Enstitüler / Institutes

Permanent URI for this communityhttps://hdl.handle.net/11727/1390

Browse

Search Results

Now showing 1 - 10 of 2397
  • Item
    Yetişkin kadınların premenstrual sendrom, aşırı besin isteği ve besin ögesi alımlarının incelenmesi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2024) Şahin, İlayda; Olcay Eminsoy, İrem
    Bu çalışma premenstrual sendroma sahip olan kadınların aşırı besin isteği ve besin ögesi alımlarının incelenmesi amacıyla planlanmıştır. Çalışma, Ankara‘da Şubat-Mart 2024 tarihleri arasında özel bir kliniğe başvuran 18-40 yaş arası 56 gönüllü birey üzerinde yürütülmüştür. Çalışmaya katılan kadınlar, premenstrual sendrom ölçeği kullanılarak premenstrual sendromu (PMS) olan (çalışma grubu, n:28) ve olmayan (kontrol grubu, n:28) olarak iki grubu ayrılmıştır. Katılımcılara sosyodemografik özellikleri, beslenme alışkanlıkları, menstruasyon geçmişleri, aşırı besin isteği, luteal faz, menstruasyon ve foliküler fazlardaki antropometrik ölçümleri ve 24 saatlik geriye dönük besin tüketim kaydı içeren anket uygulanmıştır. Çalışma ve kontrol grubunun yaş ortalamaları sırası ile 24.7±4.49 ve 28.7±7.78 yıl olduğu belirlenmiştir (p>0.05). Çalışma grubundaki kadınların menstruasyon fazlarına göre BKİ ortalamaları sırasıyla 22.2±3.86, 22.1±3.81 ve 22.1±3.94 ve kontrol grubundaki kadınların ise 22.8±3.90, 22.9±3.86 ve 22.7±3.89 kg/m2 olarak bulunmuştur. Kadınların PMS olma durumları ile luteal dönemde, menstruasyonun 2. gününde ve foliküler fazdaki BKİ ölçümleri arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık görülmemiştir (p>0.05). Çalışma grubundaki kadınların luteal döneme göre menstruasyonun 2. gününde ve foliküler fazdaki BKİ ölçümlerindeki değişimler istatistiksel olarak anlamlı saptanmıştır (p<0.05). Luteal dönemdeki BKİ ölçümleri foliküler fazdaki ölçümlere göre daha yüksek bulunmuştur (p<0.05). Kontrol grubunun luteal döneme göre menstruasyonun 2. gününde ve foliküler fazdaki BKİ ölçümlerindeki değişimler istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır (p>0.05). Çalışma ve kontrol gruplarının PMS puanlarının ortalamaları sırası ile 153.1±38.31 ve 93.5±166.25‘tir. (p>0.05). Aşırı besin isteği (ABİS) puanı çalışma grubu ve kontrol gurubundaki kadınlar için sırası ile 143.6±47.38 ve 166.3±41.59‘dur (p<0.05). Çalışma grubundaki kadınların öğle ve ikindi öğününde aldıkları enerji, kontrol grubundakilere göre istatistiksel olarak anlamlı olacak şekilde fazla bulunmuştur (p<0.05). Çalışma grubundaki kadınların menstruasyon fazlarına göre enerji alımlarının ortalamaları sırasıyla; 1528.6±441.02, 1290.6±372.85 ve 1418.8±388.13; kontrol grubundaki kadınların ise 1479.6±493.33, 1452.5±500.74 ve 1494.3±500.79 kkal olarak bulunmuştur(p>0.05). Çalışma grubunun luteal faz diyet kolesterol alımı kontrol grubuna göre anlamlı ölçüde daha yüksek iken (p<0.05), menstruasyon 2. günü ve foliküler faz değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık tespit edilememiştir (p>0.05). Kadınların PMS puanları ile aşırı besin isteği puanları arasında negatif yönlü istatistiksel olarak zayıf düzeyde anlamlı ilişki bulunmuştur (p<0.05) Çalışma ve kontrol grubundaki kadınların menstruasyon fazlarına ve grup içi karşılaştırılmalarına göre diyet lifi, E vitamini, tiamin, B6 vitamini, B12 vitamini, C vitamini, kalsiyum, magnezyum, potasyum ve demir alımları arasında istatiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunmamıştır (p>0.05). Çalışmada anlamlı farklılıklar tespit edilemese de menstrual siklus aşamalarının ve PMS durumunun besin alımını ve buna bağlı olarak ağırlık denetimini etkileyebileceği öngürülmektedir. Kadınların süreci yönetebilmek için bu konuda farkındalığının sağlanması ve menstruasyon siklus dikkate alınarak beslenme planlanması gerektiği düşünülmektedir. This study was planned to investigate excessive food cravings and nutrient intake of women with premenstrual syndrome. February-March 2024 The study was conducted on 56 volunteers between the ages of 18 and 40 who applied to a private clinic in Ankara. The women participating in the study were divided into two groups with premenstrual syndrome (PMS) (study group, n:28) and without premenstrual syndrome (control group, n:28) using the premenstrual syndrome scale. A questionnaire including sociodemographic characteristics, eating habits, menstrual histories, excessive food cravings, anthropometric measurements in luteal phase, menstruation and follicular phases and a 24-hour retrospective food consumption record were administered to the participants. The mean age of the study and control group was determined to be 24.7±4.49 and 28.7±7.78 years respectively (p>0.05). The mean BMI of the women in the study group according to the menstrual phases was found to be 22.2±3.86, 22.1±3.81 and 22.1±3.94, respectively, and the women in the control group were found to be 22.8±3.90, 22.9±3.86 and 22.7±3.89 kg/m2. During the luteal period, when women have PMS, menstruation is 2. there was no statistically significant difference between BMI measurements on the day and in the follicular phase (p>0.05). According to the luteal period of the women in the study group, menstruation is 2. changes in BMI measurements on the day and during the follicular phase were found to be statistically significant (p<0.05). BMI measurements during the luteal period were found to be higher compared to measurements during the follicular phase (p<0.05). According to the luteal period of the control group, menstruation was 2. changes in BMI measurements on the day and during the follicular phase were not statistically significant (p>0.05). The mean PMS scores of the study and control groups were 153.1±38.31 and 93.5±166.25, respectively. (p>0.05). The excessive food cravings (ABIS) score was 143.6±47.38 and 166.3±41.59 for women in the study group and control group, respectively (p<0.05). The energy received by the women in the study group at lunch and afternoon meals was found to be statistically significant compared to those in the control group (p<0.05). The average energy intake of women in the study group compared to menstruation phases, respectively; 1528.6±441.02, 1290.6±372.85 and 1418.8±388.13; women in the control group 1479.6±493.33, 1452.5±500.74 and 1494.3±kcal 500.79 were found(p>0.05). While the luteal phase dietary cholesterol intake of the study group was significantly higher than that of the control group (p<0.05), menstruation 2. there was no statistically significant difference between the Dec values and follicular phase values (p>0.05). There was a statistically significant negative relationship between women's PMS scores and excessive food cravings scores at a Decently weak level (p<0.05). There was no statistically significant difference between dietary fiber, vitamin E, thiamine, vitamin B6, vitamin B12, vitamin C, calcium, magnesium, potassium and iron intakes according to menstrual phases and intra-group comparisons of women in the study and control group (p>0.05). There was no statistically significant difference between dietary fiber, vitamin E, thiamine, vitamin B12, vitamin C, calcium, magnesium, potassium and iron intakes (p>0.05). Although significant differences could not be detected in the study, it is assumed that menstrual cycle stages and PMS status may affect nutrient intake and, accordingly, weight control. It is thought that women should be aware of this issue in order to manage the process and nutrition should be planned taking into account the menstrual cycle.
