students and 128 female student mothers studying at Gümüşhane University Faculty of Health Sciences between February and October 2021. Demographic information questionnaire, Self Perceived Food Literacy Scale adapted into Turkish (SPFL), Mindful Eating Questionnare-30 (MEQ-30), food consumption frequency questionnaire, anthropometric measurements form, International Physical Activity Questionnaire-Short Form (IPAQ) and physical activity determination form were applied to the volunteers online. The anthropometric measurements of the participants were taken based on their statement. Also the students were trained by the researcher on how to fill in the questionnaires and they were asked to apply their mothers’ questionnaires to their mothers. The mean age of the mothers is 47.72±5.56 years, and the mean age of the girls is 21.82±1.34 years (p<0.05). It was found that the mothers' food literacy scores were higher than the girls (respectively; 3.65±0.40, 3.50±0.42) (p<0.05). There was no statistically significant difference between the mothers' and daughters' mindful eating scores (respectively; 3.47±0.44, 3.50±0.40) (p>0.05). According to the IPAQ scale, mothers and daughters were in the minimum active group with respectively 49.2% and 54.7% (p>0.05).It was determined that there was a negative relationship between food literacy scores of mothers and daughters and body weight and Body Mass Index (BMI) (p>0.05). It was determined that there was a negative significant relationship between mindful eating scores of mothers and daughters and body weight and BMI (p<0.05). While it was determined that there was a negative significant relationship between mothers' food literacy score and energy (kcal), carbohydrate (g), protein (g), Saturated Fatty Acids (SFA) (g) intakes, it was determined that there was a negative significant relationship between girls' food literacy score and energy (kcal), carbohydrate (g), fat (g), Polyunsaturated Fatty Acids (PUFA) (g), omega 6 (g) intakes and omega 6/omega 3 ratio and a positive significant relationship between girls' food literacy score and protein (%), omega 3 (g) intakes (p<0.05). While it was determined that there was a negative significant relationship between mothers' mindful eating score and energy (kcal), protein (g), SFA (g), Monounsaturated Fatty Acids (MUFA) (g) and cholesterol (mg) intakes, it was determined that there was a negative significant relationship between girls' mindful eating score and energy (kcal), carbohydrate (g), protein (g), fat (g), SFA (g), PUFA (g) and omega 6 fatty acids (g) intakes and a positive significant relationship between girls' mindful eating score and protein (%) intakes (p<0.05). As a result, it is thought that the food literacy scores of the mothers are higher than the girls because they have more traditional food preparation skills and this difference is not positively reflected in BMI values due to both low physical activity level and culturally wrong eating habits. More comprehensive studies should be done to understand better the relationship between food literacy, mindful eating and nutritional status in mothers and daughters.Item Anterior diş şekillerinin yüksek gülme hattına sahip hastalarda estetik parametreler üzerine etkisi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2022) Sakallı, Onur Altuğ; Erkut, SelimGülümseme insanın kendisini ifade ettiği sözlü olmayan iletişimin en iyi yollarından birisidir. Gerek estetik kaygılar ile gerekse de diş kayıpları nedeni ile gülüşün yeniden tasarlanması gerektiği durumlarda anterior diş şekillerinin belirlenmesi çok önemlidir. Özellikle yüksek diş eti görünürlüğü (gummy smile) olan hastalarda diş şekilleri gülüş sırasında kapladığı yer açısından fark yaratacaktır. Anterior diş şekilleri çeşitli literatürlerde yüz şekli ile ilişkilendirilse de herhangi bir bağlantının olmadığını öne süren yayınlar da vardır. Yapılan çalışmalarda popülasyonda gummy smile’a sahip bireylerin oldukça yaygın olduğu gösterilmiştir. Bundan dolayı da kliniğe başvuran hastaların büyük bir çoğunluğunda gummy smile olacağını varsayılabilir. Gummy smile hastalarında uygulanacak olan restoratif işlemler de estetik açıdan daha zorlayıcı olacaktır. Tez çalışmasında diş formu farklarının özellikle yüksek diş eti görünürlüğü olan hastalarda estetik kabul edilebilirlik açısından değerlendirilecektir. Sonrasında yüz şekilleri ile diş şekilleri karşılaştırılıp günlük klinik kullanımında anterior diş şekillerini değiştirerek estetik olarak daha kabul edilebilir sonuçlara nasıl ulaşılacağı amaçlanmaktadır. Adobe Photoshop CS programı kullanılarak onam alınmış modellerin yüzleri birleştirilerek kimliksiz bir yüz oluşturulmuştur. Daha sonra elde edilen bu yüz literatürde yer alan kare, oval ve üçgen formlara göre ayarlanmıştır. Modellerden elde edilen diş fotoğrafları literatürde yer alan kare, oval ve üçgen formlara getirilip yüzler ile birleştirilmiştir. Birleştirilen yüzlerde diş eti seviyeleri normal ve gummy smile seviyesinde olacak şekilde ayarlanmıştır. Diş eti rengi ve dudak rengi algısını da değerlendirmek için dudak rengi ve diş eti rengindeki kırmızı rengi %20 oranında arttırılıp azaltılarak yeni modeller elde edilmiştir. Elde edilen modeller Free Online Surveys (www.freeonlinesurveys.com) internet sitesi kullanılarak mobil uyumlu bir anket haline getirilmiştir. Çalışma sonuçlarına göre gruplarda diş şekilleri ve yüz şekilleri arasında bir uyum büyük oranda gözlenmemiş olup gummy smile diş eti seviyesinde diş görünürlüğü en fazla olan kare modeller en az oranda tercih edilmiştir. Diş eti dağılımı daha dengeli olan oval ve üçgen diş formları daha yüksek oranda tercih edilmiştir. Sonuçlara göre %20 oranında daha kırmızı dudak rengi bütün çalışma gruplarınca yüksek oranda tercih edilmiş olup diş eti rengi açısından bakıldığında da normal diş eti rengi daha yüksek oranda estetik bulunmuştur. Çalışma sonuçlarının özellikle yüksek estetik beklentiye sahip ve de gummy smile hastalarına uygulanan ön bölge restorasyonlarında diş formlarını değiştirerek beğeni oranını nasıl arttırabileceğine dair klinisyenlere bir rehber olması amaçlanmaktadır. Bu çalışma Başkent Üniversitesi Tıp ve sağlık Bilimleri Araştırma Kurulu tarafından onaylanmış (Proje no:D-KA22/01) ve Başkent Üniversitesi Araştırma Fonunca desteklenmiştir. Smiling is