Tıp Fakültesi / Faculty of Medicine
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11727/1403
Browse
Item Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi acil tıp kliniğe covid-19 ön tanısıyla başvuran hastaların klinik, demografik, radyografik ve laboratuvar özelliklerinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2021) Özek, Sevil; Muratoglu, MuratAmaç: 2019 Aralık ayından bu yana ülkemizin ve tüm dünyanın mücadele etmeye devam ettiği COVID-19’un halen kesinliğe kavuşmamış bazı yönlerine ışık tutarak literatüre katkı sağlamak amacıyla yaptığımız bu çalışmamızda, COVID-19 şüpheli olgularda hastalığı tanımlayıcı klinik, demografik, radyolojik ve laboratuvar özelliklerin neler olduğunu göstermeyi, hastalık prognozuna etki eden faktörleri belirlemeyi hedefledik. Gereç ve yöntem: Retrospektif, kesitsel, hastane tabanlı tek merkezli olarak tasarlanan çalışmamıza, Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi Erişkin Acil Servisi’ne 11 Mart 2020 ile 31 Ağustos 2020 tarihleri arasında başvuran 18 yaş ve üstü, gelişinde COVID-19 şüpheli olgu olarak değerlendirilerek dahil edilme kriterlerini karşılayan 1277 hasta dahil edildi. Tüm hastaların demografik verileri, başvuru anındaki vital ve klinik bulguları, uygulanan laboratuvar tetkiklerinin sonuçları, RT-PCR sürüntü örneklerinin neticeleri, bilgisayarlı tomografi sonuçları, aldıkları tedaviler, başvuru anında mevcut yakınmalarının süresi, hastane yatışı gerçekleştiyse hospitalizasyon süreleri, tedavi modaliteleri bilgileri, morbidite ve mortaliteleri hazırlanan veri formlarına kaydedildi. Süreler gün formatında kayıt altına alındı ve primer sonlanım 30 günlük mortalite olarak belirlendi. İstatistiksel değerlendirmeler için SPSS v25.0 paket programı kullanıldı. Bulgular: COVID-19 ön tanısıyla dahil edilen 1277 hastadan 259’unun (%23,4) acil serviste COVID-19 tanısı aldığı görüldü. COVID-19 tanılı hastaların %56,9’u erkek, %43,1 kadındı (p=0,004). YBÜ ve IMV ihtiyacı kadınlarda daha yüksek iken (p<0,001), cinsiyet ve sağkalım arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki yoktu (p=0,158). Yaş ortalaması 54,32±20,177 olarak tespit edildi. Hastalar yaş gruplarına kategorize edildiğinde 65 yaş ve üzerinde mortalite ve komorbiditeler daha sıktı (p<0,001). En sık görülen komorbiditeler sırasıyla HT (%20,3), AF (%11,6) ve DM (%11) olarak kaydedildi. Dahil edilen hasta grubunda şüpheli maruziyet öyküsü bulunan 207 hastanın %40,6’sının son tanısı COVID-19 idi. En sık görülen semptom ateş iken (%44,7), takiben halsizlik (%43,1) ve öksürük (%36,6) görüldü. Nefes darlığının varlığı, daha yüksek YBÜ yatış ihtiyacıyla ilişkiliydi. Aktif sigara kullanan hastaların yarısından fazlasında (%56,6) toraks BT’de infiltrasyon vardı (p=0,03). İnfiltrasyonu olan hastaların başvuru anındaki sPO2 değerleri daha düşük, dakika solunum sayıları daha yüksek saptanırken, BT bulgusu varlığı, trombositopeni, lenfositopeni, yüksek platelet/lenfosit oranları, nötrofili, yüksek CRP, Ddimer, LDH ve AST, bozulmuş böbrek fonksiyon testleri ve yüksek laktat ile ilişkiliydi (sırasıyla p<0,001; p<0,001; p=0,002; p=0,01; p<0,001; p<0,001; p<0,001; p<0,001 p<0,001; ve p<0,001). Hastaların %70,1’inde başvuru anında çekilen BT’lerde infiltrasyon vardı. Başvuruda bakılan PCR testi negatif olup (n=666, %80,2), BT görüntülemesinde şüpheli pnömoni lehine bulgusu olan hastaların (n=251, %37,7) %27,9’unda (n=70) son tanının COVID-19 olduğu görüldü. Primer sonlanım son tanısı COVID-19 olan hastalarda, COVID-19 dışı bir tanı alan gruptakine kıyasla daha yüksekti (%13,6’ya %8,1 ; p<0,001). Sonuç: Hastalığın tanımlayıcı özelliklerini ve prognozunu etkileyen faktörleri bilmek, halen yıkıcı sonuçlarını görmeye devam ettiğimiz COVID-19 ile mücadelede anahtar rol oynamaktadır. İleri yaş, sigara kullanımı, şüpheli maruziyet, erkek cinsiyet, özelikle HT olmak üzere daha fazla komorbidite varlığı, başvuruda nefes darlığı, takipne ve saturasyon düşüklüğü olması, yüksek CRP, LDH, d-dimer ve hs-troponin değerleri, yüksek platelet/lenfosit oranı, lenfositopeni, trombositopeni ve laktat yüksekliğinin hastalıkla ve prognozu