  • Item
    Serumla birlikte timokinon uygulamasının sıçanlarda yara iyileşmesi üzerine etkisi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2024) Yüksel, Zeynep; Dağdeviren, Atilla
    Deri bütünlüğünün bozulmasına neden olan fiziksel faktörler ve kimyasal faktörler akut yara oluşumuna sebep vermektedir. Timokinon; anti-inflamatuvar, antioksidan özellikleri sebebiyle yara iyileştirici etki göstermektedir. Yapılan bu tez çalışmasında, timokinonun oluşturulan eksizyonel yara modelinde tek başına ve/veya serumla birlikte iyileştirici etkisi incelenmiştir. Çalışmada Wistar-Albino sıçanlar (erkek, 6-8 aylık, 200-250 gr) kullanılmıştır. Çalışmamızda 5 grup oluşturulmuştur (n=8). Anestezi altındaki sıçanların üst sırt bölgesinden epidermis, dermis ve hipodermisi içeren tam kalınlıkta 3 mm dairesel eksizisyon yarası oluşturulmuştur. Cerrahi sonrası 1. günden itibaren 21 gün boyunca deney gruplarına 3 günde 1 kez olacak şekilde timokinon, dimetil sülfoksit serum ve timokinon+serum solüsyonu uygulaması yapılırken; kontrol grubuna uygulama yapılmamıştır. Sakrifikasyon sonrasında yara morfolojisi ve iyileşmesi histolojik olarak değerlendirilmiştir. Histolojik değerlendirmelerde Hematoksilen-Eozin ve Masson trikrom boyamaları yapılmıştır. Timokinon uygulanan grupta kontrol grubu ve diğer gruplara epitelizasyonun arttığı istatistiksel olarak anlamlı bulunmuş olup (p<0.05) yara derinliği de kontrol grubuna göre timokinon grubunda ve serum+timokinon grubunda istatistiksel olarak anlamlı olacak şekilde azalmıştır (p=0.04 ve p=0.02, sırasıyla). Sonuçta, timokinonun tek başına uygulandığında ve serumla birlikte uygulandığında kontrol grubuna göre epitelizasyona katkı sağladığı görülmüştür; ancak tek başına timokinon uygulamasının epitelizasyna katkısı serumla birlikte uygulandığı gruba göre yüksek bulunmuştur (p<0.05). Ayrıca, timokinon tek başına uygulandığında ve serumla birlikte uygulandığında yara derinliğini kontrol grubuna göre azaltmıştır ve bu azalma istatiksel olarak anlamlı bulunmuştır (p=0.04 ve p=0.02, sırasıyla). Ancak timokinon tek başına uygulandığında ve serumla birlikte uygulandığında iki grup arasındaki yara iyileşmesi arasında istatiksel olarak anlamlı farklılık bulunamamıştır. Acute wound development is caused by both physical and chemical elements that compromise the integrity of the skin. Because of its anti-inflammatory and antioxidant characteristics, thymoquinone aids in the healing of wounds. The healing effect of thymoquinone alone, in combination with serum, or neither was examined in this thesis study using an excisional wound model. The study employed male Wistar-Albino rats weighing 200–250 grams, aged 6–8 months. In our investigation, five groups were constituted (n = 8). In the upper back region of anesthetized rats, a full thickness 3 mm circular excision wound encompassing the epidermis, dermis, and hypodermis was generated. The experimental groups received once every 3 days thymoquinone, dimetyl sulfoxide, serum, and thymoquinone+serum solution for 21 days beginning on the first day following surgery, while the control group received no treatment. Following sacrification, the morphology and wound healing were assessed histologically. In histological assessments, Hematoxylin-Eosin and Masson trichrome stains were used. Thymoquinone application resulted in a statistically significant increase in epithelialization (p<0.05) in comparison to the control group and other groups, as well as a decrease in depth (P<0.05) in the thymoquinone group relative to the control group. Additionally, thymoquinone given in conjunction with serum was demonstrated to reduce wound depth in comparison to the control group (p=0.044 and p=0.02, respectively). Therefore, compared to the control group, it was noted that thymoquinone contributed to epithelialization when applied alone and with serum; however, the group that received serum application did not contribute as much to epithelialization as the group that received thymoquinone application alone (p<0.05). As a result, it was observed that thymoquinone contributed to epithelialization when applied alone and with serum compared to the control group; however, the contribution of thymoquinone application alone to epithelialization was found to be higher than the group applied with serum (p<0.05). In addition, thymoquinone applied alone and with serum reduced the wound depth compared to the control group and this decrease was found to be statistically significant (p=0.04 and p=0.02, respectively). However, statistically unsignificant difference was found between the wound healing between the two groups when thymoquinone was applied alone and with serum.