one of the best ways of non-verbal communication in which people express themselves. It is very important to determine the anterior tooth shapes in cases where the smile needs to be redesigned for not only aesthetic concerns but also for tooth loss. Especially in patients with high gingival visibility (gummy smile), tooth shapes makes a difference in terms of the space they occupy during smiling. Although anterior tooth shapes are associated with face shape in various doctrines, there are also studies suggesting that there is no such connection. Studies have shown that individuals with a gummy smile are very common in the population. Therefore, it can be assumed that the majority of patients who apply to the clinic will have a gummy smile. Restorative procedures to be applied in gummy smile patients will also be more aesthetically challenging. In the thesis study, tooth form differences are evaluated in terms of aesthetic acceptability, especially in patients with high gingival visibility. Afterwards, it is aimed to compare the face shapes and tooth shapes and how to achieve more aesthetically acceptable results by changing the anterior tooth shapes in daily clinical use. An unidentified face was created, using the Adobe Photoshop CS program, combining the faces of the models whose consent was taken. Later, this face was adjusted in accordance with the doctrine, in square, oval and triangular forms. The dental photographs obtained from the models were combined with the faces that were brought into square, oval and triangular forms in the doctrine. The gingival levels were adjusted to be normal and gummy smile levels in the joined faces. In order to evaluate the perception of gingival color and lip color, new models were obtained by increasing and decreasing the red color in the lip and gingival color by 20%. Obtained models were turned into a mobile compatible survey using the Free Online Surveys (www.freeonlinesurveys.com) website According to the results of the study, no substantial harmony was observed between the tooth shapes and face shapes in the groups, and the square models with the highest tooth visibility at the gummy smile gingival level were preferred the least. Oval and triangular tooth forms with a more balanced gingival distribution were preferred at a higher rate. According to the results, 20% redder lip color was highly preferred by all study groups, and in terms of gingival color, normal gingival color was found to be more aesthetically pleasing. It is aimed that the results of the study would be guidance for clinicians on how to increase the rate of appreciation by changing the tooth forms in anterior region restorations applied especially to patients with high aesthetic expectations and gummy smile. This study was approved by the Baskent University Medical and Health Sciences Research Board (Project no: D-KA22/01) and was supported by the Baskent University Research Fund.Item Ateşli silah kullanan bireylerde patlayıcı gürültünün efferent sistem üzerine etkisinin araştırılması(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2021) Kılınç, Fatma; Erbek, Hatice SeyraBu çalışmada, ateşli silah kullanan bireylerde kontralateral supresyon testi (MOC) ile gürültünün efferent sistem üzerine etkisi olup olmadığı araştırılmıştır. Çalışmaya 18-55 yaş arası 45 ateşli silah kullanan ve 45 sağlıklı toplam 90 gönüllü birey katılmıştır. Başkent Üniversitesi Kulak Burun Boğaz (KBB) polikliniğinde, çalışmaya katılan tüm bireylere genel KBB muayenesi yapıldıktan sonra sonra saf ses odyometrisi, konuşma odyometrisi yüksek frekans odyometrisi, Distorsion Product Otoakustik Emisyon (DPOAE) testi kontralateral gürültü yokluğunda ve varlığında yapılmıştır. Elde edilen sonuçlar her iki grup arasında karşılaştırılmıştır. Saf ses odyometrisi ve konuşma odyometrisi, sonuçları karşılaştırıldığında ateşli silah kullanan bireylerin işitme, konuşmayı alma ve ayırt etme eşikleri normal işitme sınırlarında elde edilmiş olsa da kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p<0,05). Gruplar frekanslara göre kontralateral supresyon değerleri açısından ayrı ayrı değerlendirildiğinde, gruplar arasında 8 kHz dışında tüm frekanslarda anlamlı farklılık elde edilmiştir(p<0,05). Elde edilen veriler doğrultusunda ateşli silah kullanan bireylerin patlayıcı gürültüye maruz kalınması sonucunda gürültünün efferent işitsel sistem üzerinde bozucu etkisi olduğu görülmüştür. Yoğun gürültüye maruz kalan bireylerin hem işitme hem de psikolojik ve fizyolojik sağlıklarının bozulabileceği göz önüne alındığında insan sağlığı açısından korumanın ve erken tespitin önemi anlaşılmaktadır. Bu nedenle bu alanda daha fazla araştırmaya ihtiyaç olduğu görüşündeyiz. In this study, the effect of noise on the efferent system was investigated by the contralateral suppression test (MOC) in individuals using firearms. A total of 90 volunteers between the ages of 18-55, 45 using firearms and 45 healthy individuals, participated in the study. Pure tone audiometry, speech audiometry high frequency audiometry, Distorsion Product Otoacoustic Emission (DPOAE) test were performed in the absence and presence of contralateral noise in Başkent University Otorhinolaryngology (ENT) outpatient clinic, after a general ENT examination was performed on all individuals participating in the study. The results obtained were compared between both groups. When pure tone audiometry and speech audiometry results were compared, although the hearing, speech acquisition and discrimination thresholds of individuals using firearms were obtained within normal hearing limits, it was found to be significantly higher than the control group (p <0.05). When the groups were evaluated separately in terms of contralateral suppression values according to the frequencies, a significant difference was obtained between the groups at all frequencies except 8 kHz (p <0.05). In line with the data obtained, it was observed that the noise had a disruptive effect on the efferent auditory system as a result of the exposure of individuals using firearms to explosive noise. Considering that both hearing and psychological and physiological health of individuals exposed to intense noise may be impaired, the importance of protection and early detection in terms of human health is understood. Therefore, we think