ile ilişkili olduğunu gösteren çalışmamızın, özellikle RT-PCR sürüntü testlerinin yanlış negatiflik oranı da göz önünde bulundurulduğunda, semptomatolojisi ile pek çok hastalıkla ayırıcı tanıya girmekte olan COVID-19’un acil servislerde daha hızlı tanınmasını, izolasyon ve tedavi algoritmalarının klinisyenlerce erken aktive edilmesini sağlayabileceğini düşünmekteyiz. Objective: In this study, in order to contribute to the literature by shedding light on some aspects of COVID-19, which our country and the whole world have been struggling with since December 2019, we examined the clinical, demographic, radiological, laboratory features and the factors that affect the prognosis of the disease in suspected COVID-19 cases. Materials and methods: In our retrospective, cross-sectional, hospital-based single-center study, 1277 patients aged 18 years and over who applied to Başkent University Ankara Hospital Adult Emergency Service between March 11, 2020 and August 31, 2020 and who met the criteria for COVID-19 suspected cases on arrival were included. Demographic data of all patients, vital and clinical findings at the time of admission, results of laboratory tests performed, results of RT-PCR swab samples, computed tomography results, treatments they received, duration of current complaints at the time of admission, hospitalization durations, treatment modalities information, morbidity and mortality information were recorded in the prepared data forms. Durations were recorded in day format and the primary outcome was 30-day mortality. SPSS v25.0 package program was used for statistical evaluations. Results: It was observed that 259 (23.4%) of 1277 patients included with the pre-diagnosis of COVID-19 were diagnosed with COVID-19 in the emergency department. 56.9% of the patients diagnosed with COVID-19 were male and 43.1% female (p = 0.004). While the need for ICU and IMV was higher in women (p <0.001), there was no statistically significant relationship between gender and survival (p = 0.158). The average age was determined as 54.32 ± 20.177. When the patients were categorized by age groups, mortality and comorbidities were more common at the age of 65 and over (p <0.001). The most common comorbidities were recorded as HT (20.3%), AF (11.6%) and DM (11%), respectively. In the patient group included, 40.6% of 207 patients with suspected exposure history were diagnosed with COVID-19. The most common symptom was fever (44.7%), followed by weakness (43.1%) and cough (36.6%). The presence of shortness of breath was associated with a higher need for ICU admission. More than half of the active smoking patients (56.6%) had infiltration in thorax CT (p = 0.03). Patients with infiltration have lower sPO2 values at the time of admission and higher minute respiratory rates, while the presence of CT findings was associated with thrombocytopenia, lymphocytopenia, high platelet / lymphocyte ratios, high CRP, D-dimer, LDH and AST, impaired renal function tests and high lactate level (p <0.001; p <0.001; p = 0.002; p = 0.01; p <0.001; p <0.001; p <0.001; p <0.001; p <0.001; and p <0.001, respectively). In 70.1% of the patients, there was infiltration in the CT scan performed at the time of presentation. The last diagnosis of COVID-19 was observed in 27.9% (n = 70) of the patients who had a negative PCR test (n = 666, 80.2%) on admission and had signs in favor of suspicious pneumonia on CT imaging (n=251, %37,7). The primary outcome was higher in patients with the last diagnosis of COVID-19 compared to the group with a non-COVID-19 diagnosis (13.6% vs. 8.1%; p <0.001). Conclusion: Knowing the defining characteristics of the disease and the factors affecting its prognosis plays a key role in combating COVID-19, whose devastating consequences we continue to see. Advanced age, smoking, suspicious exposure, male gender, presence of more comorbidities, especially HT, shortness of breath, tachypnea and low saturation at presentation, high CRP, LDH, d-dimer and hs-troponin values, high platelet / lymphocyte ratio, lymphocytopenia, thrombocytopenia and lactate