Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Health Science Institute
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11727/1393
Browse
Item 2-8 yaş grubu dil gelişimi normal olan çocuklarda artikülasyon tarama ölçeği'nin normalizasyonu(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2015) Mutlu, Meryem; Belgin, ErolAMAÇ: 2-8 yaş grubu dil gelişimi normal olan çocuklarda Okul Öncesi Dil Ölçeği- 5’in(Preschool Language Scale-5/ PLS-5) ek ölçeği olan Artikülasyon Tarama Ölçeği’nin normalizasyon çalışmasının yapılmasıdır. Bu çalışma ile elde edilecek sonuçların, çocukların artikülasyon becerilerinin tarama amaçlı değerlendirilmesinde referans olarak kullanılabilmesi hedeflenmektedir. GİRİŞ: Çocukların ana dillerine ait fonemleri tanımaları ve bu fonemleri kelimeleri ve cümleleri oluşturmak için doğru tonlama örnekleri ile bir araya getirmeleri gerekmektedir. Çocuklardaki dil ve konuşma bozukluklarının erken tanısı çok önemlidir. Ülkemizde ve yurt dışında çocukların artikülasyon becerilerini değerlendirmeye yarayan oldukça sınırlı sayıda test bulunmaktadır. Ancak PLS-5 Artikülasyon Tarama Ölçeği ; dil gelişimi değerlendirmesi sonrasında kolay kullanılabilmesi ve kısa sürede uygulanabilmesi açısından tarama amaçlı kullanılan oldukça yardımcı bir ölçektir. YÖNTEM: Çalışma Kayseri İli Milli Eğitim Müdürlüğü’nün izni ile Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bağlı ilköğretim ve kreşlerden dil gelişimi normal olan ve ek bir hastalığı olmayan sağlıklı toplam 330 çocuk ile yürütülmüştür. Öncelikle çocukların her biri için demografik bilgileri içeren Çocuk Değerlendirme Bilgi Formu ile çocukların genel profilleri belirlenmiştir. Formların değerlendirilmesi sonucunda, aileden alınan öyküye ve Bilgi Formuna göre herhangi bir işitme ve konuşma problemi olduğu görülen, ek bir hastalık veya engeli olan çocuklar çalışma dışı bırakılmıştır. Çalışmaya dahil edilmeye karar verilen çocukların işitsel algı ve ifade edici dil gelişimleri Okul Öncesi Dil Ölçeği-5 ile değerlendirilmiştir. İşitsel algı ve ifade edici dil gelişimleri normal olan çocuklar çalışmaya dahil edilerek, Artikülasyon Tarama Ölçeği ile artikülasyon becerileri değerlendirilmiştir. BULGULAR: Verilerin analizinde SPPS 15.0 Paket programı kullanılmıştır. Bağımsız iki örneklem karşılaştırmalarında ise student t testi ve ikiden fazla bağımsız örneklem karşılaştırmalarında tek yönlü varyans analizi (Post-Hoc test: Tukey) kullanılmıştır. p<0.05 değeri istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Kategorik değişkenler arasındaki ilişkiler ki kare analizi ile değerlendirilmiştir. Araştırmaya katılan çocukların Artikülasyon Tarama Ölçeği toplam puanı her bir yaş aralığında cinsiyetlerine göre karşılaştırıldığında hiç biri istatistiksel olarak anlamlı bulunmamasına rağmen (p>0.05), yaş grupları olmaksızın erkek ve kız çocukları arasında kız çocukları lehinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmuştur (p=0.009). SONUÇ: Çocuklarda artikülasyon becerilerini değerlendirmek için bir referans test oluşturulmuştur. Ülkemizde artikülasyon bozukluğu olan çocuklarda tarama amaçlı kullanılabilecek bir testin normalizasyon çalışması yapılmıştır. Çocukların artikülasyon becerilerinin, yeni bir testin Türkçe versiyonu olan Artikülasyon Tarama Ölçeği ile test edilmesi ve artikülasyon bozukluğu olan çocukların erken teşhis, tedavi ve rehabilitasyonun sağlanması için uygun merkezlere yönlendirilmesi hedeflenmektedir. AIM: 2-8 age group children with normal language development in Preschool Language Scale-5 scale, which is made of the additional Articulation Screening Scale normalization work. The results to be obtained with this study in the evaluation of children with articulation skills are targeted for screening can be used as reference. INTRODUCTION: Children in their own language phoneme recognition and extraction of these phonemes to form words and sentences with correct intonation are required to bring together examples. Early diagnosis of language and speech disorders in children is very important. There are some tests for evaluating articulation skills of the children in our country and outside the country. However; PLS-5 Articulation Screening Scale is helpful for screening and diagnosis in terms of easy availability after the test of language development and testing in a short time. METHOD: With the permission of Kayseri Provincial Directorate of National Education, the study was carried out with no additional disease and 330 healthy children with normal language development of primary and nursery school of the Directorate of National Education. Firstly, with the Children's Assessment Information Form containing demographic information for each of the children, the general profile of the children were determined. After the evaluation forms, acorrding to the story of any families and Information Form, children with hearing and speech problems and an additional illness or disability were excluded from the study. The decision on the inclusion of children with auditory perception and expressive language development was assessed by Preschool Language Scale-5. The children with auditory perception and expressive language development skills were included in the study and articulation skills were evaluated by Articulation Screen Scale. RESULTS: The data were analyzed by SPPS 15.0 package program. In the comparison of two independent samples, student t-test and one-way analysis of variance of more than two independent samples comparison (Post-hoc tests: Tukey) were used. P <0.05 was statistically significant. The relationship between categorical variables were evaluated by ki square analysis. While of the surveyed children's articulation screening scale total score compared by gender in each age range was statically insignificant (p>0.05), there is a statistically significant difference in favor of girls without the age group of boys and girls (p = 0.009). CONCLUSION: A reference has been established to assess the articulation skills in children. In our country, normalization of a test that can be used to screen the children with articulation disorders was made. It is expected that children’s articulation skills are tested by Articulation Screening Scale, the Turkish version of a new test. Moreover it is hoped that children are directed to the appropriate place for early diagnosis, treatment and rehabilitation of the children with articulation disorder.Item 20-45 yaş arası kadınlarda menstrüal siklusun her üç döneminde (menstrüal dönem öncesi, menstrüal dönem ve menstrüal dönem sonrası) beslenme alışkanlıklarının belirlenmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimler Enstitüsü, 2016) Çukurovalı Soykurt, Seniha; Tayfur, MuhittinMenstrüal siklus birçok faktörden etkilenebilen karmaşık bir döngüdür. Beslenme ve beslenme alışkanlıklarının menstrüal siklus üzerine etkileri hem yetersiz beslenme hem de aşırı beslenme üzerinden görülebilmektedir. Bu çalışma, 20-45 yaş arası kadınlarda premenstrual dönem, menstrüal dönem ve menstrüal dönem sonrasındaki beslenme durumları, besin tercihleri, yeme tutumları ve farklılıkların saptanması, elde edilen verilere göre alınan enerji ve besin ögelerinin değerlendirilmesi amacı ile gerçekleştirilmiştir. Araştırma, Aralık 2015 ile Ocak 2016 tarihleri arasında Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniğine başvuran 20-45 yaş arası 100 kadın üzerinde yürütülmüştür. Bireyların kişisel bilgileri, menstrüasyonun besin tüketimi ve enerji dengesi üzerine etkisinin saptanması, menstrüal siklusun her üç döneminde (menstrüal dönem öncesi, menstrüal dönem ve menstrüal dönem sonrası) oluşan fiziksel ve besin tüketimindeki değişikliklere ilişkin bilgileri saptamaya yönelik anket formu uygulanmıştır. Çalışmada bireyların yaş ortalaması 32.57 ±7.62 yıl olarak saptanmıştır. Bireylerin ilk menstruasyon yaş ortalaması 12.99 ± 1.23 yıl olarak saptanmıştır. Çalışmaya katılan bireylerin BKİ (kg/m²) oratlaması 24.68 ± 4.25’dir. Çalışmaya katılan bireylerden % 62.0’ ının premenstrual dönemde iştahının arttığı, % 8.0’ının bu dönemde iştahının azaldığı ve % 30.0’ının ise bu dönemde iştahlarında herhangi bir değişme olmadığı belirlenmiştir. Çalışmaya katılan 100 kadının 90’ı premenstruasyon dönemde tatlı ihtiyacı hissederken, 21’i tuzlu, 16’sı acı ve 14’ü ekşi besin tüketme ihtiyacı hissetmektedir.Sonuç olarak, menstrüal siklus beslenme durumu ve yeme tutumu ile ilişkilidir ve kadınların yaş gruplarına ve fizyolojik ihtiyaçlarına göre uygun bir beslenme ve yaşam tarzı geliştirilmesi önemlidir. Bu durumun detaylı incelenmesi için daha büyük çaplı çalışmalara ihtiyaç vardır. The Menstrual cycle is a complex cycle that can be affected by many factors. Nutrition and eating habits affect the menstrual cycle through malnutrition and overfeeding. The purpose of this study is to determine the anthropometric measurement of the pre-menstrual period, menstrual period and post-menstrual period on women aged between 20 - 45 and to assess the differences of nutritional status, food preferences and eating attitudes. Using the detailed analysis results, the aim is to make comparisons between energy obtained with the evaluation of input of nutrients. Research was conducted on 100 women aged between 20-45 admitted to Ankara Ataturk Training and Research Hospital the Obstetrics and Gynecology Department between December 2015 and January 2016. A questionnaire consisted of personal information and data gathering from each of the participants to determine the affect on their food intake, energy balance and physical dietary changes seen during the three phases of the menstrual cycle. The average age of participants in the study was found to be 32.5±7.62 years. Average age of first menstruation for participating was found 12.99± 1.23 years old. Moreover, average of BMI (kg/m2) of participating was found 24.68± 4.25. 62 % of the individuals participating in the study experienced an increase in appetite during the pre-menstrual period and 30% of the individuals experienced no change in appetite whilst 8% experienced a decrease in appetite. 90 of the 100 women who participated in the study felt the need to consume dessert before menstruation, 21 women felt the need to consume salty foods, 16 felt the need for bitter food and 14 felt the need to consume sour flavoured food.As a result of the research, we have found that the menstrual cycle is associated with eating behaviours and nutritional value/status and so it is therefore important to develop a healthy diet and lifestyle, in accordance with women’s age groups and physiological needs. However there is a need for a further study to examine this in greater detail.Item 20-49 Yaş arası gebe kadınların vitamin d destekleri kullanım durumları ile beslenme ve depresyon durumlarının karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2020) Çukurovalı Soykurt, Seniha; Kızıltan, GülGebelik döneminde yeterli vitamin D alımı maternal ve fetal sağlığın devamlılığı ile olumsuz sonuçların önlenmesi açısından önemlidir. Vitamin D, gebelik ve plasenta ile ilişkili klasik olmayan işlevlerinin önemi üzerinde durmaktadır. Bu çalışma, 20-49 yaş arası gebelerin beslenme durumları, beslenme alışkanlıkları ve vitamin D destek kullanım durumu ile depresyon durumu arasındaki ilişkinin saptanması amacıyla planlanmış ve yürütülmüştür. Araştırma, Aralık 2018 ile Ocak 2019 tarihleri arasında Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniği’ne başvuran 20-49 yaş arası 150 gebe üzerinde yürütülmüştür. Bireylerin kişisel bilgileri, depresyon durumu, fiziksel ve besin tüketimindeki değişikliklere ilişkin bilgileri saptamaya yönelik anket formu uygulanmıştır. Gebelerin, besin tüketimleri ve beslenme durumları değerlendirilmiş, biyokimyasal parametreleri analiz edilmiştir. Çalışmada yer alan bireylerin yaş ortalaması 28.58 ± 5.94 yıl olarak saptanmıştır. Çalışmada yer alan bireylerin 75’i vitamin D kullanmakta, kalan 75’i kullanmamaktadır. Çalışmada yer alan bireylerden vitamin D kullananların ilk üç ayda kazanılan ağırlık ortancası 3.00 (IQR=4), kullanmayanların 4 (IQR=2) olarak saptanmıştır. Vitamin D kullanımı ile ilk üç ayda kazanılan vücut ağırlığı değerleri istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermiştir (p<0.005). Bireylerin serum D vitamini değerleri gebelik öncesi ve gebelik döneminde istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermiştir (p<0.001). Çalışmada yer alan bireylerden vitamin D kullananların Beck Depresyon Ölçek puan ortancası 9.00 (IQR=6), kullanmayanların 33.00 (IQR=13) olarak saptanmıştır. Vitamin D kullanımı ile ilgili puanlarda istatistiksel olarak anlamlı farklılık vardır (p<0.001). Sonuç olarak, vitamin D eksikliği ya da yetersizliğinin depresyonla ilişkili olduğunu gösteren, özellikle epidemiyolojik çalışmalardan elde edilen kanıtlar olmasına karşın, bu kanıtlar klinik çalışmalardan elde edilen sonuçlarla henüz yeterince desteklenmemektedir. Bu durumun detaylı incelenmesi için daha büyük çaplı çalışmalara ihtiyaç vardır. The sufficient intake off vitamin D during a women pregnancy is very important to prevent potential health problems and insure the health of both mother and baby troughout the pregnancy. The most recent research focused on the importance of functions which do not have a known connection with pregnancy, the placenta and vitamin D. This work of research, was planned and implemented with the purpose of determining the probable correlation between the development of depression and the condition of women who take vitamin D supplements. Their food intake, their eating habits and their attitude towards food were taken into account. Research was conducted on 150 pregnant women aged between 20-49 admitted to Ankara Ataturk Training and Research Hospital the Obstetrics and Gynecology Department between December 2018 and January 2019. A questionnaire consisted of personal information and data gathered from each of the participants to determine the affect on their food intake, depressive mood and physical dietary changes. Serum vitamin D levels were analyzed in Ankara Atatürk Training and Research Hospital Biochemistry Laboratory. In the clinic, general characteristics, food consumption and nutritional status of pregnant women who underwent physical examination were evaluated and biochemical analyzes were performed. The average age of participants in the study was found to be 28.58 ± 5.94 years. 