that more research is needed in this area.Item Basit karbonhidrat içeriği yüksek diyetle beslenen sıçanlarda yeşil çayın antioksidan etkisinin incelenmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2015) Gübür, Sema; Ercan, AydanBasit karbonhidrat içeriği yüksek ürünlerin sekular artışıyla beraber son 30 yılda rafine fruktozun total tüketim miktarı dikkat çekici şekilde artmıştır. Birçok araştırmacı, yüksek fruktoz tüketiminin, farelerde ve insanlarda vücut ağırlığı, lipit profilleri ve glikoz metabolizması üzerine etkisini araştırmaktadır. Yapılan çalışmalardan elde edilen sonuçlar yeşil çayın, yüksek fruktoz ile beslenmenin oluşturduğu hipertrigliseridemili farelerde plazma ve karaciğerde trigliseritlerin (TG) düşmesinde ve açlık plazma glikoz, insülin ve serbest yağ asidi düzeylerini azaltmakta etkili olduğunu göstermektedir. Ayrıca yeşil çayın, total plazma antioksidan aktivitesini artırdığı gösterilmiştir. Yeşil çay tüketiminin, serumda süperoksit dismutaz (SOD) aktivitesini ve aorta katalaz (CAT) ekspresyonu artırdığı ve hücresel savunmada enzimlerle beraber reaktif oksijen türlerine karşı etkili olduğu ve oksidatif stresin bir göstergesi olan malondialdehit (MDA) azalttığı gösterilmiştir. Bu çalışmada basit karbonhidrat içeriği yüksek diyetle beslenen sıçanlarda yeşil çayın antioksidan etkisinin incelenmesi amaçlanmıştır. Çalışmada 32 adet, 8-10 haftalık (164-224 g) Sprague Dawley türü erişkin erkek sıçanlar kullanılmıştır. Sıçanlar rastgele Kontrol grubu (KG), Fruktoz grubu (FG), Yeşil Çay grubu (YÇG), Yeşil Çay ile Fruktozu birlikte alan grup (YÇFG) olmak üzere 4 gruba ayrılmıştır. KG’ye çeşme suyu, FG’ye %20’lik fruktoz (20 g/100 mL), YÇG’ye C. sinensis (2 g/kg/gün), YÇFG’ye C. sinensis (2 g/kg/gün) + %20’lik fruktoz (20 g/100 mL) 8 hafta süre ile oral yoldan verilmiştir. Sıçanların her hafta düzenli vücut ağırlıkları ve bel çevreleri ölçülmüştür. Sekiz hafta sonra dekapitasyon sırasında sıçanların kanları alınmış, karaciğerleri çıkartılmıştır. Serum glikoz, total kolesterol (TK), yüksek dansiteli lipoprotein (HDL), düşük dansiteli lipoprotein (LDL), çok düşük dansiteli lipoprotein (VLDL), trigliserit (TG), aspartat aminotransferaz (AST) ve alanin aminotransferaz (ALT) düzeyleri ölçülmüş ve karaciğerleri histopatolojik olarak incelenmiştir. Karaciğer dokusunda, lipit peroksidasyon, glutatyon (GSH), CAT, SOD, protein miktar tayini yapılmıştır. En yüksek vücut ağırlığı FG’de, en düşük YÇG’de saptanmıştır. KG ve FG’de glikoz düzeyleri YÇG ve YÇFG’den önemli olarak daha yüksek çıkmıştır (p<0.05). KG, FG, YÇG VE YÇFG’de TK, HDL ve LDL kolesterol düzeylerinde istatistiksel olarak önemli farklılık olmadığı görülmüştür. FG ve YÇFG’de VLDL kolesterol ve TG düzeyleri KG ve YÇG’den daha yüksek çıkmıştır (p<0.05). KG, FG, YÇG ve YÇFG’de MDA, SOD, CAT, GSH değerleri önemli farklılık göstermemiştir. Yeşil çayın miktarı, demleme suyunun sıcaklığı, demleme zamanı, hazırlama metodu yeşil çayda biyoaktif bileşiklerin kompozisyonunu etkilemektedir. Sonuçta fruktoz ile yeşil çayın birlikte kullanımına yönelik hepatik oksidatif stres üzerine yeşil çayın antioksidan etkisini belirlemek için fruktozun ve yeşil çayın doz ve verilme süresine yönelik çalışmalara ihtiyaç vardır. With secular increase of the products that are high in simple carbohydrates, total consumption of refined fructose has increased amazingly in the last 30 years. Many researchers investigate the effect of high fructose intake on weight loss, lipid profiles, and glucose metabolism in mice and humans. The results of those studies indicated that green tea is effective in reducing plasma and liver triglycerides (TG) and reducing fasting plasma glucose, insulin and free fatty acid levels in mice with hypertriglyceridemia resulting from being fed with high fructose. Additionally, green tea has been also shown to elevate the total plasma antioxidant activity. There are also studies suggesting that green tea consumption increases superoxide dismutase (SOD) activity and aortic catalase (CAT) expression, has effective against reactive oxygen species along with cellular defense enzymes while decreasing malondialdehyde (MDA)- an indicator of oxidative stress. The present study aimed to determine the antioxidant effect of green tea in rats fed with a diet that is high in simple carbohydrate. We included 32 adult male Sprague Dawley rats at 8-10 weeks of age (weighting between 164-224 g) in the study. The rats were randomly divided into 4 groups as Control group (CG), Fructose group (FG), Green Tea group (GTG), Fructose plus Green Tea group (FGTG). Control Group was given tap water; Fructose Group was given 20% fructose (20 g/100 mL); and Green Tea Group was given camellia sinensis (2 g/kg/day), while FGTG was given C. sinensis (2 g/kg/day) + 20% fructose (20 g/100 mL) 8 week time through oral route. Body weight and waist circumference of the rats were measured weekly on regular basis. Eight weeks later rats were decapitated, blood was collected, and the liver was removed. Serum glucose, total cholesterol (TC), high density lipoprotein (HDL), low density lipoprotein (LDL), very low density lipoprotein (VLDL), triglycerides (TG), aspartate aminotransferase (AST) and alanine aminotransferase (ALT) levels were measured, and livers were examined histologically. Liver tissue was used for lipid peroxidation, glutathione (GSH), CAT, SOD protein analysis. The highest body weight was obtained in FG while the lowest was in GTG. Glucose level was significantly higher in CG and FG as compared to FGTG (p<0.05). However, there was no significant statistical difference between CG, FG, GTG and FGTG regarding TC, HDL, and LDL cholesterol levels. VLDL cholesterol and TG levels were observed to be higher in FG and FGTG groups in comparison to CG and GTG (p<0.05). On the other side, the MDA, SOD, CAT, and GSH levels did not show any significant difference between CG, FG, GTG and FGTG. The amount of green tea, temperature of brewing water, brewing time, and preparation method affect the composition of bioactive compounds in green tea. In conclusion, there is a need for new studies examining the dose and duration of fructose and green tea administration in order to identify the antioxidant effect of green tea on hepatic oxidative stress for using of fructose and green tea together.Item Benign paroksismal pozisyonel vertigo hastalarında posterior ve lasteral semisirküler kanallara ait tanısal videonistagmografi kayıtlarının değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Hızal, Evren; Erbek, Hatice SeyraBenign paroksismal pozisyonel vertigo (BPPV) tanısında kullanılan tetikleyici manevraların hiçbirisi tek bir semisirküler kanalda cevaba neden olmaz. Başın açısal pozisyonundaki değişiklikler, tüm semisirküler kanalların yerçekimine göre konumlarını etkiler. Bu çalışmada, vertigonun tanısına yönelik olarak uygulanan pozisyonel testlerin videonistagmografi (VNG) kayıtlarını değerlendirmek ve Dix- Hallpike ile supin baş çevirme (head-roll) testlerinin her ikisinde tespit edilen nistagmus cevaplarının özelliklerini belirlemek amaçlanmıştır. Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi Kulak Burun Boğaz Anabilim Dalı‟na 14.10.2016 ile 11.02.2019 tarihleri arasında vertigo yakınması ile başvurmuş 7523 hastaya ait VNG bilgisayar veritabanı kayıtları gözden geçirilmiştir. Dix-Hallpike testi ile birlikte head-roll testine ait sonuçları içeren 2880 kayıt olduğu (%68,1 kadın; ortalama yaş, 53) tespit edilmiş, bu kayıtlara ait VNG grafiklerinin çıktıları alınarak incelenmiştir. Hem Dix- Hallpike hem de head-roll testlerine ait grafik çıktılarında nistagmus varlığı saptanan 148 kayda ait video görüntüleri, iki farklı araştırmacı tarafından ayrıca değerlendirilmiştir. Göz hareketlerinin VNG traselerine tam doğrulukla yansımadığı; değerlendirilen VNG kayıtlarına ait video görüntüleri ile grafik çıktıları arasında özellikle nistagmusun yönü açısından belirgin farklılıklar olduğu saptanmıştır. Dix- Hallpike testi ile head-roll testlerinin ikisinde birden nistagmus yanıtı saptanan kayıtlar incelendiğinde; tanının bunların %8,8‟inde posterior kanal, %59,4‟ünde ise lateral kanal BPPV‟si (%47,7 geotropik [kanalolitiazis], %52,3 apogeotropik [kupulolitiazis] varyant) olduğu; %4,1‟inde birden fazla kanal tutulumu bulunduğu; %53,3‟ünde 1 rehabilitasyon manevrası uygulandığı; %7,4‟ünde rekürrens geliştiği anlaşılmıştır. Lateral kanal BPPV‟sinin gerek geotropik gerekse apogeotropik varyantlarında, head-roll testinin yanında Dix-Hallpike testinde de nistagmus izlenebilmektedir. Posterior kanal BPPV‟si olan hastalarda da head-roll testinde nistagmus saptanabilmektedir. BPPV‟de tanının doğru konulabilmesi ve uygun tedavinin uygulanabilmesi için tüm hastalarda hem Dix-Hallpike hem de head-roll testlerinin tamamlanması ve sonuçların birarada yorumlanması gerekir. None of the provocative maneuvers that are used for the diagnosis of benign paroxysmal positional vertigo (BPPV) induces response in a single semicircular canal alone. Angular changes in position of the head affect position of all semicircular canals relative to the gravity. The aims of this study were to evaluate the videonystagmography (VNG) records of positional tests that are performed for the diagnosis of vertigo and to define the characteristics of nystagmus responses that are detected in both Dix-Hallpike and supine head-roll tests. Records of 7523 patients that have applied to the Department of Otolaryngology at Baskent University Ankara Hospital with the complaint of vertigo between 10.14.2016 and 2.11.2019 were reviewed from the VNG computer database. 2880 recordings (68.1% female; mean age, 53) were found to include results of both Dix-Hallpike and head-roll tests. Graphical results of each of those VNG recordings were printed out and examined. Video images of 148 records that had been detected to have nystagmus on graphical printouts of both Dix-Hallpike and head-roll tests were further analyzed by two independent researchers. Ocular movements were found to be inaccurately represented on VNG tracings and there were significant differences between the video images and graphical printouts especially in terms of nystagmus direction. Analysis of the records that were detected to have nystagmus response in both Dix- Hallpike and head-roll tests revealed that, diagnosis was posterior canal BPPV in 8.8% and lateral canal BPPV in 59.4% (47.7% geotropic [canalolithiasis] and 52.3% apogeotropic [cupulolithiasis] variants). More than one canal was involved in 4.1%, 1 rehabilitation maneuver was performed in 53.3%, and recurrence was observed in 7.4% of those patients. In both geotropic and apogeotropic variants of lateral canal BPPV, nystagmus can be observed during Dix-Hallpike test in addition to head-roll test. In patients with posterior canal BPPV nystagmus can also be detected in headroll test. In order to reach to a correct diagnosis and apply appropriate treatment in BPPV, Dix-Hallpike test and head-roll test should be completely performed and results of those tests must be interpreted concomitantly.Item Bir hastane mutfağında oluşan katı atık çeşit ve miktarlarının saptanıp değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2015) Yüksel, Aysun; Ercan, AydanÇevre, insanların temel ihtiyacı olan beslenme gereksiniminin karşılanmasında en önemli kaynaktır. Katı atıklar, çevre kirlenmesinin en önemli nedenlerinden biridir. Günümüzde, nüfusun artması, teknolojinin gelişimi ile üretilen ambalaj çeşit ve miktarının artması kişi başına düşen katı atık miktarını da artırmaktadır. Atıkların çevreye zarar vermeden bertaraf edilmesi, başta çevre ve insan sağlığı olmak üzere ülkenin ekonomisini de yakından ilgilendirmektedir. Bu çalışmada, toplu beslenme hizmeti verilen bir hastane mutfağında oluşan atıkların tür ve miktarlarının saptanarak çevreye olan zararın ve ekonomik boyutunun değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Bu hastanede toplu beslenme hizmetlerinin tüm faaliyetleri sonunda oluşabilecek (üretilen) katı atıkların tür ve miktarları menüye göre iaşe kayıtları temel alınarak hesaplanmıştır. Aynı günlerde oluşan (üretilen) atıklar, türlerine (cam, kağıt-karton, kompozit, metal, organik, plastik, porselen, tahta) göre ayrıştırılarak toplanmış ve tartılarak kaydedilmiştir. Çalışma sonunda tüm katı atıkların türlerine göre toplam ağırlıkları elde edilmiştir. Üretilen toplam katı atık miktarı 7238.5 kg bulunmuştur. Bu katı atıkların 1106.2 kg’ı (%15.3) plastik, 272.0 kg’ı (%3.8) metal, 1132.8 kg’ı (%15.6) kağıt-karton, 3013.8 kg’ı (%41.6) organik atıktır. Üretilen bu katı atıklardan toplanan plastik atık miktarı 323.8 kg (%7.3), metal