  • Item
    Hemodiyaliz tedavisi alan hastaların pozitif ruh sağlığı, öz yönetim ve tedavi uyumu arasındaki ilişkinin incelenmesi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2024) Dilek, Sıla Senem; Ok, Elif
    Bu çalışma hemodiyaliz tedavisi alan hastalarda pozitif ruh sağlığı, öz yönetim ve tedavi uyumu arasındaki ilişkinin incelenmesi amacıyla yapılan tanımlayıcı ve ilişki arayıcı bir araştırmadır. Araştırma Ocak- Haziran 2024 tarihleri aralığında Başkent Üniversitesi Hastanesine bağlı diyaliz merkezlerinde tedavi alan 205 hasta ile gerçekleştirilmiştir. Araştırma verileri sosyodemografik bilgi formu, Pozitif Ruh Sağlığı Ölçeği, Kronik Hastalık Öz Yönetim Ölçeği ve Son Dönem Böbrek Yetmezliği Uyum Ölçeği ile toplanmıştır. Verilerin analizi; tanımlayıcı istatistikler, Student t testi ve ANOVA testi ile gerçekleştirilmiştir. İleri istatistiksel analiz için Bonferroni düzeltmesi yönteminden yararlanılmıştır. İlişki analizleri için Pearson Korelasyon analizi ve sonrasında Lineer Regresyon analizi yapılmıştır. Araştırmanın sonuçlarına göre hastaların Pozitif Ruh Sağlığı Ölçeği toplam puan ortalaması 139,66±10,30, Kronik Hastalık Öz Yönetim Ölçeği Kendini Damgalama puan ortalaması 11,97±3,02, Damgalama ile Baş Etme puan ortalaması 21,03±3,76, Sağlık Bakım Etkinliği puan ortalaması 17,40±2,98 ve Tedavi Uyumu puan ortalaması 18,52±2,22 bulunmuştur. Katılımcıların Son Dönem Böbrek Yetmezliği Uyum Ölçeği toplam puan ortalaması 965,02±108,92 olarak belirlenmiştir. Katılımcıların cinsiyet, medeni durum, eğitim durumu, çocuk varlığı ve başka kronik hastalık varlığı gibi sosyodemografik ve hastalıkla ilgili özelliklerine göre Pozitif Ruh Sağlığı, Kronik Hastalık Öz Yönetim ve Son Dönem Böbrek Yetmezliği Uyum Ölçeği puan ortalamaları arasında fark olduğu belirlenmiştir. Pozitif Ruh Sağlığı Ölçeği ile Damgalama ile Baş Etme, Sağlık Bakım Etkinliği ve Tedaviye Uyum puanları arasında pozitif yönlü ve orta düzeyde; Kendini Damgalama puanları ile negatif yönlü ve orta düzeyde ilişki bulunmuştur. Hastaların pozitif ruh sağlığı düzeyleri yükseldikçe kendini damgalama düzeyleri düşmekte; damgalama ile baş etme, sağlık bakım etkinliği ve tedaviye uyum düzeyleri yükselmektedir. Katılımcıların kronik hastalık öz yönetim düzeylerinin pozitif ruh sağlığı tarafından belirli oranlarda yordandığı saptanmıştır. Sonuç olarak hemodiyaliz tedavisi alan hastalarda pozitif ruh sağlığının kronik hastalık öz yönetimi ve tedavi uyumu üzerinde anlamlı bir etkisi olduğu belirlenmiştir. Bu sonuçlar doğrultusunda hemodiyaliz tedavisi alan hastalarda pozitif ruh sağlığını geliştirecek eğitim ve destek hizmetleri konusunda danışmanlık verilmesi önerilmektedir. This study is a descriptive and correlational research conducted to examine the relationship between positive mental health, self-management and treatment adherence in patients receiving haemodialysis treatment. The study was conducted with 205 patients receiving treatment in Ümitköy, Çiğdem and Yenikent Dialysis Centres of Başkent University Hospital between January and June 2024. The research data were collected with sociodemographic information form, Positive Mental Health Scale, Chronic Disease Self-Management Scale and End Stage Renal Failure Adjustment Scale. Data were analysed using descriptive statistics, Student t and ANOVA tests. Bonferroni correction method was used for further statistical analysis. Pearson Correlation analysis and then Linear Regression analysis were performed for relationship analyses. According to the results of the study, the mean total score of positive mental health of the patients was 139.66±10.30, the mean score of Chronic Disease Self-Management Scale Self-Stigma was 11.97±3.02, the mean score of Coping with Stigma was 21.03±3.76, the mean score of Health Care Effectiveness was 17.40±2.98 and the mean score of Treatment Compliance was 18.52±2.22. The mean score of the End Stage Renal Failure Compliance Scale was found to be 965.02±108.92. It was determined that there was a difference between the mean scores of positive mental health, chronic disease self-management and end-stage renal failure adjustment scale according to sociodemographic and disease-related characteristics of the participants such as gender, marital status, educational status, presence of children and presence of other chronic diseases. A positive and moderate relationship was found between positive mental health and coping with stigmatisation, health care effectiveness and treatment compliance scores, and a negative and moderate relationship was found with self-stigmatisation scores. As the positive mental health scores of the patients increased, self-stigmatisation scores decreased; coping with stigmatisation, health care effectiveness and treatment compliance scores increased. It was found that participants' chronic disease self-management levels were explained by positive mental health at various levels. As a result, it was determined that positive mental health had a significant effect on chronic disease self-management and treatment compliance in patients receiving haemodialysis treatment. In line with these results, it is recommended to provide counselling on training and support services to improve positive mental health in patients receiving haemodialysis treatment.