75 of the individuals in the study used vitamin D and the remaining 75 did not used. The median weight gain in the first three months was found to be 3.00 (IQR= 4) and 4 (IQR = 2), respectively. On the basis of the use of vitamin D, the weight values obtained in the first three months showed a statistically significant difference. Serum vitamin D values of the individuals demonstrated statistically significant differences before and during pregnancy. The mean Beck Depression score was found to be 9.00 (IQR= 6) and 33.00 (IQR = 13), respectively. Relative scores were found to be statistically significant (p <0.001). As a result of the research, although evidence from vitamin D deficiency or insufficiency is associated with depression, especially from epidemiological studies, this evidence is not yet sufficiently supported by the results from clinical trials. Further studies are needed to investigate this situation in detail.Item 3T3L1 Hücrelerinde fruktotoksite ve mitokondriyal disfonksiyon(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Kınık, Sibel; Ataç, Fatma BelginObezite dünyada epidemi düzeyinde problem olan bir enerji dengesi bozukluğudur. Obezitenin artışında mısır şurubundan elde edilen fruktoz tüketimi büyük oranda sorumludur. Mitokondri hücrede enerji dengesini sağlamada çok önemli bir organel olarak obezitedeki metabolik bozukluklarda anahtar rol oynar. Obezitede besin yüklenmesi mitokondride yanlış katlanmış protein birikimine yol açabilir. Mitokondriyal kalite kontrol sistemleri şaperon ve proteazlardan oluşur ve nukleusa geri sinyaller göndererek hatalı proteinleri uzaklaştırarak mitokondriyal dengeyi sağlamaya çalışır. Preadipositten olgun yağ hücresine farklılaşma bir dizi transkripsiyon faktörlerinin çok iyi işleyişi ile düzenlenir. Yağ hücresi bu sırada artmış enerji gereksinimini mitokondri ile sağlar. Besin, ilaç ve genetik faktörler yağ hücresindeki mitokondriyal fonksiyonu bozabilir. Yüksek dozda işlenmiş fruktoz alımı ile visseral yağlanmanın arttığı ve mitokondriyon fonksiyonunun bozulduğu bilinse de mekanizmalar çok iyi anlaşılamamıştır. Fruktoz alımı ile obezite arasındaki ilişki nedeniyle, bu çalışmada fruktozun yağ hücre farklılaşmasındaki etkisini inceledik. Aynı zamanda 3T3-L1 preadiposit hücrelerinde fruktozun adipogenez sırasında mitokondri fonksiyonlarına olası zararlı etkisini göstermeyi hedefledik. Adiposit farklılaşması oil red-O boyama ile gösterildi. Tüm deney şartlarında fruktoz uygulanarak ve uygulanmadan mitokondriyal ve adiposit biyogenez genleri (Peroksizom proliferatör-aktive edici reseptör gamma (PPARγ), PPARγ koaktivator 1 alfa (PGC-1α), CCAAT enhancer-binding protein alfa (CEBPα), ve beta (CEBPβ) ve mitokondriyal katlanmamış protein yanıtı ile ilgili stres genlerinin (mitokondriyal “heat shock” protein 60 ve 70 (mtHsp60, mtHsp70), Mitochondrial processing peptidase β subunit (MPPβ, Pmpcb), Clp-like proteaz (Clpp), Endonükleaz G (Endog) ve “ubiquinol-cytochrome-c reductase complex assembly factor 1” (Uqcc) ifadelenmeleri 2, 4, 6 ve 8. günlerde çalışıldı.Sonuç olarak, fruktoz uygulanan 3T3L1 hücrelerinde olgun yağ hücresine dönüşümün arttığı görüldü. CEBPα, CEBPβ, Pmpcb, Clpp, EndoG, Uqcc genlerinin ifadelenmesi fruktoz uygulanan hücrelerde anlamlı olarak yüksekti. Çalışmamız fruktozun yağ hücresindeki mitokodriyal fonksiyonlarda bozucu etkilerini göstermiştir. Obesity is an energy balance disorder and a worldwide growing epidemic problem. It has been proposed that increased obesity rates may be due to increased consumption of fructose derived from dietary high-fructose corn syrup. As mitochondria are the primary organelles regulating metabolic and energy homeostasis, mitochondrial dysfunction is thought to play a key role in the pathogenesis of metabolic disorders in obesity. In obesity, nutrient overloading may lead to the accumulation of misfolded proteins in mitochondria. The mitochondrial quality control machinery is mainly composed of chaperones and proteases, which are up-regulated through a retrograde signaling pathway to the nucleus to degrade and remove damaged mitochondrial proteins maintaining mitochondrial homeostasis. Differentiation of preadipocytes into adipocytes is a highly regulated process whereby a series of transcription factors. During adipogenesis, adipocyte differentiation program requires large amount of energy and biogenesis of mitochondria is stimulated. Nutritional, pharmacological, and genetic impairments of adipose mitochondrial function lead to the dysregulation of homeostasis. Highly refined fructose intake increases visceral adiposity and mitochondrial dysfunction although the mechanism(s) remain unclear Given the potential connections between fructose intake and obesity, we examined the effects of fructose on adipocyte differentiation. Also we want to show the detrimental impacts of fructose on the mitochondrial dysfuction during adipogenesis in 3T3-L1 preadipocyte cells. Adipocyte differentiation was shown with oil red-O staining. In all experimental conditions with and without fructose, expression rates of mitochondrial and adipocyte biogenesis genes (peroxisome proliferator-activated receptor gamma (PPARγ), PPARγ coactivator-1 alpha (PGC-1α), CCAATenhancer binding protein alpha (CEBPα), CCAAT-enhancer binding protein beta (CEBPβ) and also stress genes related to mitochondrial unfolded protein response (mitochondrial heat shock protein 60 (mtHsp60), mitochondrial heat shock protein 70 (mtHsp70), mitochondrial-processing peptidase subunit beta (Pmpcb), Clp like protease (ClpP), endonuclease G (Endog), ubiquinolcytochrome c reductase complex assembly factor 1(Uqcc) were measured on the second, fourth, sixth and eighth days of the experiment. We demonstrated that, fructose treatment of 3T3-L1cells incubated in standard differentiation medium increases adipogenesis. Expression of CEBPα, CEBPβ, Pmpcb, Clpp, Endog, Uqcc genes were significantly higher in fructose applied cells. Our study showed the deleterious effects of fructose on mitochondrial functions in adipocytes.Item 60 ve üzeri yaşın orta kulak üzerindeki etkisinin mutifrekans timpanometri ile değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2018) Yerli, Ümit; Erbek, Hatice SeyraMultifrekans timpanometri, orta kulak direnç ve geçirgenliğini değerlendirmek amacıyla 226 Hz ile 2000 Hz arasında değişen probe tonlar aracılığıyla elde edilen timpanogramların değerlendirilmesini sağlayan avantajlı bir yöntemdir. Orta kulak admitans ve unsurlarının parametrelerini içeren bilgiler sunar. Bu parametrelerin en önemlilerinden biri rezonans frekansıdır (RF). Orta kulak yapılarında meydana gelen patolojiler rezonans frekansının sağlıklı kulaklara göre daha düşük veya yüksek elde edilmesine neden olur. Çalışmamızda yaşın orta kulak üzerindeki etkisini belirlemek için multifrekans timpanometri ile rezonans frekanslarının araştırılması amaçlanmıştır. Bu amaçla, Başkent Üniversitesi Kulak-Burun-Boğaz Anabilim Dalı ve Odyoloji Ünitesi‟nde, işitmesi normal olan veya sensörinöral tip işitme kaybı olan, otoskopik muayenesi normal 19-79 yaş aralığındaki 88 gönüllü (176 kulak) katılımcının rezonans frekansları ölçülmüştür. Katılımcılar yaşlarına göre 5 gruba ayrılmıştır. Birinci gruba 18-59 yaş aralığındaki 24 kişi, ikinci gruba 60-64 yaş aralığındaki 16 kişi, üçüncü gruba 65-69 yaş aralığındaki 16 kişi, dördüncü gruba 70-74 yaş aralığındaki 16 kişi ve beşinci gruba 75-80 yaş aralığındaki 16 kişi dahil edilmiştir. Katılımcıların gruplara göre sağ kulaklarının rezonans frekans ortalamasına bakıldığında grup 1 için 1050±146,703 Hz, grup 2 için 1046,88±159,655 Hz, grup 3 için 1062,5±160,728 Hz, grup 4 için 1075±136,626 Hz, grup 5 için 1068,75±152,349 Hz olarak bulunmuştur. Sağ kulak gruplar arası rezonans frekansları karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır (p=0,981). Grupların sol kulaklarının rezonans frekans ortalamasına bakıldığında grup 1 için 1039,58±147,427 Hz, grup 2 için 1043,75±107,819 Hz, grup 3 için 1075±155,991 Hz, grup 4 için 1075±158,114 Hz, grup 5 için 1078,13±192,327 Hz olarak bulunmuştur. Sol kulak gruplar arası rezonans frekansları karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır (p=889). Bu çalışmada elde edilen bulgular yaşın orta kulak rezonans frekansını etkilemediğini düşündürmektedir. Orta kulak rezonans frekansı üzerine etkili olabilecek parametreler ile çalışmalara devam edilmelidir. Multifrequency tympanometry is an advantageous method for evaluating tympanograms obtained through probe tones ranging from 226 Hz to 2000 Hz to evaluate middle ear resistance and permeability. The middle ear provides information about the admittance and its parameters. One of the most important of these parameters is the resonance frequency (RF). The pathologies that occur in the middle ear structures cause the resonance frequency to be lower or higher than in the healthy ears. In our study, it was aimed to investigate resonance frequencies with multifrequency tympanometry to determine the effect of age on the middle ear. For this purpose, the resonance frequencies of 88 participants (176 ears) with hearing loss or sensorineural hearing loss and otoscopic examination normal range of 19-79 years were measured at the Department of Otorhinolaryngology at BaĢkent University. Participants were divided into 5 groups according to their age. The first group consisted of 24 people between the ages of 18-59, the second group was 16 persons between 60-64 years, the third group was 16 persons between 65-69 years, the fourth group was between the ages of 70-74 and 16 persons were between the ages of 75- 80. When the resonance frequency of the right ear according to the participants' groups was examined, 1050 ± 146,703 Hz for group 1, 1046,88 ± 159,655 Hz for group 2, 1062,5 ± 160,728 Hz for group 3, 1075 ± 136,626 Hz for group 4, 1068,75±152,349 Hz for group 5. No statistically significant difference was found between right ear group resonance frequencies (p = 0,981). When the resonance frequency average of the left ears of the groups was examined, 1039,58 ± 147,427 Hz for group 1, 1043,75 ± 107,819 Hz for group 2, 1075 ± 155,991 Hz for group 3, 1075 ± 158,114 Hz for group 4, 1078,134 ± 192,327 Hz for group 5. No statistically significant difference was found between the resonance frequencies of the left ear groups (p = 889).Findings in this setting suggest that age does not affect the middle ear resonance frequency. Studies need to continue with parameters on middle ear resonance frequency.Item Acıbadem Maslak Hastanesi beslenme ve diyet polikliniğine başvuran 20-64 yaş arası bireylerde besin tüketimi ile Pittsburgh Uyku Kalitesi arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi,(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2015) Öçal, Özge; Aksoydan, EmineBu çalışma bireylerin besin tüketimleri ile uyku kaliteleri arasındaki ilişkiyi incelemek amacıyla yapılmıştır. Çalışma, Ağustos 2014- Kasım 2014 tarihleri arasında Acıbadem Maslak Hastanesi Beslenme ve Diyet Polikliniği’ne başvuran, yaşları 20-64 arasında değişen 100 (60 kadın, 40 erkek) sağlıklı birey üzerinde yürütülmüştür. Bireylerin kişisel özellikleri ve beslenme