atık miktarı 205.4 kg (%4.6) ve kağıt-karton atık miktarı 318.5 kg (%7.2) olarak saptanmıştır. Çalışma süresince mutfakta 3317.3 kg geri kazanım/dönüşüm ambalaj atığının üretildiği, bunun 967.7 kg’ının (%29.2) toplandığı saptanmıştır. Ayrıca üretilen 1132.8 kg olan kağıt karton atığının geri dönüşüm tesislerine gönderilmesi durumunda 283.2 TL gelir elde edilebileceği hesaplanmıştır. Aynı zamanda bu kağıt atıklarından kağıt üretimi ile 944.0 kg tekrar kağıt üretilebileceği ve bunun da yaklaşık 16 yetişkin ağaç olduğu hesaplanmıştır. Toplanan organik atıkların %21.0’ının kompost yapımında kullanıldığı tespit edilmiştir. Menüler içerisinde yenilebilir organik atıklar için mevcut yemek tarifelerinin değiştirilmesi ile toplam 148.9 kg organik atığın azaltılabileceği bulunmuştur. Son olarak hastanede bir günde yatak başına 0.51 kg katı atık üretildiği saptanmıştır. Hammadde veya enerji olarak kullanılan doğal kaynaklardan maksimum verim alınması, az atık üretiminin desteklenmesi, atıkların geri kazanımı ve dönüşümünün sağlanması çevreye ve ekonomiye katkı sağlamaktadır. Toplu beslenme sistemlerinde atıkların oluşmadan azaltılması, oluşan atıkların etkin şekilde toplatılmasının atık sorununun çözümünde anlamlı olacağı ve burada yönetici diyetisyene önemli görevler düştüğü sonucuna varılmıştır. The environment is the most important source in meeting the nutritional needs of people’s basic needs. Solid waste is one of the most important causes of environmental pollution. Today, incerasing of the population and the development of technology leads to increase the production of not only types of package materials but also the waste per capita. Disposing of waste without harming the environment is important not only for human and environmental health but also with the economics of the country. The aim of this study is evaluate the enviranomental damage and economical aspects of the amount and the type of the waste that produced in a hospital food service. In this hospital, the waste that may ocur at the end of the food and meal production was calculated according to records of the menu items. On those days produced waste was collected and seperated according to their types (glass, paper-cardboard, composites, metals, organic, plastic, porcelain, wood). Then all the seperated waste groups were weighted and recorded. At the end of the study the total weight of all types of solid waste were obtained according and 7238.5 kg total solid waste produced was found. 1106.2 kg of this waste (15.3%) were plastics, 272.0 kg (3.8%) were metal, 1132.8 kg (15.6%) were paper and board, and 3013.8 kg (41.6%) were organic waste. The amount of plastic waste collected from produced solid waste were 323.8 kg (7.3%), the amount of metal waste were 205.4 kg (4.6%) and 318.5 kg of waste were paper and cardboard (7.2%), respectively. During the study period in the kitchen 3317.3 kg, of recycle package waste were produced and 967.7 kg (29.2%) were found to be collected. Also, it is calculated that if 1132.8 kg of paper and cardboard waste would be sent to recycling zone, 283.2 TL would be earned. At the same time, if this 944.0 kg of waste paper would be used for paper manufacture, 16 adult trees would be resqued. 21.0% of the collected organic waste were found to be used in composting. It is evaluated that, the 148.9 kg of total waste were organic which is able to eat, can be reduced by appropriate revisions in the viii recipts. Finally, it is determined that in a hospital food service, 0.51 kg solid waste were produded per capita. Supporting the low waste production and recycling and/or conversion of the waste is important to to obtain maximum performance from the natural sources which are used for energy production will be beneficial for environment and economics. As a conclusion, it is important to plan how to reduce the amount of waste before production and collect the waste effectively will be beneficial to solve the waste problem. Additionally, the managerial responsibilities of the dietitians must be considered.Item Bukkal segment distalizasyonunda zigoma ankrajı ve ağız dışı ankraj uygulamarının karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2007) Kaya, Burçak; Uçkan, SinaBu tez çalışması bukkal segment distalizasyonunda zigoma ankraj sisteminin iskeletsel, dentoalveoler ve yumuşak dokular üzerindeki etkilerinin incelenmesi ve bu etkilerin servikal headgear ankrajıyla karşılaştırılması amacıyla yürütülmüştür. Dişsel Sınıf II posterior ilişki, iskeletsel Sınıf I veya II sagital ilişkiye sahip hastalar çalışmaya dahil edilmiştir. Ayrıca araştırmaya alınmak için düşük açılı veya normal vertikal büyüme paterni, tüm daimi dişlerin varlığı, maksiller dental arkta çapraşıklık ve/veya artmış overjet, mandibuler dental arkta çok az yer darlığı olması veya hiç olmaması, normal veya artmış overbite, tam sürmüş maksiller ikinci molarlar gibi kriterler de aranmıştır. Bu kriterleri sağlayan 30 hasta 2 gruba ayrılmıştır. Distalizasyon başlangıcında ortalama yaşları 14.74 yıl olan 15 hastadan oluşan birinci grupta, zigoma ankraj sistemi ile bukkal segment distalizasyonu yapılmıştır. Zigoma plağından birinci premolar braketinin mezialindeki sıkıştırılabilir ark teli kuvvet çengeline uzanan nikel-titanyum kapalı sarmal yaylar ile, her iki tarafta 450 gram distalizasyon kuvveti uygulanmıştır. Distalizasyon başlangıcında ortalama yaşları 15.26 yıl olan 15 hastadan oluşan ikinci grupta, servikal headgear ile bukkal segment distalizasyonu yapılmıştır. Dış kolu başlangıçta okluzal düzleme paralel olan ve bukkal segmentte özellikle kanin ve birinci premolarlar arasında diastemalar açıldıktan sonra 10-15° yukarı açılandırılan yüz arkı kullanılarak her iki tarafta 450 gram distalizasyon kuvveti uygulanmıştır. Hastalardan headgearlerini günde en az 20 saat kullanmaları istenmiştir. Bütün hastalarda sınıf II bukkal ilişki başarıyla düzeltilip Sınıf I bukkal ilişki sağlanmıştır. Bukkal segment distalizasyonunun ortalama süresi zigoma ankraj grubunda 9.03 ± 0.62 ay, servikal headgear grubunda 9.00 ± 0.76 ay olarak ölçülmüş, gruplar arasında fark bulunmamıştır. Tedavi gruplarında oluşan değişiklikleri belirlemek için lateral sefalometrik filmler üzerinde 43, alçı modeller üzerinde 6 parametre ölçülmüştür. Normal dağılım gösteren ve homojen varyanslı olup tekrarlı