  • Item
    Farklı ekspansiyon apareylerinin ve cerrahi kesilerin maksiller ekspansiyona etkilerinin sonlu elemanlar analiziyle incelenmesi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2024) Ateş, Ece Mercan; Pamukçu, Hande
    Amaç: Ortodontide rapid maksiller ekspansiyon protokolü ile maksillada iskeletsel transversal darlığın tedavisi sağlanır, bu yöntem fizyolojik sınırı aşan bir kuvvet iletimi sayesinde midpalatal suturanın ayrımını sağlar. Erişkinlerde ekspansiyonun yan etkilerinden kaçınmak için rutinde cerrahi destekli rapid maksiller ekspansiyon (SARPE) protokolü uygulanmaktadır. Son yıllarda ise özellikle SARPE‘ye alternatif bir protokol olarak mini vida destekli rapid maksiller ekspansiyon (MARPE) protokolü uygulanmaya başlamıştır. Bu çalışmanın amacı, farklı cerrahi tekniklerin ve üç farklı ekspansiyon apareyinin yetişkinlerde maksiller ekspansiyon üzerindeki etkisini, maksillada yer değiştirme ve çevre yapılar üzerindeki strese odaklanarak sonlu elemanlar analizi (FEA) kullanarak değerlendirmektir. Gereç ve yöntem: ANSYS yazılımı kullanılarak; MARPE, SARPE‘de uygulanan farklı cerrahi yaklaşımlar ve üç farklı ekspansiyon apareyini karşılaştırmak için yedi FEA modeli oluşturulmuştur. Model I, cerrahi yapılmadan mini vidalar ile sadece kemikten destek alan MARPE ekspansiyon apareyidir. Model II, Model III ve Model IV, pterygomaksiller sutura (PMS) ayrımı yapılmadan oluşturalan SARPE modelleridir. Model V, Model VI ve Model VII ise PMS ayrımı olan SARPE modelleridir. Bulgular: PMS ayrımı olmayan modellerde, ikinci molar dişten santral kesici dişe doğru z ekseni boyunca yer değiştirmede bir artış görülürken, PMS ayrımı olan modellerde tüm dişlerde eşit miktarda yer değiştirme bulunmuştur. Tüm modellerde, z ekseni boyunca yer değiştirme miktarı medial pterygoid çıkıntıda lateral pterygoid çıkıntıya göre daha fazla olmuştur. Stres analizine göre en yüksek stres, Model I‘de gözlenmiştir. Sonuç: MARPE modelinin mini vida bölgesinde stres değerleri belirgin bir şekilde daha yüksektir. Çeşitli ekspansiyon apareyi tasarımları, PMS ayrımı yapılan SARPE modellerinde birbirine çok yakın ve sıfıra yakın stres seviyeleri göstermiştir. MARPE modeli maksillada transversal ve yukarı doğru bir rotasyon göstermiştir. PMS ayrımı yapılmayan SARPE modellerinde, maksillada ‗V‘ şeklinde bir ekspansiyon modeli gözlenmiştir. Bunun aksine, PMS ayrımı yapılan modellerde maksillada paralel bir ekspansiyon modeli gözlenmiştir. Objective: In orthodontics, the rapid maxillary expansion protocol is used to treat skeletal transversal stenosis of the maxilla, which allows the separation of the midpalatal suture by means of a force transmission that exceeds the physiological limit. In adults, the surgically assisted rapid maxillary expansion (SARPE) protocol is routinely used to avoid the side effects of expansion. In recent years, the miniscrew-assisted rapid maxillary expansion (MARPE) protocol has been used as an alternative protocol to SARPE. The aim of this study was to evaluate the effects of different surgical techniques and three different expansion appliances on maxillary expansion in adults using finite element analysis (FEA), focusing on maxillary displacement and stress on surrounding structures. Materials and methods: Seven models were created using ANSYS software to compare different surgical approaches to MARPE, SARPE, and three different expansion appliances. Model I is the MARPE expansion appliance, which is supported with miniscrews without surgical assitance. Model II, Model III and Model IV are SARPE models without pterygomaxillary suture (PMS) separation. Model V, Model VI and Model VII are SARPE models with PMS separation. Results: In the models without PMS separation, there was an increase in displacement along the z-axis from the second molar to the central incisor, whereas in the models with PMS separation, an equal amount of displacement was found in all teeth. In all models, the amount of displacement along the z-axis was greater in the medial pterygoid process than in the lateral pterygoid process. According to the stress analysis, the highest stress was observed in Model I. Conclusion: The stress values were significantly higher in the miniscrew region of the MARPE model. The various appliance designs showed near zero stress levels in the PMS separated SARPE models. The MARPE model showed a transversal and upward rotation of the maxilla. In SARPE models without PMS seperation, a 'V' shaped expansion pattern was observed in the maxilla. In contrast, a parallel expansion pattern in the maxilla was observed in the models with PMS separation.
  • Item
    Hemşirelerde profesyonel sağlamlık ve öz-bakım düzeylerinin profesyonel yaşam kalitesine etkisinin incelenmesi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2024) Karaer, Hülya; Akgün Çıtak, Ebru
    Çalışma hemşirelerde profesyonel sağlamlık ve öz-bakım düzeylerinin profesyonel yaşam kaliteleri üzerine etkisinin incelenmesi amacıyla yapılan tanımlayıcı özellikte kesitsel bir araştırmadır. Araştırma Aralık 2023- Haziran 2024 tarihleri arasında bir vakıf ve bir devlet üniversitesi hastanesinde çalışan, katılmayı kabul eden 524 hemşire ile gerçekleştirilmiştir. Araştırma verileri, Hemşireler İçin Tanımlayıcı Bilgi Formu, Skovholt Profesyonel Sağlamlık ve Öz-bakım Envanteri (SPSE) ve Çalışan Yaşam Kalitesi Ölçeği (ÇYKÖ) ile toplanmıştır. Verilerin analizi için tanımlayıcı istatistikler, Student t ve ANOVA testi, ileri istatistiksel analiz için Bonferroni düzeltmesi yöntemi kullanılmıştır. İlişki analizleri için Pearson Korelasyon analizi ve sonrasında Lineer Regresyon analizi yapılmıştır. Çalışmanın sonuçlarına göre; hemşirelerin SPSE düzeylerinin ortalamanın üzerinde olduğu, sosyodemografik ve mesleki özellikler ile karşılaştırıldığında gelir durumu, ruhsal ve fiziksel sağlık algıları, mesleği seçme durumu, çalışma şekli, memnuniyet düzeyleri ile SPSE ölçek puanı arasındaki istatistiksel farkın anlamlı olduğu belirlenmiştir (p<0.05). Katılımcıların ÇYKÖ ölçek puan ortalamalarına göre; mesleki tatmin puan ortalaması düşük, tükenmişlik puan ortalamasının orta, merhamet yoğunluğu puan ortalaması ise yüksek bulunmuştur (p<0.05). SPSE tüm alt boyut ve toplam puan ortalamaları ile mesleki tatmin arasında pozitif yönlü ve orta düzeyde, tükenmişlik ile arasında negatif yönlü ve orta düzeyde anlamlı ilişki, merhamet yorgunluğu ile arasında negatif yönlü ve zayıf düzeyde anlamlı ilişki olduğu tespit edilmiştir (p<0.05). Hemşirelerin profesyonel sağlamlık düzeyleri arttıkça mesleki tatmin düzeylerinin arttığı, tükenmişlik ve merhamet yorgunluğu düzeylerinin azaldığı saptanmıştır. Araştırma sonuçları doğrultusunda; öz-bakım ve profesyonel sağlamlık ile ilgili farkındalık oluşturulması, hemşirlerin mesleki memnuniytetlerinin artırılıması, psikiyatri hemşirerleri konsültan liyezon hemşireliği kapsamında meslektaşlarına danışmanlık yapmaları önerilmiştir. The study is a descriptive cross-sectional study conducted to examine the effect of professional resilience and self-care levels on professional quality of life in nurses. The study was conducted between December 2023 and June 2024 with 524 nurses working in a foundation and a state university hospital who agreed to participate. The research data were collected with the Descriptive Information Form for Nurses, Skovholt Professional Resilience and Self-Care Inventory (SPSI) and Employee Quality of Life Scale (EQLS). Descriptive statistics, Student t and ANOVA tests were used for data analysis and Bonferroni correction method was used for further statistical analysis. Pearson Correlation analysis and then Linear Regression analysis were used for relationship analyses. According to the results of the study, it was determined that the SPSE levels of the nurses were above the average, and the statistical difference between the income status, mental and physical health perceptions, status of choosing the profession, working style, satisfaction levels and SPSE scale score was significant when compared with sociodemographic and occupational characteristics (p<0.05). According to the mean scores of the participants on the SPSE scale; the mean score of professional satisfaction was found to be low, the mean score of burnout was found to be medium, and the mean score of compassion intensity was found to be high (p<0.05). It was determined that there was a positive and moderately significant relationship between SPSE all subscale and total mean scores and professional satisfaction, a negative and moderately significant relationship with burnout, and a negative and weakly significant relationship with compassion fatigue (p<0.05). It was found that as the professional resilience levels of the nurses increased, their professional satisfaction levels increased, burnout and compassion fatigue levels decreased. In line with the results of the study, it was recommended that awareness should be raised about self-care and professional resilience, professional satisfaction of nurses should be increased, and psychiatric nurses should provide counselling to their colleagues within the scope of consultant liaison nursing.