alışkanlıkları anket formu ile sorgulanmıştır. Bireylerin beslenme durumları 3 günlük 24 saatlik besin tüketim kaydı ile belirlenmiştir. Bireylerin uyku kalitelerini saptamak amacıyla Pittsburgh Uyku Kalite İndeksi kullanılmış; duygusal durumlarını saptamak amacıyla ise Beck Depresyon Ölçeği kullanılmıştır. Çalışmaya katılan bireylerin yaş ortalaması 29.79±9.9, BKİ ortalamaları 23±3.7 kg/m2 olarak bulunmuştur. Bireylerin günlük diyetle enerji tüketim ortalaması 1267,5±282,06 kkal’dir ve diyet enerjisinin karbonhidrattan gelen yüzdesi ortalama %34,62, proteinden gelen yüzdesi ortalama %19,31 ve yağdan gelen yüzdesi ortalama %46,1 olarak bulunmuştur. Uyku kalitesini ölçen Pittsburgh indeksleri 0 ile 21 arasında değişmekte olup, ortalaması 9.45±5.75 olarak belirlenmiştir. Bireylerin %24’ünün uyku kalitesinin iyi, %76’sının ise uyku kalitesinin kötü olduğu belirlenmiştir. Beck Depresyon Puanları 0 ile 32 arasında değişmekte olup, ortalaması 9.16±7.15’dir. Depresyon sıklığı %24 olarak saptanmıştır ve %16’sında düşük, %5’inde orta ve %3’ünde yüksek sıklıkta depresyon görülmektedir. Bireylerin demografik özellikleri ile uyku kaliteleri arasındaki ilişki incelendiğinde; yaş, cinsiyet, medeni durum ve çalışma durumu ile uyku kaliteleri arasında anlamlı bir ilişki bulunmazken, eğitim durumu ve uyku kalitesi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur (p<0.05). Pittsburgh Uyku Kalite İndeksi’ne göre günlük enerji ve makro besin öğeleri tüketimleri değerlendirildiğinde; iyi uyku kalitesine sahip olanların enerji tüketimleri ortalama 1253,88±247,92 kkal iken, kötü uyku kalitesine sahip olanların enerji tüketimi ortalama 1271,8±293,41 kkal olarak gösterilmiştir. Bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır (p>0.05). İyi uyku kalitesine sahip bireylerde enerjinin karbonhidrattan gelen yüzdesi % 35,96±6,52, proteinden gelen yüzdesi %19,46±3,44, ve yağdan gelen yüzdesi %44,46±5,79 iken; kötü uyku kalitesine sahip bireylerde enerjinin karbonhidrattan gelen yüzdesi % 34,2±7,73, proteinden gelen yüzdesi %19,26±3,79 ve yağdan gelen yüzdesi %46,62±7,05 olarak bulunmuştur. Bu fark istatistiksel olarak anlamlı değildir (p>0.05). Pittsburgh Uyku Kalitesi İndeksi’ne göre bireylerin günlük vitamin ve mineral tüketimleri değerlendirildiğinde aralarında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Uyku ve beslenme sağlıklı yaşamın vazgeçilmez birer parçasıdır. Son yıllarda uyku kalitesinin azalmasına paralel olarak artan obezite ve diyabet prevelansı dikkat çekici düzeylerdedir. Bu konuda yapılacak çalışmaların artması iyi uyku kalitesi ile sağlık arasındaki ilişkiye ışık tutacaktır. This study was performed to investigate the relationship between food consumption and sleep qualities of the individuals. The study was conducted on a total 100 healthy individuals (60 females and 40 males) aged 20-64 years old presenting to Nutrition and Diet Polyclinic of Acibadem Maslak Hospital between August 2014 and November 2014. Personal characteristics and some nutritional behaviors of the individuals were inquired with an inquiry form. Nutritional status of the individuals were determined with three day 24-hour food intake recording. Pittsburgh Sleep Quality Index (PSQI) was used to determine the sleep qualities of the individuals and Beck Depression Scale was used to determine the emotional status of the individuals. The mean age of the individuals participating in the study was found to be 29.79±9.9 years and mean BMİ to be 23±3.7 kg/m2. When the nutritional status of the individuals were evaluated, the percentage of diet energy of the individuals derived from carbohydrate, protein and fats were found to be average 34,62%, 19,31% and 46,1%; respectively. Average daily dietary energy consumption of the individuals was demonstrated to be 1267,5±282,06 kcal. When the sleep qualities of the individuals were evaluated, Pittsburgh indices ranged between 0 and 21 and mean Pittsburgh index was 9.45±5.75. It was observed that the sleep quality was good in 24% of the individuals and poor in 76% of them. When the emotional states of the individuals were evaluated, Beck Depression scores ranged between 0 and 32 and mean Beck Depression score was 9.16±7.15. While depression was not observed in 76% of the individuals, mild depression, moderate depression and severe depression were observed in 16%, 5% and 3% of them; respectively. When the relationship between demographic characteristics and sleep qualities of the individuals were evaluated, while no significant relationship was found between the age, gender, marital status, working condition and sleep qualities; a significant relationship was found between educational status and sleep quality (p:0.042; p<0.05). When daily energy consumptions and macronutrient consumptions of the individuals were evaluated according to Pittsburgh Sleep Quality Index, while the average daily energy consumption of the individuals with good sleep quality was demonstrated to be 1253,88±247,92 kcal, the average daily energy consumption of the individuals with poor sleep quality was demonstrated to be 1271,8±293,41 kcal. This difference was not found to be statistically significant (p>0.05). While the percentages of diet energy derived from carbohydrate, protein and fats of the individuals with good sleep quality were demonstrated to be 35,96±6,52%, 19,46±3,44% and 44,46±5,79; respectively; the percentages of diet energy derived from carbohydrate, protein and fats of the individuals with poor sleep quality were demonstrated to be 34,2±7,73%, 19,26±3,79% and 46,62±7,05%. This difference was not found to be statistically significant (p>0.05). In our study, when the daily vitamin and mineral consumption of the individuals were evaluated according to Pittsburgh Sleep Quality Index, no significant relationship was determined between them. In conclusion, sleep and nutrition are essential components of a healthy lifestyle. In recent years, increasing obesity and diabetes prevalence in parallel with decrease in sleep quality was considered to be interesting. The increasing number of the studies on this subject will enlighten the relationship between the high sleep quality and health.Item Açık kalp ameliyatı olan hastalarda ameliyat öncesi anksiyetelerinin giderilmesinin ameliyat sonrası anksiyete ve ağrı düzeylerine etkisi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2015) Budak, Elif; Ünlü, HayriyeAçık kalp ameliyatı, hastalarda duygusal, bilişsel ve fizyolojik reaksiyonların oluşmasına yol açan bir faktördür. Hastanın, fiziksel ve psikolojik olarak ameliyata hazırlanmasında eğitim önemlidir. Bu çalışmanın amacı; açık kalp ameliyatı olan hastalarda ameliyat öncesi anksiyetelerinin giderilmesinin, ameliyat sonrası anksiyete ve ağrı düzeylerine etkisini belirlemektir. Yarı deneysel türde olan bu araştırmanın uygulaması, Ocak 2014 - Ekim 2014 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi Erişkin Kalp-Damar Cerrahisi Servisi’nde ve Erişkin Kalp Damar Cerrahisi Yoğun Bakım’da gerçekleştirilmiştir. Araştırma kapsamına, araştırmaya katılmayı kabul eden 109 hasta alınmıştır. Araştırmanın verileri, “Veri Toplama Formu”, “Durumluk-Sürekli Anksiyete Ölçeği (DSAÖ)” ve “Görsel Analog Skala (GAS)” ile toplanmıştır. Hastaların yaş ortalaması 59.62 olup, %69.7’si erkek, %92.7'si evli, % 49.5’i ilkokul mezunu ve çoğu koroner arter hastalığına (KAH) (%71.6) sahiptir. Hastaların çoğunlukla belirttikleri anksiyete kaynakları bilgi eksikliği (%70.6), aileden uzak kalma (%21.1), ölüm riski (%16.5) ve ağrı (%15.6)’dır. Araştırmada hastaların ameliyat öncesi durumluk anksiyete puan ortalamaları 34.34±9.03, sürekli anksiyete puan ortalamaları 37.98±8.28 olup, ameliyat sonrası durumluk anksiyete puan ortalamaları 35.94±8.92’dir. Hastaların ameliyat öncesi ve sonrası durumluk anksiyete puan ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır (p>0.05). Hastaların ameliyat öncesi ve sonrası durumluk anksiyete puan ortalamaları ile ağrı puan ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki olduğu belirlenmiştir (p<0.05). Sonuç; hastaların özellikleri göz önünde bulundurularak sağlanan ameliyat öncesi hazırlığın, bireyselleştirilmiş hasta merkezli bir eğitim ile anksiyete düzeylerini azaltabileceği ve ameliyat sonrası hızlı iyileşmeyi sağlayabileceği saptanmıştır. Hasta eğitiminin etkinliğinin arttırılması için eğitimde görsel materyaller (broşür, resim, video gibi) kullanılabilir. Hemşirelik müfredat programlarında, hasta merkezli bakım ve hasta eğitimine ilişkin ders saatleri arttırılabilir. Hemşirelik öğrencilerinin hastane uygulamaları sırasında hasta eğitimine ilişkin becerileri geliştirilebilir ve mezuniyet sonrası düzenli hizmet içi eğitimlerle hasta eğitimine ilişkin bilgiler pekiştirilebilir. Open heart surgery may produce emotional, cognitive, and physiological side effects. Training is essential in preoperative physical and psychological preparation of patients. This study aims to investigate the effects of preoperative anxiety management on postoperative anxiety and pain severity in patients undergoing open heart surgery. This semi-experimental study included 109 volunteers who were admitted to Baskent University Ankara Hospital, Adult Cardiovascular Surgery Clinic and Cardiovascular Surgery Intensive Care Unit between January and October 2014. Data were collected using the “Data Collection Form”, “State-Trait Anxiety Inventory (STAI)”, and “Visual Analogue Scale (VAS)”. The mean age was 59.62 years. Of the patients, 69.7% were males and 92.7% were married, and 49.5% were graduated from primary school. Majority of the patients (71.6%) had concomitant coronary artery disease. Anxiety was mostly originated from lack of knowledge on surgery (70.6%), leaving the relatives (21.1%), fear of death (16.5%), and pain (15.6%). The mean preoperative state and trait anxiety scores were 34.34±9.03 and 37.98±8.28, respectively. The mean postoperative state anxiety scores were 35.94±8.92. There was no statistically significant difference in the mean pre- and postoperative state anxiety scores (p>0.05). However, the mean pre- and postoperative state anxiety scores were statistically significantly associated with the mean pain score (p<0.05). In conclusion, preoperative anxiety management based on individual patient’s characteristics in combination with individualized patientcentered education may reduce the degree of anxiety and improve postoperative healing. Visual materials such as leaflets, images, and video can be used to increase the effectiveness of patient education. In addition, the nursing curriculum can be expanded by the addition of patient-centered care and patient education. Nursing skills of the students should be improved and comprehensive patient education should be reinforced with postgraduate continuous education programs.Item Acute Effects Of Whole-Body Vibration, Applied With Different Frequencies, On Repeated Sprint Performance(Yýlmaz, A.. 4, Special Issue, 22-32, 2013) Yilmaz, Atakan; Özçelik, Arda; Kin-İşler, AyşeBu çalışmanın amacı farklı frekanslarda uygulanan akut tüm vücut titreşiminin tekrarlı sprint performansına etkisinin belirlemektir. Bu amaç doğrultusunda sağlıklı 15 Spor Bilimleri Bölümü öğrencisi (Yaş: 23.52±2.45 yıl, Boy: 177.85± 5.82 cm, VA: 76.55±5.32 kg) çalışmaya gönüllü olarak katılmıştır. Katılımcılar tekrarlı sprint testine rastgele olarak; titreşim uygulaması yapılmadan, 30 Hz ve 40 Hz frekans ve 4 mm genlikte uygulanan tüm vücut titreşimi uygulamasının ardından katılmışlardır. Tüm vücut titreşimi uygulaması 60 sn olarak yarım skuat posizyonunda uygulanırken, 60 saniyelik pasif dinlenmenin ardından katılımcılar 20 saniye dinlenme aralıklarıyla uygulanan 12x20 m tekrarlı sprint testine katılmışlardır. Tekrarlı sprint testi sonucunda katılımcıların 0-10 m, 10-20 m, 0-20 m mesafeleri için en iyi sprint zamanı, toplam sprint zamanı ve performans düşüş yüzdesi değerleri hesaplanmıştır. Yapılan tekrarlı ölçümlerde tek yönlü varyans analizi (ANOVA) sonuçları iki farklı frekansta uygulanan akut tüm vücut titreşiminin tekrarlı sprint testi sonucu elde edilen en iyi sprint zamanı, toplam sprint zamanı ve performans düşüş yüzdesi değerlerinde tüm mesafelerde istatistiksel olarak anlamlı bir fark oluşturmadığını göstermiştir (p>0.05). Sonuç olarak bu çalışmanın bulguları farklı frekanslarda akut olarak uygulanan tüm vücut titreşiminin tekrarlı sprint performansını etkilemediğini göstermektedir. The purpose of this study was to compare acute effects of whole-body vibration (WBV) applied with different frequencies on repeated sprint performance (RSA). Fifteen healthy sport science students (Age 24.29±2.52 years; height 176.85± 6.82 cm; body mass 76.42±5.44 kg) participated in this study voluntarily. Subjects participated in 12x20m repeated sprint