ölçüm içeren grup ortalamaları İki Faktörlü Tekrarlı Ölçümler Varyans Analizi ve Bonferroni düzeltmeli t testi ile, yaş ve tedavi süresi parametrelerinin grup ortalamaları ise Student t testi ile karşılaştırılmıştır. Normal dağılıma uymayan veya heterojen varyanslı olan grup ortalamalarının karşılaştırılmasında ise bağımsız gruplar için Mann Whitney U testi, bağımlı gruplar için ise Wilcoxon testi kullanılmıştır. Bukkal segment distalizasyonuna bağlı olarak her iki tedavi grubunda da, ‘A’ noktası geriye gitmiş, mandibula posterior rotasyon yapmış, ön yüz yükseklikleri artmıştır. Her iki grupta da maksiller posterior dişlerde p<0.001 düzeyinde önemli miktarda distalizasyon sağlanmıştır. Bunun yanısıra, zigoma ankraj grubundaki premolarlar dışında, her iki grupta da tüm maksiller posterior dişlerde distale devrilme görülmüştür. Zigoma ankraj grubunda maksiller posterior dişlerde vertikal hareket görülmezken, servikal headgear grubunda premolarlarda ekstrüzyon gözlenmiştir. Her iki grupta da maksiller keserler retrüze olmuş ve overjet azalmıştır. Overbite yalnızca servikal headgear grubunda azalmıştır. Alt ve üst dudaklarda her iki grupta da belirgin retrüzyon saptanmıştır. Bütün maksiller posterior dişlerde distobukkal rotasyona rastlanmış, ancak zigoma ankraj grubunda özellikle premolarlardaki rotasyon daha belirgin bulunmuştur. Zigoma ankraj sistemi ile hiç bir ağız dışı aygıt kullanmadan, servikal headgear ile benzer sonuçlar elde edilebildiği ve Sınıf II ilişkinin düzeltilebildiği gösterilmiştir.Item Burdur'da 65 yaş ve nüfus yaşam kalitesi ve yalnızlık durumu ilişkili etmenler(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Kılınc, Ahmet Selcuk; Durukan, ElifKesitsel tipteki bu araştırmanın amacı Burdur’da 65 yaş ve üzeri nüfusun yaşam kalitesi ve yalnızlık durumunun belirlenmesidir. Çalışmaya 408 kişi dahil edilmiştir. Çalışmaya katılanlara ev ziyaretleri yapılarak sosyodemografik özellikler, yalnızlık ve yaşam kalitesi risk faktörleri anket formu, “Dünya Sağlık Örgütü yaşlılar için yaşam kalitesi ölçeği kısa formu (WHOQOL-OLD TR Kısa)” ve “UCLA-LS Yalnızlık Ölçeği” uygulanmıştır. Gruplara göre yaşam kalitesi ve yalnızlık puanlarının karşılaştırılmasında bağımsız gruplarda t testi ve tek yönlü varyans analizi (ANOVA); yaşam kalitesini ve yalnızlığı etkileyen faktörlerin belirlenmesinde lineer regresyon analizi kullanılmıştır. Yaşlıların dörtte biri yalnız, yarısı eşiyle, biri akrabalarıyla yaşamaktadır. %94,8’inin en az bir kronik hastalığı vardır. En sık görülen semptom / durumlar azalan sırayla görme bozukluğu, tuvalete yetişememe, idrar kaçırma ve işitme problemidir. Her dört yaşlıdan birinde yeti kaybı mevcuttur. Yaşlıların WHOQOL-OLD Yaşam Kalitesi puan ortalaması 68.34±12.25, yalnızlık puan ortalaması 32.92±11.43'dür. Yaşlının kadın olması, formal eğitim almamış olması, gelirinin geçimine yetmemesi, gündüz bakım evine gitmek istememesi, tatile gitmemesi, alışverişi başkasının yapması, iştahının kötü-az olması, oturgan olması, işitme probleminin olması, engelli raporunun olması, kendini mutsuz hissetmesi ve yalnız olması yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Yaşlının huzurevinde kalmayı düşünmesi, televizyon izleme ve ev işi dışında iş yapmaması, tatile gitmemesi, oturgan olması, işitme probleminin olması ve kendisini mutsuz umutsuz hissetmesi yalnızlık düzeyini olumsuz etkilemektedir.Çalışmadan elde edilen sonuçların ışığında, yaşlının yaşam kalitesinin yükseltilmesi ve yalnızlık düzeyinin azaltılması için; yapılacak ev ziyaretleriyle yaşlılık dönemi planlanmalıdır. Sadece geriatrik değil, gerontolojik bir yaklaşımla da sağlık ve sosyal hizmetler bütünleşik halde verilmelidir. Kronik hastalık yükünü azaltacak koruyucu sağlık hizmetleri ve aktif yaşlanma önceliklendirilmeli, 1. 2. ve 3. basamak sağlık hizmetleri entegrasyonu sağlanmalıdır. Yaşlı dostu kent uygulamaları hayata geçirilmelidir. Yaşlıların yaşam kalitesini iyileştirmek ve yalnızlığını azaltmak ve bakımı garanti etmek için acilen bakım sigortasının hayata geçirilmesinin uygun olacağı düşünülmüştür. 408 people representing 35.563 people aged 65 and over were included into the scope of this cross-sectional type of study which aims determining the quality of life and condition of loneliness of the population aged 65 and over in Burdur. The questionnaire form intended for determining of factors that could affect the quality of life and condition of loneliness, "The World Health Organization Quality of Life Scale (WHOQOL-OLD TR Short)" and "UCLA-LS Loneliness Scale" were used as data source. The data of the study was collected by home visits, face to face interviews with those who scored 24 and above in the Mini Mental Test (MMT) and evaluated by t-test, one-way analysis of variance (ANOVA) and Linear regression analysis. Elderly’s WHOQOL-OLD Quality of Life score mean is 68.34 ± 12.25 and loneliness score mean is 32.92 ± 11.43. One fourth of the elderly live alone, half live with their spouse and one with relatives. 94,8% of them have at least one chronic disease. The most common encountered symptoms / conditions in descending order are impaired vision, urgency, urinary incontinence and hearing problems. One out of four elderly people has disability. Elderly person’s being old woman, having not received formal education, living income insufficiency, unwilling to go to the day care center, not going on vacation, shopping’s being done by someone else, having poor-diminishing appetite, being still, having hearing problem, having a disabled report, feeling unhappy and being alone adversely affects life quality.Elderly's dwelling on living in a senior center, not doing any work other than watching TV and doing housework, not going on vacation, being still, having hearing problem and feeling unhappy desperate affect the loneliness level negatively. Within the frame of the results obtained from the study; in order to increase the elderly’s life quality and decrease the level of the loneliness the old age period should be planned by the home visits which will be done. Not only geriatric, but also with a gerontological approach, health and social services should be given integratedly. Preventive health services and active aging which will reduce the burden of chronic disease should be prioritized, 1, 2 and 3 level health services