  • Item
    Differences in Anchoring Effect on Willingness-to-Pay in the context of Decision-Making Styles
    (Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2024) Soysal, Ümmügülsüm; Doğutepe, Elvin
    Decision-making constitutes a significant aspect of human behavior. A variety of biases affect human judgment, with the anchoring effect being a significant one, where individuals tend to lean their judgment towards a value initially presented, known as the anchor. The aim of this study is to explore how anchors influence economic behavior and specifically, on consumer valuations (Willingness-to-Pay) across different types of anchors and levels of product familiarity. Another key aim is to examine how individual differences in decision-making styles are related to WTP. The sample of the study consists of adults between the ages of 18-30. After getting confirmation of participation to attend this study, they proceeded to access the anchor paradigm in an online platform. They were then randomly assigned in equal numbers to one of the four groups manipulated, with both relevance and level of the anchor as the between-subject variables, and familiarity as the within-subject variable. Then, they completed the Decision-Making Styles Scale, and Demographic Information Form, respectively. A combined approach of experimental and correlational methods was utilized to investigate variables related to WTP. The results indicated that higher levels of anchoring significantly increased the WTP for various consumer goods. Furthermore, participants in the higher irrelevancy condition stated significantly higher WTP than those exposed to relevant information. The results also indicated that higher levels of familiarity significantly increased the WTP. Contrary to expectations, analysis of the correlations between decision-making styles and WTP revealed no significant correlation. These findings have been discussed in the context of the relevant literature. Karar verme, insan davranışının önemli bir yönünü oluşturmaktadır. Çeşitli yanlılıklar insan kararlarını etkilemekte olup, bireylerin kararlarını başlangıçta sunulan ve çıpa olarak bilinen bir değere doğru yönlendirme eğiliminde oldukları çıpalama etkisi; bu yanlılıklar arasında önemli olanlardan biridir. Bu çalışmanın amacı, çıpaların ekonomik davranışı nasıl etkilediğini göstermektir. Özellikle, farklı çıpa türleri ve ürün aşinalık düzeylerinin tüketici değerlemeleri (Ödeme İstekliliği) üzerindeki çıpa etkisinin gücünü araştırmaktır. Bir diğer temel amaç ise, bireysel farklılıkların ödeme istekliliği ile ilişkisini ortaya koymaktır. Yaşları 18 ve 30 arasında değişen toplam 308 katılımcının verileri değerlendirilmiştir. Bu çalışmaya katılmak için katılım onayı alındıktan sonra online bir platformda çıpa paradigmasına erişmişlerdir. Daha sonra, çıpanın alaka düzeyi ve de seviyesinin denekler arası değişken, aşinalığın denek içi değişken olarak dizayn edildiği dört deneysel gruptan birine eşit sayıda rastgele atanmışlardır. Daha sonra sırasıyla Karar Verme Stilleri Ölçeğini ve Demografik Bilgi Formunu doldurmuşlardır. Ödeme istekliliği ile ilgili değişkenleri araştırmak için deneysel ve korelasyonel yöntemlerinin birleştirilmiş bir yaklaşımı kullanılmıştır. Sonuçlar, daha yüksek düzeydeki çıpanın çeşitli tüketim malları için Ödeme İstekliliğini anlamlı bir şekilde artırdığını göstermiştir. Ayrıca, alakasız bilgiye maruz kalan katılımcıların, daha yüksek alaka düzeyine maruz kalan katılımcılara göre anlamlı olarak daha yüksek Ödeme İstekliliği belirttikleri bulundu. Sonuçlar ayrıca, daha yüksek düzeydeki aşinalığın Ödeme İstekliliğini anlamlı bir şekilde artırdığını gösterdi. Beklenenin aksine, karar verme stilleri ile Ödeme İstekliliği arasında anlamlı bir korelasyon ortaya çıkmamıştır. Bulgular ilgili literatür bağlamında tartışılmıştır.