ability test with 20 seconds recovery intervals before and after 30Hz and 40 Hz whole-body vibration application in random order. After the repeated sprint test, subjects? best sprint time, total sprint time and percentage of performance decrement were determined for 0-10m, 10-20m and 0-20m distances. whole-body vibration was applied for 60-seconds during a half-squat position with either 30 or 40 Hz frequency and 4 mm amplitude. Results of one way ANOVA with repeated measures indicated no significant differences in best sprint time, total sprint time and percentage of performance decrement in any of the measured distances after 30Hz and 40Hz of whole-body vibration application (p>0.05). As a conclusion it can be said that acute whole-body vibration applied with different frequencies did not result in any changes in Repeated Sprint performance.Item Adenoid hipertrofisinin orta kulak rezonans frekansına etkisi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimler Enstitüsü, 2016) Menteşe, Onur Murat; Büyüklü, Adnan FuatTimpanometri orta kulak rahatsızlıklarının ayırıcı tanılarında kullanılan hassas, maliyeti düşük, non-invaziv ve basit bir yöntem olarak bilinir. Düşük frekanslı probe tone’ler sıklıkla kullanılmasına rağmen, kemikçik zincir ile ilgii rahatsızlıkların tansındaki hassaslığı sebebiyle daha yüksek frekanslı probe tone’lerin kullanılması klinik bağlamda kabul görmeye başlamıştır. Multifrekans timpanometri bilhassa admitansın bileşenlerinin (Kondüktans, kitle reaktansı ve rijitlik) prob frekansına göre değişimleri nasıl gösterdiği hakkında bilgi sağlar. Bu tür değişimlerin oluştuğu frekanslar patolojik ve normal durumlarda farklılıklar gösterebilirler. Adenoid hipertrofisi, östaki tüpünde tıkanıklığa neden olarak tekrarlayan akut otitis media veya effüzyonlu otitis mediaya neden olabilmektedir. Adenoidit ile birlikte nazal, postnazal akıntı, öksürük, uvula arkasında ve üzerinde kurutlar görülebilir. Bilindiği üzere adenoiditler genellikle tonsillit ile birlikte seyretmektedirler. Çocukta ağızdan nefes alma ve nazal konuşma görülmektedir. Çalışmamızın amacı adenoid hipertrofisinin orta kulak rezonans frekansına etkisini araştırmaktır. Çalışmaya 28 kişi (56 kulak) dahil edilmiş olup kontrol ve deney gruplarının her ikisine de otoskopik muayene, timpanometri ve multifrekans timpanometri uygulaması yapılmıştır. Multifrekans timpanometri değerlendirmesinde, prob tone’lere göre farklı sonuçlar elde edilmiştir. Sonuç olarak, multifrekans timpanometri uygulamasının orta kulak rezonans frekansına etki edebileceği düşüncesine ulaşılmıştır. Ayrıca multifrekans timpanometri kullanımının orta kulak patolojilerinin tespitinde yarar sağladığı ve klinikte rutin uygulamalar arasında yer almasının faydalı olacağını düşünülmektedir. Tympanometry is known as a sensitive, inexpensive, non-invasive, and simple method used to be a definitive diagnosis of middle ear disorders. Although low frequency probes have been commonly used, high frequency probes are started to be popular in clinical uses due to its sensitivity in diagnosis of diseases related to ossicular . Multi frequency tympanometry provides information particularly about the changes in admittance components (conductance, mass reactance, and stiffness) with respect to variaiton in probe frequency. Frequencies with these types of changes can show discrepancy under pathological and normal conditions. Adenoid hypertrophy can induce repetitive acute otitis media or otitis media with effusion as a result of occlusion in eustachium. Nasal and post-nasal flix, coughing, crust behind and on uvula can be observed together with adenoiditis. As it is known, adenoids generally occur together with tonsillitis. Mouth breathing and nasiller are observed in children. Aim of this study is investigating the effect of adenoid hypertrophy on middle ear resonance frequency. 28 people (56 ears) were included in the study and otoscopic examination, tympanometry, and multi frequency tympanometry were applied to the participants from both control and experimental groups. Different results were found in multifrequency tympanometry assessment according to the probe tones. Consequently, multifrequency tympanometry application can affect the middle ear resonance frequency. Also, it was considered that the multifrequency tympanometry facilitates the diagnosing of the middle ear pathologies and can be useful in routine clinical applications.Item Adölesan kız basketbolcularda pilates ve geleneksel stabilizasyon egzersizlerinin etkisi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2020) Canbolat, Tuğba; Aytar, AydanBu çalışmada; Adölesan kız basketbolcularda pilates ve geleneksel stabilizasyon egzersizlerinin etkisini araştırmak amaçlandı. Çalışmaya 12-16 yaş aralığında, Çağdaş Batı İhtisas Spor Kulübü kadın basketbol sporcuları dâhil edildi. Sosyodemografik bilgileri kaydedilerek, sporcular randomizasyonla iki gruba ayrıldı: Pilates grubu (n=8), geleneksel stabilizasyon grubu (n=8). İlk gruba pilates’in on temel ilkesine dikkat edilerek eğitim verildi. İkinci gruba geleneksel “Core” stabilite egzersizleri verildi. Her iki gruptaki sporculara verilen egzersiz programı 6 hafta boyunca, haftada 3 gün 60 dakika eğitim verilerek uygulandı. Tü m değerlendirmeler 6 haftalık eğitim öncesi ve sonrasında her iki grup iç in de yapıldı. Sporculardaki nöromuskuler kontrol için kapalı kinetik zincir üst ekstremite stabilite testi uygulandı. Solunum kas güçleri değerlendirildi. Aerobik kapasite için on sekiz metre sprint test uygulandı. Psikolojik etkilenimleri için de sporda zihinsel dayanıklılık envanteri kullanıldı. Kapalı kinetik zincir üst ekstremite stabilite testinde grup içine bakıldığında her iki grupta da istatistiksel olarak anlamlı artış bulundu (p<0,05). Solunum kas gücü ölçüm parametrelerinin grup içi farklılıklarına bakıldığında her iki grupta da istatistiksel olarak anlamlı fark bulunurken (p<0,05), geleneksel stabililizasyon egzersiz grubu için hacim parametresinde anlamlı bir değişiklik saptanmadı (p=0,16). Aerobik kapasite farklılıklarına bakıldığında her iki grupta da anlamlı artış tespit edildi (p<0,05). Sporda zihinsel dayanıklılık envanteri ölçüm parametrelerinin grup içi farklılıklarına bakıldığında, anlamlı bir artış bulundu (p<0,05). Değerlendirilen tüm parametrelerin grup içinde ortalama farkları göz önünde bulundurulduğunda gruplar arasında parametrelerin değişimi açısından da fark olmadığı gözlemlendi (p>0,05).Sonuç olarak adölesan kız basketbol oyuncularında pilates ve geleneksel stabilizasyon egzersiz eğitimlerinin adölesan sporcularda oyun içi performanslarının artması için olumlu bir katkı sağlayacağını söyleyebiliriz. The purpose of this study was to investigate the effects of Pilates and Traditional Stabilization exercises in adolescent female basketball players. Çağdaş Batı İhtisas Sports Club female basketball athletes between the ages of 12-16 were included in the study. By recording sociodemographic information, athletes were divided into two groups by randomization: Pilates group (n = 8), traditional stabilization group (n = 8). The first group was trained by paying attention to ten basic principles of pilates. Traditional "Core" stability exercises were given to the second group. The exercise program given to the athletes in both groups was applied by giving 60 minutes of training 3 days a week for 6 weeks. All evaluations were made for both groups before and after the 6-week training. Closed kinetic chain stabilization test was performed for neuromuscular control in athletes. Respiratory muscle strengths were evaluated. 18m sprint test was applied for aerobic capacity. Mental toughness inventory was used in sports for their psychological effects. In the closed kinetic chain upper limb stability test, a statistically significant increase was found in both groups (p<0,05). When the intra-group differences of respiratory muscle strength measurement parameters were analyzed, there was a statistically significant difference in both groups (p <0,05), while no significant change was found in the volume parameter for the traditional stabilization exercise Group (p = 0.16). Considering aerobic capacity differences, a significant increase was detected in both groups (p <0,05). When the intra-group differences of sport mental toughness questionnaire measurement parameters in sports were analyzed, a significant increase was found (p <0.05). Considering the mean differences of all parameters evaluated within the group, it was observed that there was no difference between the groups in terms of the change of parameters (p> 0.05). As a result, we can say that the inclusion of pilates and traditional stabilization exercise trainings in the training program of adolescent girls’ basketball players will contribute positively to the increase in the performance of the athletes.Item Adölesan voleybol oyuncularının beslenme bilgi düzeyleri, beslenme durumları ile sıvı tüketimlerine beslenme eğitiminin etkisi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2017) Onbaşı, Zeki Çağın; Kızıltan, GülBu çalışma, adölesan voleybol oyuncularının beslenme bilgi düzeyleri, beslenme durumları ile sıvı tüketimlerine beslenme eğitiminin etkisinin saptanması amacıyla planlanmıştır. Araştırma, Türkiye Voleybol Federasyonu bünyesindeki TVF Proje takımında oynayan yaşları 15-17 arası olan 13 erkek profesyonel voleybol oyuncusu ile yapılmıştır. Araştırma kapsamında çalışmaya katılan adölesan sporculara 4 hafta boyunca haftada bir saat, sağlıklı beslenme ve sporcu beslenmesi konularında eğitim verilmiştir. Eğitimlerden önce çalışmaya katılan adölesan sporculardan genel bilgi alınmıştır. Sporculara eğitim öncesinde ve sonrasında besin tüketim sıklığı ve beslenme bilgi düzeyi formu ile 2 günlük fiziksel aktivite kayıt formu uygulanmıştır. Aynı şekilde eğitim öncesi ve sonrası olmak üzere voleybolcuların vücut ağırlığı ve boy uzunlukları ölçülmüştür. Ayrıca voleybolcuların vücut yağ yüzdeleri, vücut yağ kütleleri, yağsız doku kütleleri ve vücut sıvı kütleleri biyoelektirik impedans cihazı ile ölçülmüştür. Çalışmaya katılan voleybolcuların yaş ortalamaları 16.4±0.77 yıldır. Sporcuların profesyonel olarak voleybol oynama süreleri ortalama 5±3.54 yıldır. Voleybolcuların eğitim öncesi ortalama (Beden Kütle İndeksi) BKİ’leri 21.8±1.70 kg/m2 iken, eğitim sonrası 22.8±1.85 kg/m2 olarak değişmiştir (p<0.05).Voleybolcuların eğitim öncesi ortalama vücut yağ yüzdeleri %11.8±4.52 iken, eğitim sonrası %11.7±4.41 olarak değişmiştir (p>0.05). Sporcuların eğitim öncesi ortalama yağsız doku kütleleri 70.4±5.19 kg iken, eğitim sonrası 71.2±5.63 kg olarak değişmiştir (p>0.05). Voleybolcuların ortalama günlük total enerji gereksinimleri Harris-Benedict denklemine göre 3108.2±240.7 kkal, Schofield denklemine göre 3188.4±257.10 kkal olarak bulunmuştur. Voleybolcuların eğitim öncesi karbonhidratlardan gelen enerji yüzdeleri ortalama %47±6.59 iken eğitim sonrası %42.2±5.04 olarak bulunmuştur (p<0.05). Sporcuların eğitim öncesi ortalama protein alımları 108.1±41.08 g iken eğitim sonrası 136.1±29.73 g olarak saptanmıştır (p<0.05). Voleybolcuların enerjinin proteinden gelen oranlarının ortalaması eğitim öncesi %15.3±3.64 iken, eğitim sonrası %18.8±2.37 olarak belirlenmiştir (p<0.05). Sporcuların eğitim öncesi ortalama sükroz alımları 76.0±50.86 g iken eğitim sonrası 52.6±33.32 g’a azalmıştır (p<0.05). Eğitim öncesi fruktoz alımları da 21.2±13.89 g iken eğitim sonrası 12.9±6.29 g olarak belirlenmiştir (p<0.05). Eğitim sonrası ortalama B2, niasin ve B12 vitamini alımları artmıştır (p<0.05). Voleybolcuların süt ve süt ürünleri grubundan tükettikleri besinlerin ortalama miktarları eğitim öncesi 522.6±409.18 g iken eğitim sonrası 861.0±356.25 g olarak belirlenmiştir (p<0.05). Sporcuların et, balık, tavuk ve kurubaklagil grubundan tükettikleri besinlerin ortalama miktarları eğitim öncesi 155.0±75.06 g iken eğitim sonrası 202.3±53.11 g olarak artmıştır (p<0.05). Sporcuların ortalama su tüketimleri eğitim öncesi 1769.0±897.23 ml iken eğitim sonrası 2369.2±534.58 ml olarak artmıştır (p<0.05). Voleybolcuların beslenme bilgi düzeyi sorularına verdikleri doğru cevap sayısı eğitim öncesi 8.2±2.16 iken, eğitim sonrası 12.6±2.17’dir (p<0.05). Sonuç olarak 4 hafta boyunca haftada bir saat verilen beslenme eğitimi, adölesan voleybol oyuncularının beslenme bilgi düzeylerini anlamlı şekilde artırmış, besin tüketimlerinin olumlu yönde değişmesini sağlamıştır. This study was planned to determine the effect of nutrition education program on nutrition knowledge, nutrition status and fluid intake of adolescent volleyball players. Research was conducted with 13 male professional volleyball players aged between 15 and 17, who were participant of TVF Project team in Turkish Volleyball Federation. Within the scope of