integration should be ensured. Elderly friendly urban practices should be actualized. It is considered that care insurance’s urgently being put into practice in order to improve the quality of life of and reduce the loneliness of the elderly will be appropriate.Item Çekimli olgularda zigoma ankrajının kanin retraksiyonuna etkilerinin incelenmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2007) Çetinşahin, Alev; Dinçer, MüfideBu çalısmanın amacı zigoma ankraj sistemiyle birlikte ve zigoma ankraj sistemi olmadan kullanılan PG retraksiyon springinin kanin retraksiyonuna etkilerini karsılastırmaktır. Bu amaçla, postpubertal gelisim döneminde, Angle sınıf I veya sınıf II maloklüzyona sahip, üst birinci premolar dislerinin çekim endikasyonu ve maksimum veya moderate ankraj gereksinimi olan 30 hasta bu çalısmaya dahil edildi. Hastalar 15 bireyden olusan iki gruba ayrıldı. Maksimum ankraj olguları (16 yıl 8 ay ortalama yasa sahip, 9 kız, 6 erkek) implant destekli gruba alındı ve kanin retraksiyonu için PG retraksiyon springi kullanılırken posterior ankrajı güçlendirmek için sag ve sol zigomatik buttress bölgelerine zigoma ankraj sistemleri yerlestirildi. Moderate ankraj olguları (15 yıl 5 ay ortalama yasa sahip, 10 kız, 5 erkek) kanin retraksiyonu için zigoma ankraj sistemi kullanılmadan PG retraksiyon springi uygulanan ikinci gruba alındı. Kanin retraksiyonu baslangıcında ve bitiminde alçı modeller ve lateral sefalometrik filmler alındı ve zigoma ankrajının kanin retraksiyonuna etkilerini karsılastırmak için kullanıldı. Sefalometrik ölçümler ve model ölçümleri istatistiksel olarak degerlendirildi. Ankraj güçlendirilmeden PG retraksiyon springi kullanılan grupta daha fazla olmak üzere her iki grupta da anlamlı ankraj kaybı gözlendi. Kanin retraksiyon hızı, kaninlerin sagital ve vertikal hareketlerinde gruplar arasında anlamlı fark gözlenmedi.Item Çenelerde sık görülen odontojenik kist ve tümörlerin klinik ve radyolojik bulguları ile ki-67 ve p53 protein ekspresyon oranları arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Bulmuş, Burak; Akdeniz, Sıdıka SinemAğız diş ve çene cerrahisinde ana konulardan biri kistik lezyonların ayırıcı tanısıdır çünkü bazı odontojenik kistler (OK) agresif davranış ve nüks etme eğilimindedir. Ek olarak, en uygun cerrahi tedavi ve takibi belirlemek için kist ve çene tümörlerinin ayırıcı tanısını koymak önemlidir. Patolojinin tanısı klinik ve radyolojik özelliklere dayanmaktadır, ancak kesin tanı histopatolojiye dayanmaktadır. Mevcut retrospektif çalışma 2011-2016 arasında yapıldı ve değerlendirmeler histopatolojik raporlar ve panaromik filmler üzerinden ölçümlemeler ile gerçekleştirildi. Çalışmaya Başkent Üniversitesi Çene Hastalıkları ve Cerrahisi Kliniğinde tedavi edilen hastalardan 111 odontojenik kist ve tümör örneği alındı. Bu örnekler kist tipi, yaşı, cinsiyeti ve immünohistokimyasal boyama dağılımı için analiz edildi ve radyolojik bulgularla karşılaştırıldı. Bu çalışmanın sonuçlarına göre, Ki-67 ve p53 gen ekspresyon değerlerinin odontojenik keratokist grubunda anlamlı derecede yüksek olduğu bulundu. Odontojenik keratosistlerin radiküler kistlere ve dentigeröz kistlere göre daha yüksek malign transformasyon potansiyeli gösterdiği ortaya çıkmıştır. Ki-67 ve p53 gen ekspresyon oranları ile radyolojik ölçümler arasındaki ilişki kist-tümör gruplarına göre karşılaştırıldığında, sadece dentigeröz kist grubunda istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmuştur. Panoramik filmlerde dentigeröz kistlerin boyutsal karşılaştırmalarından sonra, agresif potansiyelin ilgili kist grubundaki ekspresyon hızı ile radyolojik ölçüm arasındaki anlamlı ilişki nedeniyle artan çapla arttığı söylenebilir. Bu, etkilenen dişlerle ilişkili dentigeröz kistlerinin klinik uygulamada en kısa sürede ortadan kaldırılması gerektiğini göstermektedir. One of the main issues in dental and oral maxillofacial surgery is the differential diagnosis of cystic lesions because few odontogenic cysts (OC) tend to aggressive behavior and relapse. In addition, it is important to make differential diagnosis of cysts and jaw tumors in order to determine the most appropriate surgical treatment and follow-up. The diagnosis of pathology is based on clinical and radiological features, but the definitive diagnosis is based on histopathology. The current retrospective study was conducted between 2011 and 2016 and evaluations were performed on histopathologic reports. 111 biopsy specimens of odontogenic cysts and tumors were retrieved from patients who were treated at the Maxillofacial Surgery Department of Başkent University were included into the study. These specimens were analyzed for the type of cyst, age, sex and immunohistochemical staining distribution and compared with radiologic findings.According to the results of this study, Ki-67 and p53 expression values were found to be significantly higher in the odontogenic keratocyst group than the other groups, and it was revealed that keratocysts showed higher malignant transformation potentials than radicular cysts and dentigerous cysts.When the relationship between Ki-67 and p53 expression rates and radiological measurements were compared according to cyst-tumor groups, there was a statistically significant relationship only in dentigerous cyst group. After the dimensional comparisons of dentigerous cysts in panoramic films, it can be said that the aggressive potential increases with increasing diameter due to the significant relationship between the expression rate in the relevant cyst group and radiological measurement. This suggests that dentigerous cysts associated with impacted teeth should be eliminated as soon as possible in clinical practice.Item Çeşitli hücre hatlarında silimarinin epigenetik etkisinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Korkmaz Kasap, Yeşim; Yurtcu, ErkanEpigenetik değişimler kanser gelişiminde etkilidirler. Waddington 1940'lı yıllarda epigenetiği DNA'nın baz dizilimini değiştirmeden gen ifadelenmesinin değişmesi olarak açıklamıştır. DNA metilasyonu, histon modifikasyonları, kromatin yeniden modelleme ve kodlamayan RNA’lar (mikro-RNA, uzun kodlamayan RNA’lar ve PIWI proteiniyle ilişkili RNA’lar) temel epigenetik mekanizmalar olarak kabul edilmektedir. Kanser hücrelerinde tümör gelişimi ile ilgili yolakları etkilediği için epigenetik değişiklikler, tümörün oluşumunda ve ilerlemesinde önemli rol oynamaktadır. Epigenetik etkili ilaçlar hücre döngü kontrolü, apoptozis, hücre sinyalizasyonu, invazyon, metastaz ve anjiyogenez ile ilgili gen ifadelerinin kontrolünde kullanılmaktadır. Epigenetik düzensizliklerin geri döndürülebilir olması, DNA metilasyon ve histon asetilasyon inhibitörlerinin kanser tedavisinde kullanımına olanak sağlamaktadır ve DNA modifikasyonu ve histon modifikasyonu gibi epigenetik farklılıkların hedef alınarak kanser tedavisinde etkili bir strateji izlenebileceği gösterilmiştir. DNA metilasyon ve histon modifikasyon profilini değiştirebilen ilaç adayı bileşikler geliştirilmeye başlanarak preklinik ve klinik aşamalara geçilmiştir. 