  • Item
    Termik santraller üzerine sosyolojik bir araştırma: Zonguldak ili kilimli ilçesi örneği
    (Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2024) Dönmez, Didem Aslı
    Elektrik enerjisi, modern toplumların vazgeçilmez bir parçasıdır ve evlerden endüstrilere, ulaşım sistemlerinden sağlık hizmetlerine kadar geniş bir yelpazede kullanılmaktadır. Bu enerji türü, bireylerin yaşamının pek çok yönünü kolaylaştırmaktadır. Elektrik enerjisinin temini için kullanılan kaynaklar arasında kömür, doğal gaz, nükleer enerji, güneş ve rüzgar gibi çeşitli enerji kaynakları bulunmaktadır. Fosil yakıtlarla çalışan termik santraller, özellikle kömür ve doğal gaz tüketenler, elektrik enerjisinin önemli bir kaynağını oluşturmaktadır. Ancak, bu santrallerin kurulması ve işletilmesinin, çevresel etkilerinin yanı sıra kurulduğu bölgede yaşayan bireylerin yaşamında çeşitli değişimleri meydana getirdiği düşünülmektedir. Bu araştırma, Zonguldak ili Kilimli ilçesi Muslu ve Çatalağzı beldelerinde yer alan termik santrallerin, bireylerin yaşamlarında meydana getirdiği değişimleri derinlemesine anlamayı hedeflemektedir. Termik santraller, elektrik enerjisi üretimi sağlayarak toplumların enerji ihtiyacını büyük ölçüde karşılamakta ve bu açıdan önemli bir rol oynamaktadır. Sanayi tesisleri gibi termik santrallerin de kurulduğu bölgelerde yaşayanların yaşam deneyimlerini ve düşüncelerini anlamak önem taşımaktadır. Bu araştırma, termik santrallerin kurulduğu Zonguldak ili Kilimli ilçesi Muslu ve Çatalağzı beldelerinde yaşayan bireylerin deneyimlerini ve düşüncelerini anlamak üzere nitel araştırma yöntemleri kullanılarak yürütülmüştür. Araştırmanın verileri, nitel veri toplama teknikleri olan derinlemesine görüşmeler, odak grup görüşmeleri ve katılımsız gözlemler gibi kullanılarak elde edilmiştir. Elde edilen veriler transkript edilerek temellendirilmiş kuramın (grounded theory) aşamaları olan açık, eksenel ve seçici kodlama teknikleri kullanılarak analiz edilmiştir. Açık kodlama sürecinde, araştırma verileri detaylı bir şekilde incelenerek çeşitli kavramlar ve temalar tanımlamış ve kodlanmıştır. Eksenel kodlama aşamasında ise belirlenen kodlar daha spesifik alt kategorilere ayrılarak derinlemesine analiz edilmiştir. Son olarak, seçici kodlama süreciyle, veri setinde belirlenen kodlar altında toplanan kategoriler ile birlikte “yıpranma” çekirdek kavramı elde edilmiştir. Araştırma kapsamında, araştırmanın sahası olan Zonguldak ili, Kilimli ilçesi Çatalağzı ve Muslu beldelerinde, termik santrallerin bulunduğu ve dolayısıyla bu tür enerji üretim tesislerinin bireylerin yaşamının bir parçası olan sosyal ve ekonomik alanlar üzerindeki getirdiği değişimlerin yoğun olarak hissedildiği bölgeler olduğu sonucuna varılmıştır. Bu bağlamda, bölge sakinlerinin termik santrallerin inşası ve işletilmesi sürecinde yaşadıkları deneyimler ve termik santraller hakkındaki düşünceleri, bu tesislerin çevresel değişimlerinin yanı sıra bireylerin yaşamlarında meydana getirdiği kültürel değerlerde, ekonomik yapıda ve bireylerin oluşturduğu sosyal yapılar gibi unsurlarda çeşitli değişimlerin olduğu sonucunu ortaya çıkarmıştır.Electrical energy is an indispensable part of modern societies and is used in a wide range of applications from households to industries, from transport systems to healthcare. This type of energy facilitates many aspects of individuals’ lives. The sources used for the supply of electrical energy include various energy sources such as coal, natural gas, nuclear energy, solar and wind. Thermal power plants operating on fossil fuels, especially those consuming coal and natural gas, constitute an important source of electrical energy. However, it is thought that the establishment and operation of these power plants cause various changes in the lives of individuals living in the region where they are established as well as their environmental impacts. This research aims to understand in depth the changes in the lives of individuals caused by thermal power plants located in Muslu and Çatalağzı towns of Kilimli district of Zonguldak province. Thermal power plants meet the energy needs of societies to a great extent by providing electrical energy production and play an important role in this respect. It is important to understand the life experiences and thoughts of the people living in the regions where thermal power plants are established, such as industrial plants. This study was conducted using qualitative research methods to understand the experiences and thoughts of individuals living in Muslu and Çatalağzı towns of Kilimli district of Zonguldak province, where thermal power plants are established. The data of the research were obtained by using qualitative data collection techniques such as in-depth interviews, focus group discussions and unattended observations. The data obtained were transcribed and analysed using open, axial and selective coding techniques, which are the stages of grounded theory. In the open coding process, the research data were analysed in detail and various concepts and themes were defined and coded. In the axial coding stage, the codes were divided into more specific subcategories and analysed in depth. Finally, with the selective coding process, the core concept of ‘attrition’ was obtained together with the categories collected under the codes determined in the data set. Within the scope of the research, it has been concluded that there are thermal power plants in Çatalağzı and Muslu towns of Kilimli district of Zonguldak province, which is the field of the research, and therefore, the changes brought by such energy production facilities on social and economic areas, which are a part of individuals’ lives, are intensely felt. In this context, the experiences of the inhabitants of the region during the construction and operation of thermal power plants and their thoughts about thermal power plants have revealed that in addition to the environmental changes of these facilities, there are various changes in the cultural values, economic structure and social structures formed by individuals.