the research, nutrition education including healthy diet and sport nutrition subjects, is provided to adolescent volleyball players for 1 hour per week along 4 weeks as an intervention. Before the intervention, general information related to the participants was collected. Before and after the intervention, food consumption frequency questionnaire, nutrition knowledge assessment and two-day physical activity form were applied by the researcher. Volleyball players’ body weight and height ware measured. In the same way, body fat percentage, body fat mass, fat free mass and body water mass of the adolescent volleyball players were measured with bioelectrical impedance device. Mean age of the volleyball players was 16.46±0.776 years. As professionals, the players had been playing volleyball for 5±3.54 years in average. While the players’ mean BMI was 21.8±1.70 kg/m2, after the intervention, it changed to 22.8±1.85 kg/m2 (p<0.05). Before the intervention, mean body fat percentage of the players was %11.8±4.52 and it changed to %11.7±4.41 after the intervention (p>0.05). While mean fat free mass of the players was 70.4±5.19 kg, it changed to 71.2±5.63 kg after the intervention. According to Harris-Benedict equation, mean energy requirement of the players was 3108.2±240.7 kcal and according to Schofield equation, it was 3188.4±257.10 kcal. It was found that the players’ mean percentage of energy arising from carbohydrates was %47±6.59 before the intervention and that it was %42.2±5.04 after the intervention (p<0.05).It was detected that the mean protein intake of the players was 108.1±41.08 g before the intervention and that it was 136.1±29.73 g (p<0.05) after the intervention. While the players’ mean percentage of energy arising from protein was %15.3±3.64, it was determined that it was %18.8±2.37 after intervention (p<0.05). It was designated that the players mean sucrose intake was 76.0±50.86 g before the intervention, and that it decreased to 52.6±33.32 g after the intervention (p<0.05). It was determined that the players’ fructose intake was 21.2±13.89 g before the intervention, and it was 12.9±6.29 g after the intervention (p<0.05). While average niacin, B12, and B2 intake of the volleyball players increased when compared to before intervention (p<0.05). Average amount of dairy products that the volleyball players consumed was 522.6±409.18 g before the intervention and it increased to 861.0±356.25 g (p<0.05). It was designated that average amount of consumed nutrition from meat, fish, chicken and legume groups was 155.0±75.06 g before the intervention and it was 202.3±53.11 g after the intervention (p<0.05). While the average water intake of the players was 1769.0±897.23 ml before the intervention, it increased to 12.6±2.17 (p<0.05). As a result, providing 4-week nutrition education for one hour per week significantly increased nutrition knowledge of the adolescent volleyball players and it led dietary intake of the players to change in a positive way.Item Adölesanlarda duygu değişiklikleri ile yeme eğilimi ilişkisinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Karacaören, Ayşegül; Tayfur, MuhittinBu çalışmanın amacı, adölesanların duygu değişiklikleri ile yeme eğilimleri arasındaki ilişkinin incelenmesi ve farklı duygular esnasında tercih edilen ve tüketilmek istenen besinlerin belirlenmesidir. Çalışma, Eylül-Ekim 2018 tarihleri arasında Ankara ili Çankaya Bilgi Temel Lisesi’nde 10-19 yaş arası 193 öğrenci (62 erkek, 131 kız) üzerinde yürütülmüştür. Adölesanlara ait genel bilgiler, kişilerin sağlık durumları, duygu değişiklikleri (üzgün/mutsuz olma, endişeli/kaygılı olma, sınav stresi, mutluluk, halsiz/hasta olma, başarısızlık hissi, yalnızlık hissi ve hayal kırıklığına uğrama) ve yeme ilişkisini içeren soruların yer aldığı anket, Hollanda Yeme Davranışı Anketi (DEBQ) uygulanmış ve duygusal yeme alt ölçeği ile değerlendirilmiştir. Katılımcıların antropometrik ölçümleri saptanmıştır. Çalışmada ki katılımcıların %32.1’i erkek %67.9’u kız ve yaş ortalaması 16.2±1.2 yıl olarak saptanmıştır. Adölesanların BKİ-z skor değerlerine göre %79.7’si normal, %12.9’u hafif şişman, %4.8’i obez ve %2.6’sı zayıf olarak tespit edilmiştir. Adölesanlar, üzgün/mutsuz, endişe/kaygı, sınav stresi, hasta/halsiz, başarısızlık, yalnızlık, hayal kırıklığı hissettikleri zaman ‘daha az yerim’, mutlu hissettikleri zaman ‘herhangi bir değişiklik olmaz’ şeklinde ifade ettikleri görülmüş ve cinsiyete göre istatistiksel olarak farklılık tespit edilmiştir (p<0.05). Besin tercih eğilimine baktığımızda çikolatanın bütün duygu durumlarda ilk tercih edilen besin olduğu görülmüştür. DEBQ-duygusal yeme alt ölçek puan ortalamaları ile katılımcıların cinsiyet, yaş, teşhis edilmiş hastalık olma durumu, fiziksel aktivite ve BKİ-z skor değeri istatistiksel olarak ilişkili bulunmamıştır (p>0.05). Katılımcıların duygusal yeme eğilimlerini tespit etmek için DEBQ-duygusal yeme alt ölçeği ile 8 farklı duygu durumunun ilişkisine bakıldığında üzgün/mutsuz, endişe/kaygı, sınav stresi, mutlu, yalnızlık, hayal kırıklığı hissedilen duygu durumlarında pozitif yönlü korelasyon saptanmıştır. Sonuç olarak adölesanların genellikle olumsuz duygu durumundayken daha az yemek yeme eğilimi gösterdikleri ve ilk tercih ettikleri besinlerin de yüksek enerjili atıştırmalık karbonhidratlar olduğu belirlenmiştir. This study was planned to investigate the relationship between emotion changes and eating tendencies in adolescents and to determine the preferred foods to be consumed during different emotions. The study was conducted on 193 students (62 males, 131 females) between the age of 10-19 studying Çankaya Bilgi Temel High School in Ankara between September and October 2018. General information about adolescents, health status of individuals, emotion changes (sad / unhappy, anxious / anxious, exam stress, happiness, weak/ sick, feeling of failure, feeling loneliness and disappointment) and questions about the eating relationship, The Dutch Eating Behavior Questionnaire (DEBQ) was administered and evaluated with the emotional eating subscale. Anthropometric measurements of the participants were determined. Of the participants in the study, 32.1% were male and 67.9% were female and the mean age was 16.2 ± 1.2 years. The BMI-z scores of the adolescents in our study were 79.7% normal, 12.9% were overweight, 4.8% were obese and 2.6% were underweight. The adolescents feel sad / unhappy, worry / anxiety, exam stress, sick / weak, failure, loneliness, disappointment when they said ‘‘eating less’’, when they feel happy when they said ‘‘no change’’ and they are determined statistically by gender. (p <0.05). When we look at the preference of food, it is seen that chocolate is the first preferred food in all emotion situations. Gender, age, diagnosed disease status, physical activity and BMI-z score were not statistically significant (p> 0.05). Participants with The Dutch Eating Behavior Questionnaire-emotional eating subscale to identify emotional eating tendencies of 8 when we look at the relationship of different mood statistically significant but not sad / unhappy, worry / anxiety, exam stress, happy, lonely, dissappointment positive correlation in felt mood. As a result, it is determined that adolescents tend to eat less often while they are in negative emotions and they prefer to eat high-energy snacks.Item Adölesanların dikkat, iştah ve beslenme durumlarının incelenmesi(Başkent Üniverstiesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2020) Çelen, Fatma Nur; Bayram, SinemFizyolojik ve psikolojik geçiş sürecinde olan adölesanlar, duygusal yeme bozuklukları açısından risk altındadır. Akademik başarı ve sosyal hayatı etkileyen dikkat dağınıklığı ve dürtüsel eğilimler bireylerin yeme davranışını da etkileyebilmektedir. Bu çalışma, erken adölesan dönemdeki bireylerin dikkat düzeylerini, hangi duygu durumlarında yeme eğilimi gösterdiğini, beslenme alışkanlıklarını ve bunlar arasındaki ilişkiyi incelemek amacıyla planlanmıştır. Çalışma, Şubat 2020 tarihinde Süleymaniye Eğitim Kurumları Bağlıca Ortaokulunda öğrenim gören 69 (%48.6) kız, 73 (%51.6) erkek olmak üzere toplam 142 ortaokul öğrencisi ile yürütülmüştür. Adölesanların kişisel özellikleri ve beslenme alışkanlıklarını belirlemek için 38 soruluk bir anket ve 24 saatlik hatırlatma, dikkat düzeylerini belirlemek için D2 Dikkat Testi, iştah düzeylerini belirlemek için Duygusal İştah Anketi (DİA) kullanılmıştır. Bireylerin %38.7’si fazla kilolu ve %23.2’si obezdir. Duygusal İştah Anketi olumlu toplam puan ortalaması kız öğrencilerde 43.5±13.4, erkek öğrencilerde 43.3±16.9 iken olumsuz toplam puan ortalaması kız öğrencilerde 44.2±18.5, erkek öğrencilerde 42.6±18.3 olarak bulunmuştur (p>0.05). Yaşa göre Beden Kütle İndeksi (BKİ) persentil değerleri ile olumlu toplam puan arasında negatif yönlü önemli korelasyon bulunmuştur (r= -0.193 p=0.021). D2 Dikkat testi sonuçlarına göre TN (toplam işaretleme) ve CP (doğru sayısı) puan ortalaması erkek öğrencilerde önemli olarak daha yüksek bulunmakla beraber bu puanlar ile yaş arasında pozitif, yaşa göre BKİ z skor değerleri ile negatif yönlü önemli ilişkiler bulunmuştur. Diyetle glikoz alımı ile TN (toplam işaretleme) puanı arasında negatif yönlü önemli ilişki bulunmuştur. Diyetle çinko alımı ile TN (toplam işaretleme) ve CP (doğru sayısı) puanı arasında pozitif yönlü önemli ilişki bulunmuştur. Bu çalışmanın sonucuna göre ortaokul öğrencilerinde artmış obezite sıklığı ve buna paralel olarak bilişsel fonksiyonlarda bozulma gözlemlenmiştir. Gelecek nesiller için kritik bir süreç olan adölesan dönemde bireylerin beslenme düzenindeki hataları saptayarak düzeltmek önemlidir. Adolescents in the physiological and psychological transition are at risk for emotional eating disorders. Distraction and impulsive tendencies that affect academic success and social life can also affect the eating behavior of individuals. The aim of this study was to examine adolescent’s attention levels, in which mood they tend to eat, eating habits and the relationship among them. This study was conducted at February 2020 on 142 students in total, 69 (48.6%) of them girls and 73 (51.6%) of them boys who are studying at Süleymaniye Educational Institutions Middle School. Data was collected by a questionnaire with 38 questions and a 24-h dietary recall to determine the personal characteristics and the eating habits of adolescents; the D2 Attention Test is used to determine attention levels and the Emotional Appetite Questionnaire is used to identify appetite. 38.7% of the participants in the study have overweight and 23.2% of them have obesity. The mean of the positive total scores on the Emotional Appetite Questionnaire was founded 43.5 ± 13.4 in female students and 43.3 ± 16.9 in male students whereas the mean of the negative total scores was 44.2 ± 18.5 in female students and 42.6 ± 18.3 in male students (p> 0.05). A statistically significant and negative correlation was found between the BMI for age percentile and the positive total scores. According to the D2 Attention test results, mean TN (total number) and CP (concentration) scores were significantly higher in male students than in females whereas there was a positive correlation with age and a negative correlation with Body Mass Index (BMI) for age for the same scores. A significant and negative correlation was found between glucose intake and the TN (total number) scores. There was a positive correlation between zinc intake and both TN (total number) and CP (concentration) scores (p <0.05). According to the results of this study, an increased risk of obesity and a parallel impairment in cognitive functions were founded in secondary school students. For this reason, it is important to detect and improve dietary habits of adolescence, which is a critical process for future generations.Item Ağırlık kontrolü ve beslenme eğitiminin erektil disfonksiyon tedavisinde öneminin belirlenmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2018) Yıldırım Karacanoğlu, Elif; Ercan, AydanÇalışmanın amacı; Erektil Disfonksiyonun (ED) etiyolojisi ve tedavisinde beslenme ve vücut ağırlık kontrolünün yeri ve önemini araştırmaktır. Çalışmaya Hisar Hospital Üroloji polikliniğine başvuran ve ED tanısı almış 24-66 yaşları arasında, 54 gönüllü hasta dahil edilmiştir. Hastalar doktor muayenesinin ardından, belirlenen biyokimyasallar analizleri yaptırmış, ardından araştırmacıya yönlendirilmiş ve beslenme eğitimi verilmiştir. Toplamda 2 aylık süre içinde 3 defa görüşmeye alınan hastaların her görüşmede antropometrik ölçümleri ve kan basıncı ölçümleri yapılmıştır. Çalışmanın başında ve sonunda biyokimyasal analizleri, İİEF (Uluslararası Erektil Fonksiyon İndeksi) anketi ve besin tüketim sıklık anketi tekrarlanmıştır. Hastaların yaş ortalaması 41.87 yıl