5-azasitidin ve SAHA inhibitör grupları Food and Drug Administration (FDA) tarafından onaylanan tek başlarına veya kemoterapi, radyoterapi gibi sitotoksik ajanlarla birlikte uygulanmaktadır. 5-azasitidin, yapısal olarak sitozin nükleotidine benzemektedir ve DNA metiltransferazların inhibisyonunu sağlamaktadır. Epigenetik mekanizmalar kullanılarak geliştirilen bir diğer tedavi ajanı histon deasetilaz (HDAC) inhibitörü olan SAHA’dır. Silimarin, Asteraceae familyasına ait devedikeni olarak da adlandırılan Silybum marianum L. bitkisinin tohumlarından elde edilmektedir. Silimarin kimyasal olarak bir polifenol olup, bitki kimyası olarak da bir flavonolignandır. Yapılan çalışmalarla silimarinin antioksidan, antimetastatik, antianjiyogenik ve antiinflamatuar etkileri gösterilmiştir. Silimarin, antikarsinojenik etkileri sebebiyle kemoterapi alan hastalar arasında tamamlayıcı ve alternatif tedavi amacıyla en sık kullanılan ajandır. Bu çalışma ile silimarinin çeşitli kanser hücre dizilerinde epigenetik regülasyon üzerine olan etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. İnsan nöroblastom hücre dizisi SHSY5Y hücreleri, insan hepatosellüler hücre dizisi HepG2 hücreleri veinsan meme kanseri hücre dizisi MCF-7 hücreleri %5 CO2 ve %95 nem içeren 37°C'lik inkübatörde çoğaltıldı. Silimarin, 5-azasitidin ve SAHA'nın genotoksik dozları MTT testi ile belirlendi. Belirlenen IC50 dozlarına göre hücrelere 48 saatlik uygulama yapıldı. DNMT ve HDAC enzim aktiviteleri ölçüldü. Western Blot ile p53, cMyc ve NFκB protein düzeyleri belirlendi. Silimarinin epigenetik yolaklara olan etkisi ile ilgili sınırlı sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmada ile silimarinin tek başına ve epigenetik inhibitörler ile birlikte uygulandığında çeşitli kanser hücre dizilerinde epigenetik enzimler ve protein düzeylerine olan etkileri değerlendirilmiştir. Sonuçlarımıza göre silimarin DNMT üzerinde inhibe edici etki göstermiştir. HDAC üzerinde inhibisyon etki görülmemiştir. Silimarin p53 K373, p53 K382, cMyc ve NFκB protein seviyelerini baskılarken, p53 S46 protein seviyesini artırmıştır. Bu çalışma Başkent Üniversitesi Tıp ve Sağlık Bilimleri Araştırma Kurulu (Proje no: DA 17/09) tarafından onaylanmış ve Başkent Üniversitesi Araştırma Fonu tarafından desteklenmiştir. Epigenetic changes are effective in cancer development. Waddington described epigenetics in the 1940s as a change in gene expression without altering the base sequence of DNA. DNA methylation, histone modifications, chromatin remodeling and non-coding RNAs (micro-RNAs, long non-coding RNAs, and PIWI proteinrelated RNAs) are accepted for basic epigenetic mechanisms. Epigenetic changes play important roles in tumor formation and progression since it affects pathways related to tumor development in cancer cells. Epigenetically effective drugs are used in the control of gene expression related to cell cycle control, apoptosis, cell signaling, invasion, metastasis and angiogenesis. Reversibility of epigenetic irregularities allows the use of DNA methylation and histone acetylation inhibitors in the treatment of cancer, and has been shown to be an effective strategy in cancer treatment by targeting epigenetic differences such as DNA modification and histone modification. Drug candidate compounds capable of altering DNA methylation and histone modification profile have begun to develop and have been switched to preclinical and clinical stages. 5-azacitidine and SAHA inhibitor groups are administered alone or in combination with cytotoxic agents such as chemotherapy, radiotherapy approved by the Food and Drug Administration (FDA). 5-azacytidine is structurally similar to the cytosine nucleotide and provides for inhibition of DNA methyltransferases. Another therapeutic agent developed using epigenetic mechanisms is the histone deacetylase (HDAC) inhibitor SAHA. Silymarin is obtained from the seeds of Silybum marianum L. also called milk thistle of Asteraceae family. The most important active ingredient is silymarin is a polyphenol chemically and a flavonolignant as plant chemistry. Antioxidant, antimetastatic, antiangiogenic and antiinflammatory effects of silymarin have been shown in the studies. Silymarin is the most frequently used agent for complementary and alternative therapy among chemotherapy patients due to its anticarcinogenic effects. The aim of this study was to evaluate the effect of silymarin on epigenetic regulation in various cancer cell lines. Human neuroblastoma cell line SHSY5Y cells, human hepatocellular cell line HepG2 cells and human breast cancer cell line MCF-7 cells were grown in a 37°C incubator containing 5%CO2 and 95% humidity. Genotoxic doses of silymarin, 5- azacytidine and SAHA were determined by MTT test. Cells were treated for 48 hours according to the determined IC50 doses. DNMT and HDAC enzyme activities were measured. p53, cMyc and NFκB protein levels were determined by Western Blot. There are a limited number of studies on the effect of silymarin on epigenetic pathways. In this study, the effects of silymarin on epigenetic enzymes and protein levels in various cancer cell lines when used alone and in combination with epigenetic inhibitors were evaluated. According to our results, silymarin showed an inhibitory effect on DNMT. There was no inhibition effect on HDAC. Silymarin inhibited p53 K373, p53 K382, cMyc and NFκB protein levels, while increased p53 S46 protein level. This study was approved by Baskent University Medical and Health Sciences Research Council (Project no: DA 17/09) and supported by Baskent University Research Fund.