  • Item
    Giacomo Puccini’nin la fancuilla del west operasının incelenmesi
    (Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2024) Atar, Hüseyin Yiğitcan; Turan, Mahmut Kamerhan; Sırma, Çiğdem Sema
    Bu çalışma, Giacomo Puccini’nin La Fanciulla del West operasına ilişkin müzikal stil ve yorumculuk özellikleri ile David Belasco’nun sahneleme, oyunculuk teknik ve yöntemlerinin incelenmesi amacı ile yapılmıştır. Nitel araştırma yöntemi ile yapılan bu çalışmada, ilgili yazın için gerekli doküman taramaları yapılmıştır. Elde edilen dokümanlar ışığında; Puccini, Belasco ve La Fanciulla del West operası hakkında amaçlanan incelemeler yapılmış; bu incelemelerin geçerliği ve güvenirliğine yönelik iki farklı alan uzmanından onay alınmıştır. Konu bakımından dünyanın ilk ve tek ‘Western’ operası olan bu eser, Amerikan tiyatro rejisörü David Belasco’nun 20. yüzyıl modern dönemde yazdığı ve sahnelediği Amerikan yöreseli The Girl of the Golden West tiyatrosundan uyarlanmıştır. Puccini’nin bestelediği La Fanciulla del West operasına ilişkin müzikal stil ve yorumculuk özellikleri ile Belasco’nun sahneleme, oyunculuk teknik ve yöntemleri arasında sanatsal bir bağ kurulmuş ve opera eseri; karakter, öyküsel, müzikal ve metinsel olarak incelenmiştir. Puccini, Belasco’nun tiyatrosunda vurguladığı Amerikan yöreselliğine, konu akışına büyük özen göstermiş ve müzikal yönden inandırıcılığı desteklemek amacı ile bazı ön çalışmalar gerçekleştirmiştir. Bu ön çalışmalar esnasında Puccini, 1900’lü yıllarda Amerika kıtasında popüler olan birçok müzikal kaynağı incelemiştir. Başta Claude Debussy olmak üzere, etkilendiği bazı empresyonist bestecilerin müzikal fikirlerinden yola çıkarak 20. yüzyıl modern dönem dinleyicisinin de beklentilerini göz önünde bulunduran Puccini, La Fanciulla del West operasında büyük oranda yer verdiği Amerikan yöresine ait müzikal melodiler, Latin ritimleri, salon caz müziklerini andıran akor tınıları ile esere müzikal anlamda egzotiklik kazandırdığı ve dünyaca ünlü klasik opera eserleri arasında müzikal yönden apayrı bir fark yarattığı sonucuna varılmıştır. This study was conducted to examine the musical style and interpretation features of Giacomo Puccini's opera La Fanciulla del West and David Belasco's staging, acting techniques and methods. In this study conducted with qualitative research method, necessary document scans were made for the relevant literature. In the light of the documents obtained; Purposeful reviews have been made about Puccini, Belasco and the opera La Fanciulla del West; Approval was received from two different field experts for the validity and reliability of these examinations. This work, which is the world's first and only 'Western' opera in terms of subject matter, is adapted from the American vernacular play The Girl of the Golden West, written and staged by American theater director David Belasco in the 20th century modern period. Belasco's musical style and interpretation of the opera La Fanciulla del West composed by Puccini; An artistic connection was established between staging, acting techniques and methods, and the opera work; The characters were examined narratively, musically and textually. Puccini paid great attention to the American vernacular and the flow of the subject, which Belasco emphasized in his theatre, and carried out some preliminary studies in order to support musical credibility. During these preliminary studies, Puccini examined many musical sources popular in the American continent in the 1900s. Based on the musical ideas of some of the impressionist composers he was influenced by, especially Claude Debussy, and taking into account the expectations of the 20th century modern audience, Puccini used musical melodies from the American region, Latin rhythms, and chords reminiscent of lounge jazz music, which he largely included in his opera La Fanciulla del West. It has been concluded that it adds musical exoticism to the work with its tones and creates a completely different musical difference among world-famous classical opera works
  • Item
    Aracı kurumların performans analizi-bist firmalarında bir uygulama
    (Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2024) Sarıçam, İrem; Erben Yavuz, Asuman
    Sermaye piyasası kurumları, sürekli denetim altında tutulması gereken yatırımcıya güven ve kurumsal hizmet sunmak daimî görevi olan kurumlardır. Bu tez çalışması, Türkiye’deki aracı kurumların finansal performanslarının 2015-2022 yılları arasında nasıl değiştiğini ve sektördeki rekabetçi konumlarını nasıl etkilediğini detaylı bir şekilde incelemiştir. Çalışma, Gedik Yatırım, Global Yatırım, INFO Yatırım, İş Yatırım, Osmanlı Yatırım, Oyak Yatırım ve Tera Yatırım gibi önde gelen aracı kurumların bilanço verilerini kullanarak, her bir kurumun varlık, borç, dönen varlık, esas faaliyet karı ve net dönem karı gibi finansal göstergeler üzerinden performans değerlendirmesi yapmıştır. Analizler, aracı kurumların zaman içindeki performans trendlerini ve özellikle 2020 yılından sonra yaşanan ekonomik değişimlerin bu kurumlar üzerindeki etkilerini göstermiştir. Örneğin, Gedik Yatırım ve Oyak Yatırım gibi bazı kurumlar, dönen varlık ve net dönem karlarında önemli artışlar gösterirken, Global Yatırım operasyonel dönüşüm süreçlerinin başarısını finansal iyileşme ile taçlandırmıştır. Tez ayrıca, aracı kurumların rekabetçi avantajlarını artırmak ve piyasada sürdürülebilir başarı sağlamak için teknolojik adaptasyon, müşteri ilişkileri yönetimi ve iç süreç optimizasyonu gibi alanlarda yatırımlar yapmalarının önemini vurgulamıştır. Bu stratejik yatırımlar, aracı kurumların piyasa adaptasyonunu ve operasyonel verimliliklerini artırarak, daha geniş finansal başarı ve istikrar elde etmelerine olanak tanımaktadır. Sonuç olarak, bu tez, aracı kurumların performansını etkileyen temel faktörleri ve stratejik yönetim kararlarını belirlerken, sektördeki dinamiklere ve ekonomik koşullara duyarlı bir şekilde nasıl uyum sağlamaları gerektiğini ortaya koymuştur. Söz konusu bilgiler, sektördeki diğer kurumların performans analizi için de örnek alınabilir nitelik taşımaktadır. Capital market institutions are entities that must continuously be under supervision to provide investor confidence and institutional services as their perpetual duty. This thesis has examined in detail how the financial performances of intermediary institutions in Turkey have changed between the years 2015-2022 and how this has affected their competitive positions in the industry. The study has utilized balance sheet data from leading brokerage firms such as Gedik Investment, Global Investment, INFO Investment, İş Investment, Ottoman Investment, Oyak Investment, and Tera Investment, conducting a performance evaluation based on financial indicators like assets, liabilities, current assets, core operating profits, and net period profits. The analyses have demonstrated the performance trends of brokerage firms over time and, in particular, the impacts of economic changes post-2020 on these institutions. For instance, some firms like Gedik Investment and Oyak Investment have shown significant increases in current assets and net period profits, while Global Investment has crowned the success of its operational transformation processes with financial recovery. Furthermore, the thesis has emphasized the importance of investments in areas such as technological adaptation, customer relationship management, and internal process optimization to enhance the competitive advantages of brokerage firms and achieve sustainable success in the market. These strategic investments have enabled brokerage firms to increase their market adaptation and operational efficiencies, thereby achieving broader financial success and stability. In conclusion, this thesis has identified the fundamental factors affecting the performance of brokerage firms and how they need to adapt sensitively to the dynamics of the industry and economic conditions. This information serves as a guide for other institutions in the sector, exemplifying how they too can achieve similar successes.