olup, çoğu lise (%38.9) ve üniversite (%57.4) mezunudur. ED ile birlikte görülen diğer hastalıklar; Diyabet % 17.5, Hipertansiyon % 12.6, Hiperlipidemi % 19.4, Hepatosteatoz % 5.8 olarak saptanmıştır. Hastaların % 85.2’ si haftada 150 dakikadan az egzersiz yapmaktadır. İki besin tüketim sıklığı ortalamalarının farkına göre; enerji, protein, yağ, karbonhidrat, doymuş yağ asitleri ve sodyum alımı 40 yaş ve altı grupta anlamlı azalmıştır. Kırk yaş üzeri grupta, enerji, protein, yağ, karbonhidrat ve ürik asit düzeylerinde görülen azalma istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0.05). BKİ ortalaması başlangıçta 40 yaş ve altı için 30,3±4,2 kg/m2, 40 yaş üzeri için 31,4±5,1 kg/m2olarak hesaplanmıştır. Çalışmanın sonunda ise sırasıyla 29,2±3,9 kg/m2 ve 30,3±4,6 kg/m2 olarak hesaplanmıştır ve çalışmanın başı ve sonu arasındaki fark istatistiksel olarak önemli bulunmuştur (p<0.05). Biyokimyasal analiz sonuçlarında görülen değişiklikler; 40 yaş ve üzeri bireylerde Total testesteron (T) ve 40 yaş altı bireylerde Serbest Testesteron (Serbest T) değerinde görülen artış istatistiksel olarak önemli bulunmuştur. HDL kolesterol (K) değerinde artış, Total K, LDL K, HbA1c ve HOMA IR’ te görülen azalma tüm yaş gruplarında istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. İİEF 1. ve 2. değerlendirme sonuçları arasında, 30-39 yaş (p=0,020) ve 40-49 yaş (p=0,014) gruplarında istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardır. Antropometrik ölçümler ile İİEF skoru arasında pozitif bir ilişki saptanmış olmakla beraber istatistiksel olarak önemli bulunmamıştır. Diyabet, kardiyovasküler hastalıklar ve obezitenin dolaşımı etkileyerek birçok hastalığa yol açtığı bilinmektedir. Ağırlık kaybı ve beslenme eğitiminin de bu rahatsızlıklarda olduğu gibi erkek cinsel sağlığında da düzeltici etkileri kanıtlanmaya çalışılmıştır. The aim of the study was to determine the position and the importance of nutrition and body weight control in etiology and treatment of erectile dysfunction. Fifty four patients, between 24-66 years age all diagnosed as erectile dysfunction are included in the study who applied to Hisar Hospital Urology Clinic. After medicaal examination and taken blood determined biochemical parameters analysis all patients referred to the dietitian and nutritional education was given. The anthropometric and blood pressure measurements of the patients, who were interviewed 3 times in total within 2 months, were made at each visit. Blood biochemical parameters, IIEF (International Erectile Function Index) and food frequency questionaire were analyzed in the beginning and at the end of the study. The mean age of the patients was 41.87 years, and most of them were high school (38.9%) and university (57.4%) graduates. The frequency of comorbidities were; Diabetes 17.5 %, Hypertension 12,6 %, Hyperlipidemia 19,4 % and Hepatosteatosis 5,8 %. The 85,2 % of the patients were doing exercises lower than 150 hours a week. According to the difference in average of the 2 food consumption frequency; the intake of dietary energy, protein, fat, carbohydrate, saturated fatty acids and sodium intake were significantly decreased in 40 years and younger age patients group. The decrease in dietary energy, protein, fat, carbohydrate levels are found statistically significant in older than 40 years age patient group. At the beginning of the study, the BMI average was calculated as 30,3±4,2 kg/m2 for 40 years and younger age patients and 31,4±5,1 kg/m2 for 40 and older age patients. At the end of the study the mean values of BMI were as 29,2±3,9 kg/m2 ve 30,26±4,65 kg/m2, found statistically significant. According to the changes among biochemical parameters, Total T (Testesteron) levels were increased in 40 and older age group and Free Testesteron levels in under 40 years age group found statistically significant. The increase in HDL Cholesterol (C) and decrease in Total C, LDL C, HbA1c and Homa IR are found statistically significant in all age groups. There was no statistically significant differance of first and second evaluation of IIEF values between 30-39 age (p=0,020) and 40-49 age (p=0,014). Although there was a positive corelation is found between antropometric measurement and IIEF score but it was not stastically significant. It is known that diabetes, cardiovascular diseases and obesity cause many diseases by affecting circulation. It was tried to prove the corrective effects of weight loss and dietetics in male sexual health as in these disorders.Item Ağırlık yönetimi beslenme bilgisi ölçeğinin Türkçe’ye uyarlanması ve hafif şişman/şişman üniversite öğrencilerine verilen ağırlık yönetimi eğitiminin çeşitli parametreler üzerindeki etkisinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2022) Onbaşı, Zeki Çağın; Akçil Ok, MehtapBu araştırma iki aşamalı olarak planlanmış olup, ilk aşamada Ağırlık Yönetimi Beslenme Bilgisi Ölçeği’nin (AYBBÖ) Türkçe uyarlaması için geçerlik ve güvenirlik çalışması yapılmış, ikinci aşamada ise hafif şişman/şişman üniversite öğrencilerine verilen ağırlık yönetimi eğitiminin çeşitli parametreler üzerindeki etkisi değerlendirilmiştir. Çalışmanın ilk aşaması yaş ortalaması 20.6±1.50 yıl olan 392 üniversite öğrencisi ile yapılmıştır. Kırk üç maddeden oluşan AYBBÖ’nün, orijinal ölçekte olduğu gibi beş faktör (boyut) altında toplandığı sonucuna varılmıştır. Her boyuttaki maddelerin faktör yükü 0.40’ın üzerinde ve toplam varyans açıklama yüzdesi %47.3 olarak bulunmuştur. AYBBÖ puanı ile alt boyutlarının korelasyonu incelendiğinde, tüm alt boyutların puanları AYBBÖ toplam puanı ile pozitif korelasyonlu olup istatistiksel açıdan önemli bulunmuştur (p<0.0001). AYBBÖ’nin güvenirlik (iç tutarlılık) analizinde toplam ölçek maddeleri arasında orta düzeyde güvenilirlik sağlanmıştır (Cronbach’s alfa=0.75). Çalışmanın ikinci aşaması ise yaş ortalaması 21.0±1.27 yıl olan 18 kadın ve 7 erkek olmak üzere toplamda 25 üniversite öğrencisi ile yapılmıştır. Araştırma kapsamında çalışmaya katılan üniversite öğrencilerine Türkiye Beslenme Rehberi (TÜBER) 2015 kaynak alınarak hazırlanmış ağırlık yönetimi eğitimi 4 ay boyunca, on beş günde bir kez en az 30 dakikalık olacak şeklinde toplamda 9 kez çevrim içi olarak verilmiştir. Eğitimlerden önce çalışmaya katılan üniversite öğrencilerine çevrim içi yöntemler kullanılarak anket formu, AYBBÖ, Sağlıklı Beslenmeye İlişkin Tutum Ölçeği (SBİTÖ), besin tüketim sıklık formu ve antropometrik ölçüm formu uygulanmıştır. Eğitimlerin bitişinden 2 hafta sonrasında AYBBÖ, SBİTÖ, besin tüketim sıklık formu ve antropometrik ölçüm formu tekrar uygulanmıştır. Çalışmanın ikinci aşamasına katılan bireylerin eğitim öncesi AYBBÖ puan ortalamaları 23.6±4.95 puan iken, eğitim sonrası 35.6±4.06 puan olarak yükselmiş ve bu değişim anlamlı bulunmuştur (p<0.05). Eğitim öncesi ve sonrası SBİTÖ gruplarındaki değişim istatistiksel olarak önemli bulunmuş olup, eğitim öncesi orta düzey tutuma sahip olan bireylerin eğitim sonrası yüksek ve ideal tutuma sahip oldukları belirlenmiştir (p<0.05). Üniversite öğrencilerinin eğitim öncesi günlük enerji alım ortalamaları 2568.3±692.06 kkal iken, eğitim sonrası 2126.3±530.95 kkal olarak azalmış ve bu değişim istatistiksel olarak önemli bulunmuştur (p<0.05). Bireylerin günlük enerjilerinin protein ve yağlardan gelen oranı, posa, n-3 yağ asidi, sıvı, A vitamini, B2 vitamini, B6 vitamini, folat, C vitamini, kalsiyum, fosfor, potasyum ve magnezyum alımları anlamlı şekilde yükselmiştir (p<0.05). Bireylerin vücut ağırlığı, BKİ’leri, bel çevreleri ve bel kalça oranları eğitim sonrası anlamlı şekilde azalmıştır (p<0.05). Sonuç olarak verilen ağırlık yönetimi eğitimi üniversite öğrencileri, beslenme bilgi düzeylerini artırmış, besin tüketimlerini ve antropometrik ölçümlerinin olumlu şekilde gelişmesini sağlamıştır. The present study was planned in two stages, at the first stage of the study validity and reliability studies were performed for the Turkish version of the Weight Management Nutrition Knowledge Questionnaire (WMNKQ), and at the second stage of the study, the effect of weight management education given to overweight/obese university students on various parameters were evaluated. The first stage of the study was conducted on 392 university students with a mean age of 20.6±1.50 years. WMNKQ consisting of 43 items, was gathered under five factors (dimensions) as in the original questionnaire. The factor load of the items in each dimension was found over 0.40 and the percentage of total variance explanation was found 47.3%. When the correlation of the WMNKQ score and its subdimensions is examined, scores of all sub-dimensions were positively correlated with the total score of WMNKQ and found to be statistically significant (p<0.0001). In the reliability (internal consistency) analysis of WMNKQ, moderate reliability was achieved among the total scale items (Cronbach's alpha=0.75). The second stage of the study was conducted on 25 university students, 18 females and 7 males, with a mean age of 21.0±1.27 years. Within the scope of the research, weight management education intervention, which was prepared based on the Turkey Dietary Guidelines (TUBER) 2015, was given to university students online 9 times, at least 30 minutes, once every fortnight, for 4 months. Before the intervention, a questionnaire form, WMNKQ, Attitude Scale for Healthy Nutrition (ASHN) food frequency questionnaire and anthropometric measurement form were applied to university students using online methods. Two weeks after the end of the intervention, WMNKQ, ASHN, food frequency questionnaire and anthropometric measurement form were applied again. While the mean WMNKQ score was 23.6±4.95 points before the intervention, it increased to 35.6±4.06 points after the intervention and this change was found to be significant (p<0.05). The change in ASHN groups before and after the intervention was found to be statistically significant, and it was determined that the individuals who had a moderate attitude before the intervention had a high and ideal attitude after the intervention (p<0.05). While university students' mean daily energy intake was 2568.3±692.06 kcal before the intervention, it decreased to 2126.3±530.95 kcal after the intervention, and this change was found to be statistically significant (p<0.05). In addition to this, the daily average energy rates from proteins, energy rates from fats, fibre, n-3 fatty acids, liquids, vitamin A, vitamin B2, vitamin B6, folate, vitamin C, calcium, phosphorus, potassium, magnesium and iodine intakes of individuals significantly increased (p<0.05). Individuals' body weight, BMI, waist circumference and waist-hip ratios decreased significantly after the intervention (p<0.05). As a result, the weight management education given to university students increased their nutritional knowledge level and provided a positive development in their food consumption and anthropometric measurements.Item Ağız içi sıcaklık değişimlerinin farklı materyallerle hazırlanan inley restorasyonları ve diş dokuları üzerindeki termal stres etkisinin üç boyutlu sonlu elemanlar stres analiz yöntemi ile incelenmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2015) Çelik Köycü, Berrak; İmirzalıoğlu, PervinSıcak ve soğuk yiyecek ve içeceklerin günlük alımı esnasında oral kavitede ani sıcaklık değişimleri meydana gelmektedir. Bu çalışmada, alt 1. molar dişte farklı restoratif materyaller kullanılarak hazırlanan Sınıf 2 MOD inley restorasyonlarda ağız içi sıcaklık değişimleri sonucu restorasyon ve diş dokularında oluşan zamana bağlı sıcaklık dağılımı ve termal stresler incelenmiştir. Ayrıca termal ve mekanik yüklemenin birlikte yapılması ile çiğneme kuvvetleri taklit edilerek meydana gelen termomekanik stresler de üç boyutlu sonlu elemanlar analiz yöntemi ile değerlendirilmiştir. Mandibular 1. Molar dişin üç boyutlu sonlu elemanlar modeli Hypermesh (Altair Engineering, Inc.) programı kullanılarak oluşturulmuştur. Alt 1. molar diş ve çevreleyen kemik dokusu üç boyutlu olarak modellenmiştir. Model; mine, dentin, pulpa, çevreleyen kemik dokusu, periodontal ligament, inley restorasyonları (Tip 2 dental altın, seramik ve kompozit rezin) ve adeziv rezin simanı içermektedir. Çalışmanın ilk aşamasında; ağız içi başlangıç sıcaklığın 36 °C olduğu kabul edilmiş ve 36 °C’den 4 ve 60 °C’ye ulaşan sıcaklık değişimi 2 sn süreyle taklit edilerekmodelde oluşan zamana bağlı sıcaklık dağılımı incelenmiştir. İkinci aşamada, sıcaklık dağılım analizinde 2. saniyedeki sıcaklık değerleri temel alınarak termal stres analizi yapılmıştır. Restorasyonlar ve diş dokularında meydana gelen termal stresler hesaplanmıştır. Son aşamada 2 sn süreyle 4 °C ve 60 °C sıcaklık uygulaması ile eş zamanlı olarak yapılan 200 N mekanik yükleme sonucu oluşan stres paterni incelenmiştir. Yapılan