  • Item
    19. Yüzyılda İzmir’de gündelik hayat ve kentsel mekânın üretimi: Frenk sokağı
    (Başkent Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, 2025)
    Doğu Akdeniz’den Asya’ya açılan bir kapı niteliği taşıyan İzmir, yüzyıllar boyunca değişen ticaret ağları ile Osmanlı İmparatorluğu ve Akdeniz’in önemli ticaret merkezi haline gelmiştir. 15. yüzyıl ve 16. yüzyıl boyunca küçük bir yerli liman olan İzmir, 17. yüzyılda ticarete bağlı olarak gelişmeye başlamıştır. Özellikle 19. yüzyılda hem Osmanlı kentleri hem de diğer Akdeniz liman kentleri arasında toplumsal yapısı ve kentsel gelişimiyle öne çıkmıştır. Deniz ticaretinin dışında 19. yüzyılda kara ve demiryolu bağlantılarıyla da Doğu Akdeniz ve Ege ticaret yollarında kilit noktası olmuştur. İzmir’in tarihsel süreçte üstlendiği liman kenti kimliği ise, ekonomik canlılığının artışına ve buna bağlı olarak şehrin demografik yapısını da doğrudan etkilemiştir. Kente farklı coğrafyalardan göçler gerçekleşmiş, bu durum nüfusun ve gündelik hayatın çeşitlenmesine zemin hazırlamıştır. Frenk, Rum, Türk, Yahudi ve Ermeni toplulukların bulunduğu kent, bu çok kültürlü yapısıyla kozmopolit bir karakter kazanmış; söz konusu toplulukların gündelik hayat ihtiyaçları ve sosyal gereksinimleri doğrultusunda tiyatrolar, kafeler, birahaneler ve kulüpler gibi çeşitlenen mekânlar, kent yaşamını hem işlevsel hem de sosyal açıdan renklendirmiştir. İzmir’de gündelik yaşamın, ticaretin ve sosyal etkileşimin odak noktalarından biri olan Frenk Sokağı ise, Batılı yaşam tarzı ile çok kültürlü yapının izlerini taşımaktadır. Bu özellikleriyle Frenk Sokağı, 19. yüzyıl ve öncesinde kent dokusunda ayrışan ve mekânsal olarak gelişen önemli bir kentsel mekândır. Çeşitli işlevlere sahip yapılarla çevrili olan bu sokak, yalnızca alışverişin değil, farklı topluluklar arasında etkileşim alanı olmuştur. Tarihsel süreçte etkilendiği fiziksel yıkımlara rağmen, 20. yüzyılın başlarına kadar şehrin hem gündelik hayatta hem de ticari açıdan önemli kentsel mekânlarından biri olma niteliğini sürdürmüştür. 19. yüzyıl öncesinden başlayarak Cumhuriyet’in ilanına kadar uzanan dönemde İzmir’in önemli kentsel mekânlarından biri olan Frenk Sokağı üzerinden kentin mekânsal dönüşümünü ve gündelik yaşam pratiklerini incelemeyi amaçlayan bu tez çalışması, aynı zamanda kentin sosyal yapısını ve çok kültürlü kimliğini bu sokağın geçirdiği değişimler üzerinden irdelemektedir. Ayrıca çalışma, 19. yüzyıl İzmir’inde gündelik ve eğlence hayatını çoğunlukla Kordon boyu üzerinden ele alan mevcut araştırmalardan farklı olarak hem mekânsal odağı hem de ele aldığı tarihsel dönem itibariyle Frenk Sokağı’na odaklanarak özgün bir bakış açısı sunmaktadır. Bu kapsamda, Frenk Sokağı’nın tarihsel süreçte mekânsal dönüşümünü analiz edebilmek amacıyla döneme ait kent haritaları ve planları kronolojik bir yaklaşımla analiz edilmiş; ticaret rehberleri, reklam broşürleri, kartpostallar ve gazete ilanları gibi çeşitli kaynaklardan yararlanılmıştır. Çalışmanın sonucunda, elde edilen bulgular doğrultusunda, Frenk Sokağı’nın fiziksel yapısında, işlevsel çeşitliliğinde ve gündelik hayatın etkileşim alanlarında yüzyıllar içerisindeki meydana gelen değişim; çevresindeki kent dokusu ve diğer kentsel mekânlarla birlikte bütüncül bir şekilde değerlendirilmiştir. İzmir, located as a gateway from the Eastern Mediterranean to Asia, has historically become an important commercial center through its evolving trade networks, both within the Ottoman Empire and across the Mediterranean. During the 15th and 16th centuries, İzmir remained a small local port; however, it began to grow in the 17th century as trade activities expanded. Especially in the 19th century, the city distinguished itself among Ottoman towns and other Mediterranean ports with its urban development and social structure. In the 19th century, İzmir’s strengthening railway and overland connections, in addition to maritime trade, turned the city into a key node on the Eastern Mediterranean and Aegean trade routes. Its long-standing identity as a port city significantly contributed to the increase in its economic vitality and directly impacted its demographic structure. Migrations from different regions diversified the city's population and enriched its daily life. The presence of Frank, Greek, Turkish, Jewish, and Armenian communities endowed İzmir with a cosmopolitan character; the social and cultural needs of these groups led to the emergence of diverse spaces such as theaters, cafés, beer halls, and clubs, which collectively enriched urban life both functionally and socially. Frank Street, one of the main centers of daily life, trade, and social interaction in İzmir, emerged as a space where Western lifestyles and multicultural elements coexisted. Surrounded by buildings serving multiple functions, the street was not only a commercial hub but also an urban space, where different communities encountered. Despite physical destructions over time, the Frank Street maintained its significance as one of İzmir’s prominent urban spaces well into the early 20th century. This thesis aims to examine İzmir’s spatial transformation and everyday life practices through the case study of Frank Street, a key urban space from the pre-19th century period until the proclamation of the Republic. It also evaluates the transformations of the street in relation to the city's social structure and multicultural identity. Whereas existing research often focuses on leisure and everyday life in 19th-century İzmir by concentrating on the Kordon promenade, this study focused on Frank Street within a wider temporal frame. In this context, historical maps and urban plans were chronologically analyzed to trace the spatial development of the street. Moreover, a variety of sources such as trade guides, yearbooks, advertisement brochures, postcards, and newspaper advertisements were used. Based on the findings, the changes in the physical structure, functional diversity, and areas of social interaction on Frank Street are evaluated in a comprehensive way, together with the surrounding urban fabric and other spatial components.