termal ve termomekanik stres analizleri sonucu mine, dentin, restoratif materyaller ve simanda 2. saniyenin sonunda oluşan von Mises, basma, çekme ve makaslama stresleri değerlendirilmiştir. Çalışmamızda incelenen restoratif materyallerin termal özellikleri farklı olmasına rağmen, her iki sıcaklık koşulu (4 °C ve 60 °C) için de, 2. saniye sonunda diş dokuları (mine, dentin, pulpa) ve restorasyonlarda meydana gelen sıcaklık dağılımı her üç restorasyon modeli arasında benzerdir. Pulpada görülen sıcaklık değişimi pulpada hasar meydana getirdiği belirtilen 42 °C’ye ulaşmamıştır. Sıcaklık değişimleri sonucu oluşan en yüksek termal stres değerleri minede servikal bölgede yoğunlaşmıştır. Sıcak uygulaması ile karşılaştırıldığında, 4 °C sıcaklık koşulları daha yüksek termal stres değerleri oluşturmuştur. Eş zamanlı termomekanik yükleme koşulları, diş dokuları ve restoratif materyallerde yüksek stres değerleri meydana getirmiştir. Termomekanik yükleme sonucu restoratif materyallerin kendi yapısında oluşan ve diş dokularına iletilen stresler restorasyon modelleri arasında karşılaştırıldığında, değerlerin birbirine yakın olduğu görülmüştür. Ancak rezin simanda meydana gelen stres dağılımı karşılaştırıldığında, kompozit rezin inley modelinde daha düşük stres değerleri görülmektedir. Dental altın ve seramik inleylerde gingival taban ve aksiyal duvarda oluşan streslerin simanda adeziv başarısızlık meydana getirebilecek büyüklükte olduğu gözlenmiştir. İncelenen restorayonlar arasında kompozit rezin inleylerin adeziv başarısızlığın önlenmesi açısından daha iyi bir seçenek olabileceği öngörülmüştür. During daily consumption of hot and cold food and drinks, rapid thermal changes occur in the oral cavity. In this study, temperature distribution by time and thermal stresses that result from oral temperature changes were investigated on a mandibular tooth restored by three different class 2 MOD inlay restoration. In addition, with the simultaneous thermal and mechanical loading the impact of mechanical loads on the stress distribution was evaluated by using 3-dimensional finite element analysis. The 3-D finite element model of mandibular first molar was created by the Hypermesh software program(Altair Engineering, Inc.). The model includes enamel, dentin, pulp, surrounding bone, periodontal ligament, inlay restorations of Type 2 dental gold alloy, ceramic and composite resin and adhesive resin cement. In the first part of the study, the tooth was assumed to initially have a temperature of 36 °C and temperature distributions were calculated by the time in the model, after simulated temperature changes from 36°C to 4 or 60°C for 2 s time period. In the second step, the thermal stress analysis was performed based on the temperature values at 2 s and the thermal stresses on the tooth structures and restorations were evaluated. In the last step, stress patterns were analyzed after simulated temperature changes from 36°C to 4 or 60°C for 2 seconds with 200-N mechanical loading. After the thermal and thermomechanical stress analysis, von Mises, compressive, tensile and shear stresses at 2 s which occured in enamel, dentin, restorative materials and resin cement were evaulated. Although the thermal properties of restorative materials which evaulated in our study significantly differ, the temperature distribution at 2 s in tooth structures (enamel, dentin, or pulp) and restorative materials were similar in the three restoration models, for both thermal conditions. The pulpal temperature rise did not exceed the threshold temperature of 42 ºC for pulpal damage. Temperature changes generated maximum thermal stresses at the cervical region of the enamel. 4 °C cold conditions caused higher stresses compared with hot conditions. Simultaneous thermomechanical loads caused high stress patterns in inlay-restored teeth. In the simultaneous thermomechanical loading conditions, type II gold alloy, ceramic, and composite resin inlays showed similar stress distribution in the tooth structures and restorative materials. However, when the stress distribution in the resin cement compared, composite resin inlay model exhibited lower stress patterns. The stresses that occured at the gingival floor and axial walls of gold and ceramic inlays were high magnitude which may contribute to adhesive failure. Composite resin inlays may be the better choice to avoid adhesive failure.Item Akademisyenlerin yeni besinlere karşı yaklaşımlarının saptanması ve etkileyen faktörlerin incelenmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2020) Kol, Keziban Cansu; Akçil Ok, MehtapYeni besinlere yaklaşım bireylerde farklılık gösterebilmektedir. Daha önce tadılmamış, bilinmeyen besinlerden farklı derecelerde kaçınma durumu yeni besin korkusu olarak tanımlanmaktadır. Yeni besinlere yaklaşımda yeni besin korkusunun sağlıklı beslenme üzerinde olumlu ve olumsuz etkilerinin varlığı da bilinmektedir. Bu çalışma, akademisyenlerin yeni besinlere karşı yaklaşımlarını değerlendirmek ve yeni besinlere yaklaşımını etkileyebilecek faktörleri incelemek ve yeni besin korkusunu etkileyen birçok etkenin birbirleriyle ilişkisini değerlendirmek amacıyla planlanmıştır. Çalışma, Eylül 2019 – Ocak 2020 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Bağlıca Kampüsü’nde farklı fakülte ve bölümlerin akademik personelinden gönüllü 173 kadın ve 63 erkek birey olmak üzere toplamda 236 yetişkin akademisyen üzerinde yapılmıştır. Bireylerin kişisel özelliklerine, beslenme alışkanlıklarına ilişkin bilgileri saptamak amacıyla anket formu, yeni besin korkularını belirleyebilmek amacıyla yeni besin korkusu (YBK) ölçeği, bireylerin yeni yiyecekler yaklaşımlarının gelenekçi ve yenilikçi boyutunu belirleyebilmek için yeni yiyeceklere yaklaşım (YYY) ölçeği uygulanmıştır. Bu çalışmadaki bireylerin; yaş ortalaması kadınlarda 37.9±11.03 yıl, erkeklerde 40.8±4.76 yıl olarak saptanmıştır. Bireylerin yeni besin korkusu (YBK) ortalama puanı 32.7±12.26 olarak saptanmış olup kadınlarda ve erkeklerde bu değerin birbirine yakın olduğu bulunmuştur (p>0.05). Yurt dışına çıkan bireylerin yeni besin korkuları çıkmayanlara göre daha düşük bulunmuştur (p<0.05). Yurt dışında besin seçimi yapan bireylerin yeni besin korkuları yapmayan bireylere göre daha yüksek bulunmuştur (p<0.001). Bireylerin yeni yiyeceklere yaklaşım (YYY) ölçeğinden ortalama puanı 3.7±0.48 olarak saptanmıştır. Bireyler ölçeğin gelenekçi alt boyutundan ortalama 3.4±0.51 puan almışlardır; yenilikçi alt boyutundan ise ortalama 3.8±0.74 puan almışlardır. Kadınların gelenekçi boyut ortalama puanları erkeklere göre daha yüksektir (p<0.05). Evli bireylerin gelenekçi alt boyut ortalama puanları bekâr bireylere göre daha yüksektir (p<0.05). Yurt dışında besin seçimi yapan bireylerin gelenekçi alt boyut puanları yurt dışında besin seçimi yapmayanlara göre daha yüksek bulunmuştur (p<0.001). Yurt dışında besin seçimi yapan bireylerin yenilikçi puanı ise yurt dışında besin seçimi yapmayanlara göre daha düşük bulunmuştur (p<0.05). Akademisyenlerin büyük çoğunlunun yeni besin korkusu ölçeğinde nötr olarak bulunmuştur. Yeni besin korkusu ve yeni yiyeceklere yaklaşım ölçek puanları incelendiğinde iki ölçeğin birbirini desteklediği görülmüştür (p<0.001). Sonuç olarak; yeni besinlere yaklaşımda yeni besin korkusu etkili olabilmektedir. Bireylerin yeni besin korkusunu çeşitli faktörler etkileyebilmektedir. Bireylerin yeni besin korkularının nedeni detaylı incelenmeli, yaklaşımlar ve çözümler de uygun şekilde yapılmalıdır. Yeni besinlere yaklaşım ve yeni besin korkusunu inceleyen çalışma sayısı oldukça azdır. Bu çalışma yeni besin korkusu ölçeği ve yeni besinlere yaklaşım ölçeğini karşılaştıran ve akademisyenlerin yeni besinlere yaklaşımını inceleyen ilk çalışma olması nedeniyle önem taşımaktadır ve bu konuda yapılacak daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.The approach to new foods may differ in individuals. Different levels of avoidance from unknown foods that have not been tasted before are defined as food neophobia. It is also known that the fear of new food has positive and negative effects on healthy nutrition in the approach to new foods. This study was planned to evaluate academicians' approaches to new foods and to examine the factors that may affect their approach to new foods and to evaluate the relationship of many factors that affect food neophobia. The study was conducted between September 2019 - January 2020 at Başkent University Bağlıca Campus, on a total of 236 adult academicians, including 173 female and 63 male volunteers from academic staff of different faculties and departments. Questionnaire form to determine the information about the personal characteristics and nutritional habits of individuals, food neophobia scale (FNS) was applied in order to determine food neophobias, and a new food approach scale was used to determine the traditional and innovative dimension of individuals' approaches to new foods. In this study; the mean age of individuals was 37.9 ± 11.03 years in women and 40.8 ± 4.76 years in men. The mean score of food neophobia (FNS) of individuals was 32.7 ± 12.26 and it was found to be close to each other in women and men (p> 0.05). The food neophobia of individuals who went abroad was found to be lower than those who did not go abroad (p<0.05). Food neophobia of individuals who chose food abroad was found higher than those who did not choose food abroad (p <0.001). The mean score of individuals on the scale of approach to new foods was determined as 3.7 ± 0.48. Individuals received an mean of 3.4 ± 0.51 points from the traditional sub-dimension ; on the other hand, they received an mean of 3.8 ± 0.74 points from their innovative sub-dimension of the scale. The traditional sub-dimension mean scores of women are higher than the men (p <0.05). The traditional sub-dimension mean scores of married individuals are higher than single individuals (p <0.05). The traditional sub-dimension scores of individuals who chose food abroad were found higher than those who did not choose food abroad (p <0.001). The innovative score of individuals who chose food abroad was lower than those who did not choose food abroad (p <0.05).The majority of academics are present in the new food fear scale, neutral. When the scales of new food and approach to new foods are examined, it should be seen that the two scales support each other (p<0.001). As a result, food neophobia can be effective in approaching new foods. Various factors can affect individuals' food neophobia. The reason of individuals' food neophobia should be examined in detail, approaches and solutions should be made appropriately. There are very few studies examining the approach to new foods and food neophobia. This study is important because it is the first study that compares the food neophobia scale and the approach to new foods and examines the approach of academics to new foods, and more studies are needed on this subject.Item Akdeniz diyetine uyum ile kanser riski arasındaki ilişkinin belirlenmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2021) Uçak, Selin; Kızıltan, GülÇalışma, yeni tanı almış kanser hastaları ile kanser tanısı almamış bireylerin Akdeniz diyetine uyumları ile kanser riski arasındaki ilişkinin belirlenmesi amacıyla yürütülmüştür. Çalışma Aralık 2019-Mart 2020 tarihleri arasında Özel Antalya Medical Park Hastanesi Medikal Onkoloji Polikliniğine başvurmuş uygun kriterdeki 128 kanser hastası (vaka grubu) ve 128 kontrol grubu olmak üzere, toplam 256 birey ile gerçekleştirilmiştir. Bireylerin kişisel özellikleri, beslenme alışkanlıkları, fiziksel aktivite durumları, hastalık durumuna ilişkin bilgiler ve antropometrik ölçümleri anket formuna kaydedilmiştir. Bireylerin beslenme durumlarının belirlenmesinde Besin Tüketim Sıklık formu kullanılmıştır. Bireylerin Akdeniz diyetine uyumu Akdeniz Diyeti Uyum Ölçeği ile değerlendirilmiştir. Çalışmaya katılan bireylerin yaş ortalaması vaka grubu için 54.1± 8.56 yıl, kontrol grubu için 49.9 ± 10.24 yıldır. Vaka grubunun %59.4’ünün, kontrol grubunun %33.6’sının ailesinde kanser geçmişi olduğu saptanmıştır. Vaka grubundaki bireylerde en sık görülen kanser türleri meme, akciğer ve kolon ve rektum kanserleri (sırasıyla %44.5, %14.8, %14.8) olarak belirlenmiştir. Vaka grubunun %64.1’inde, kontrol grubunun %44.5’inde komorbid hastalık görülmüştür. Bireylerin antropometrik ölçümleri Beden Kütle İndeksi (BKİ) ile değerlendirilmiştir. BKİ ortalaması vaka grubundaki erkeklerde 27.1±4.80 kg/m² ve kadınlarda 27.9±5.19 kg/m² olarak, kontrol grubundaki erkeklerde 27±2.99 kg/m² ve kadınlarda 26.6±3.83 kg/m² olarak belirlenmiştir. Vaka grubunda meyve tüketim sıklığının kontrol grubundan yüksek olduğu, sebze tüketim sıklığının ise daha düşük olduğu görülmüştür. Vaka grubunun şekerli besin tüketme sıklığının kontrol grubundan yüksek olduğu belirlenmiştir. Bireylerin Akdeniz diyetine uyumu, vaka grubu için; %61.2’si uyumsuz, %28.9’u kabul edilebilir derecede uyumlu ve %3.9’u sıkı uyumlu, kontrol grubu için; %68’i uyumsuz, %27.3’ü kabul edilebilir derecede uyumlu ve %4.7’si sıkı uyumlu bulunmuştur. Her iki gruptaki erkeklerin ve kadınların kendi aralarında Akdeniz diyetine uyum ortalamaları arasında anlamlı fark olmadığı saptanmıştır (p>0.05). Bireylerin Akdeniz diyetine uyumlarına göre antropometrik ölçümleri arasında istatistiksel açıdan önemli bir farkın olmadığı saptanmıştır (p>0.05). Vaka grubunda Akdeniz diyetine uyum göstermeyenlerin sükroz, fruktoz, toplam yağ, tekli doymamış yağ asidi, doymuş yağ asidi ve çinko alımı kontrol grubundan düşük bulunurken (p<0.05), toplam posa, çözünür posa ve B6 vitamini alımı kontrol grubundan yüksek bulunmuştur (p<0.05). Vaka grubunda Akdeniz diyetine sıkı uyum gösterenlerin toplam enerji ve fruktoz alımı kontrol grubundan yüksek bulunurken (p<0.05), toplam posa, çözünür posa, çözünmez posa, B1 vitamini, potasyum ve magnezyum alımı kontrol grubundan daha düşük bulunmuştur (p<0.05). Sonuç olarak bu çalışma, kanser hastası bireylerin, toplumun kalanına göre beslenme alışkanlıklarındaki farkı ortaya koymuş. Ayrıca kanser ve Akdeniz diyeti arasındaki ilişki hakkında bilgi sunmuştur. The study was conducted with the aim of determining the relationship between the compliance with the Mediterranean diet and cancer risk of newly diagnosed cancer patients and participants who have not been diagnosed with cancer. The study was conducted with 265 individuals, including 128 cancer patients (case group) in suitable criteria, who applied to Private Antalya Medical Park Hospital Medical Oncology Outpatient Clinic and 128 in control group between December 2019-March 2020. Personal characteristics, nutritional habits, situations of physical activity, information about acquired diseases and anthropometric measurements of individuals were recorded in the questionnaire. Food Frequency Questionnaire was used to determine the nutritional status of individuals. Mediterranean Diet Adherence Scale was used to determine the adherence to the Mediterranean diet. The mean age of individuals were 54.1±8.56 years and 49.9±10.24 years for case group and control group, respectively. It was determined that 59.4% of the case group and 33.6% of the control group had a family history of cancer. The most common types of cancer in the case group were determined as breast, lung, colon and rectal cancers (44.5%, 14.8%, 14.8%, respectively). Comorbid diseases were observed in 64.1% of the case group and 44.5% of the control group. Body Mass Index (BMI) was used to evaluate the anthropometric measurements of individuals. The mean BMI was determined as 27.1±4.80 kg/m² and 27.9±5.19 kg/m² for men and women in the case group, respectively. The mean BMI was determined as 27±2.99 kg/m² and 26.6±3.83 kg/m² for men and women in the control group, respectively. It was observed that the frequency of fruit consumption in the case group was higher than the control group, while the frequency of vegetable consumption was lower. It was determined that the frequency of sugary food consumption of the case group was higher than the control group. Adherence of individuals with the Mediterranean diet, for the case group and control groups, 61.2% are incompatible, 28.9% are acceptable, 3.9% are strictly compatible and 68% are incompatible, 27.3% are acceptable, 4.7% for case group and control group, respectively. It was determined that there was no significant difference between the average compliance of men and women to Mediterranean diet in the case and control groups (p>0.05). It was determined that there was no statistically significant difference between the anthropometric measurements of individuals according to their adaptation to the Mediterranean diet (p>0.05). The daily intake of sucrose, fructose, total fat, monounsaturated fatty acid, saturated fatty acid and zincwere observed lower in case group, who incompatible with the Mediterranean compared control group (p<0.05). The daily intake of total fiber, soluble fiber and vitamin B₆ were observed higher in case group, who incompatible with the Mediterranean compared control group (p <0.05).The daily intake of total energy and fructose were observed higher in case group, who strictly complied with the Mediterranean diet comparedcontrol group (p <0.05). The daily intake of total fiber, soluble fiber, insoluble fiber, vitamin B₁, potassium and magnesium were lower incase group, who strictly complied with the Mediterranean diet comparedcontrol group (p <0.05). As a result, this study revealed the difference in the nutritional habits of cancer patients and rest of the society. Also provided information on the relationship between cancer and the Mediterranean diet.Item Akustik travmalarda vestibüler uyarılmış myojenik potansiyeller (vemp)(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2022) Akın Öçal, F. Ceyda; Erbek, Selim S.Bu çalışmanın amacı Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görevi esnasında patlamaya maruz kalan, beraberinde sensorinöral işitme kaybı gelişmiş olan hastalarda geç dönemde baş dönmesinin servikal ve oküler vestibüler uyarılmış miyojenik potansiyeller (cVEMP, oVEMP) ve Baş Dönmesi Engellilik Envanteri (BEE) ile değerlendirilmesidir. Çalışmaya 22 sağlıklı erişkin gönüllü (44 sağlıklı kulak) ve blast travma geçirmiş 25 askeri personel (43 hasta kulak) hasta grubu olarak dahil edilmiştir. Kontrol ve hasta grubuna hem 500 Hz Tone-Burst (TB) hem 500 Hz Narrow Band (NB) Level Specific (LS) CE-Chirp uyaran ile cVEMP ve oVEMP testleri yapılmıştır. Hasta grubuna ayrıca Baş Dönmesi Engellilik Envanteri (BEE) doldurtulmuştur. 44 sağlam kulağın hepsinden hem TB hem de NB LS CE-Chirp uyaran ile cVEMP ve oVEMP yanıtları alınmıştır. Kontrol grubunda cVEMP ve oVEMP testinde P1 ve N1 latansı NB LS CE-chirp uyaran kullanıldığında, TB uyarana göre istatistiksel olarak anlamlı kısa izlenmiştir. P1N1 amplitüdü NB LS CE-chirp uyaran kullanıldığında, TB uyarana göre istatistiksel olarak anlamlı büyük izlenmiştir. Ayrıca hem cVEMP hem oVEMP’de NB LS CE-chirp uyaranda, TB uyarana göre istatistiksel olarak anlamlı düşük eşik izlenmiştir. Hasta grubun Baş Dönmesi Engellilik Envanteri (BEE) ortalaması 14.80 ± 23.38 (0-88.00) bulunmuştur. Hasta grubunda etkilenen 43 kulağın 3’ünde hem NB LS CE-Chirp uyaranla hem de TB uyaranla cVEMP yanıtı alınmamıştır. 43 kulağın 38’inde TB uyaran ile oVEMP yanıtı alınırken, 40’ında NB LS CE-Chirp uyaran ile oVEMP yanıtı alınmıştır. TB ve NB LS CE-chirp uyaran ile yapılan cVEMP ve oVEMP testlerinde kontrol ve hasta grubu arasında P1 latans, N1 latans ve P1N1 amplitüd açısından istatistiksel olarak anlamlı fark izlenmemiştir. Sonuç olarak blast travma sonrası geç dönemde otolit organların fonksiyonlarının etkilenmediği görülmüştür. In this study, the presence of dizziness in the late period was investigated in patients working in the Turkish Armed Forces who exposed to blast trauma with a test battery consisting of cervical and ocular vestibular evoked myogenic potentials (cVEMP and oVEMP) and dizziness handicap inventory (DHI). Twenty-two healthy adult volunteers (44 healthy ears) and 25 military personnel (43 patient ears) who had blast trauma were included in the study. The cVEMP and oVEMP tests with both 500 Hz tone burst (TB) and 500 Hz Narrow Band (NB) Level Specific (LS) CE-Chirp stimuli were applied to the control and patient groups. The patient group also filled in the Dizziness Handicap Inventory (DHI). cVEMPs and oVEMPs were obtained in all 44 healthy ears in response to both TB and NB LS CE-chirp stimuli. In control group P1 and N1 latencies were significantly shorter in NB LS CE-chirp stimulus than in TB stimulus in cVEMP and oVEMP tests. When the NB LS CE-chirp stimulus was used, the P1N1 amplitude was statistically significantly larger than TB stimulus. In addition, a statistically significant lower threshold was observed in both cVEMP and oVEMP tests in NB LS CE-chirp stimulus compared to TB stimulus. The mean score of the Dizziness Handicap Inventory (DHI) of the patient group was 14.80 ± 23.38 (0-88.00). In the patient group, cVEMP responses were not obtained in 3 of 43 affected ears in response to both TB and NB LS CE-chirp stimuli. While TB oVEMP response was obtained in 38 of 43 ears, NB LS CE-Chirp oVEMP response was obtained in 40 ears.In cVEMP and oVEMP tests there was no significant difference in comparison of P1 latency, N1 latency and P1N1 amplitude between control and patient groups for both TB stimulus and NB LS CE-chirp stimulus. As a result, it was observed that the functions of otolith organs were not affected in the late period after blast trauma.Item Akustik travmaya bağlı oluşan işitme kaybında sentetik adrenokortikotropik hormon tedavisinin koruyuculuk etkisinin araştırılması(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2017) Mutlu, Ahmet; Özlüoğlu, Levent N.Adrenokortikotropik hormon (ACTH) hipofiz glandın ön lobunda üretilen polipeptid yapıda bir hormondur. En önemli etkisi, adrenal korteksten kortikosteroid hormonların (glukokortikoidkortizon ve mineralokortikoid- aldosteron) salgılanmasını uyarmasıdır. Bu çalışmada sentetik ACTH analoglarının (Synacthen®) akustik travmaya maruz bırakılmış ratlardaki koruyuculuk etkisinin deksametazonun koruyuculuk etkisi ile karşılaştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod Bu çalışma Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Deney Hayvanları Araştırma ve Uygulama Merkezinde (DA 16/47 proje nolu) etik kurul onayı alınarak yapılmıştır. 6 sıçandan oluşan 4 farklı grubun 10 kHz, 20 kHz, 32 kHz frekanslarında olmak üzere ABR ölçümleri yapılarak bazal işitme eşikleri belirlendikten sonra gruplardan 3 tanesine 105 dB beyaz gürültü ile 12 saatlik akustik travma verilmiştir. Bütün hayvanların ölçümleri akustik travma sonrası tekrarlandıktan sonra 7 gün süreyle akustik travma alan bir gruba (n:6) deksametazon, bir gruba (n:6) sentetik ACTH analoğu, bir gruba (n:6) serum fizyolojik uygulanmıştır. Uygulama sonrası 7. ve 21 gün ABR ölçümleri tekrarlanarak işitme eşikleri belirlenmiştir. Elde edilen veriler verilerin dağılımına uygun olarak istatistiksel yöntemler ile değerlendirilmiştir. Bulgular Kontrol grubu haricindeki bütün hayvanlar akustik travmadan benzer şekilde etkilendiği bulunmuştur. Steroid ve ACTH gruplarında serum fizyolojik verilen gruba göre 7. ve 21. günlerde yapılan ölçümlerinde bütün frekanslarda anlamlı olarak iyileşme izlenmiştir. Steroid ve ACTH grupları arasında yapılan karşılaştırmada anlamlı farklılık izlenmemiştir. Kontrol grubu haricindeki grupların işitme eşikleri bazal ölçümler ile aynı olmadıkları izlenmiştir. Sonuç Akustik travmaya karşı sistemik ACTH analoglarının uygulamasının etkin olduğu izlenmiş olup, literatürde önerilen sistemik steroid etkinliğine benzer etki gösterdiği belirlenmiştir. ACTH analogları, insanlar ile yapılacak ileri araştırmalar sonucunda steroidlere alternatif bir tedavi yöntemi olabilir. Introduction Adrenocorticotropic hormon (ACTH) is polypeptid hormon which is secreted from anterior pituitary gland. The main aim of this hormone is to stimulate the secretation of corticosteroid hormones from the adrenal glands. In this study, we aimed to compare the protective effects of the ACTH and dexamethasone against the acoustic trauma. Material and Methods This study is claimed in the Baskent University Medical Faculty animal lab under the local ethic statement (DA16/47). Hearing thresholds and wave latancies are detected for 3 different frequencies (10 kHz, 20 kHz, 32 kHz) with auditory brainstem response test (ABR) in 4 groups which constituted with randomized selected 6 rats. 3 groups received acoustic trauma (105 dB white noise, 12 hours) and all of the rats are assessed immediately for the threshold shifting. One group (n:6) received dexamethasone (2 mg/kg/day im), one group (n:6) received ACTH (0,4 mg/kg/day im), one group (n:6) received saline (0,2 ml/day im) for seven days. ABR test were revised in 7. and 21. of acoustic trauma. Results All of the groups (except the control group) were similarly effected from the acoustic trauma. Steroid and ACTH groups show significantly better hearing outcomes than the saline group on 7th and 21st days after the acoustic. The results between the steroid and ACTH analogs did not differ significantly. None of the related intervention groups reached the basal hearing thresholds. Conclusion It is found in the study, both systemic steroids and ACTH analogs exert a therapeutic effect on acoustic trauma. ACTH analogs may an alternative treatment for the systemic steroids after the further investments on human.