elevation are associated with the disease and poor prognosis. Considering the false negativity rate of RT-PCR swab tests, we think that our study will enable COVID-19, which is undergoing differential diagnosis with many diseases with its symptomatology, to be recognized faster in emergency services, and early activation of isolation and treatment algorithms by clinicians.Item Başkent Üniversitesi öğrencilerinde kendi kendine ilaç kullanımı, özellikleri ve etkili faktörler(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2018) Gürsul, Gamze Kevser; Öksüz, Mehmet ErgunKendi kendine ilaç kullanımı, kendi kendine bakımın bir parçası olup sağlıkla ilgili kararlarda hastaların katkısının olduğu bir uygulamadır. Kendi kendine ilaç tedavisinin tıbbi hizmetler üzerindeki yükü azalttığı, hekimi görmeyi beklemede harcanan süreyi kısalttığı ve özellikle ekonomik açıdan yoksul, sınırlı sağlık kaynakları olan ülkelerde maliyetten tasarruf ettiği düşünülmektedir. Bu araştırmada üniversite öğrencilerinin kendi kendine ilaç kullanımına yönelik tutum ve davranışlarının araştırılması ve bu tutum ve davranışlara etkili olan faktörlerin tespit edilmesi amaçlanmaktadır. Araştırma, Başkent Üniversitesi Lisans öğrencilerinden güç analizi sonucunda tabakalı örneklem ile seçilen 494 lisans öğrencisinin katılımıyla yürütülmüştür. Araştırmaya katılan öğrencilerin kendi kendine ilaç kullanım prevelansı %81,6 olarak tespit edilmiştir. Katılımcıların %90,2‟si doktora gitmeden ilaç alma sebeplerinin baş ağrısı olduğunu, %93,6‟sı ise kendi kendine kullandıkları ilaç gruplarının ağrı kesiciler olduğunu ifade etmiştir. Kendi kendine ilaç tedavisi, halk sağlığının normal ve uygun bir parçası olarak kabul edilmelidir ve hasta ve hekim perspektifinden birçok fayda sağlayabilmektedir. Riski en aza indirmek ve potansiyel faydaları arttırmak için hekimlere önemli rol düşmektedir. Self-medication is a part of self-care, and also is a practice in which the patients contribute to health-related decisions. It is considered that self medication reduces the burden on health services, shortens the time spent on waiting for the physicians, and be cost-saving in especially economically poor countries with limited health resources. In this research, aim is to explore the general attitudes and behaviors of college students regarding self medication, and to determine the contributing causes of these. The survey is conducted by the participation of 494 Başkent University undergraduates, who are selected via stratifed sampling as a result of power analysis. The prevalence rate of the students who participated this research is established to be %81.6. %90.2 of the participants pointed out that headaches are the main reason they take medications without consulting the doctor, while %93.6 stated that painkillers are the group of self medication that they take. Self medication should be accepted as a normal and convenient part of public health, and has many advantages through both patients‟ and physicians‟ perspectives. Doctors play an substantial part on minimizing the risk and increasing potential benefits.Item Çocuklarda dispepsi semptom ölçeğinin fonksiyonel-organik dispepsiyi ayırmadaki değeri(2008) Canan, Mehmet Canan; Özçay, FigenDispeptik semptomlar hastalıga özgü degildir ve organik ve fonksiyonel gastrointestinal nedenlerin ayırımında yetersiz kalır. Bu çalısmada amaç, üst gastrointestinal sistem yakınmaları olan çocuklarda endoskopi öncesinde dispepsi ölçek formuna verilen yanıtlar dogrultusunda, organik dispepsiyi isaret edebilecek semptom skorunun belirlenmesidir. Eylül 2006-Eylül 2007 tarihleri arasında en az iki aydır devamlı veya aralıklı üst gastrointestinal sistem yakınmalarıyla basvuran 161 dispeptik çocuk ve adölesan (ortalama yas 13.5 ± 2.3 (10-17) ve %60’ı kız) çalısmaya alındı. Endoskopik ve histolojik inceleme öncesinde tüm hastalardaki gastrointestinal semptomların (epigastrik agrı, üst abdominal rahatsızlık, gögüste yanma, agıza eksi acı tat gelmesi, nefeste kötü koku, gegirme, bulantı ve çabuk doyma) siddet ve sıklıgı 5-puanlı Likert ölçegi ile saptandı. Organik dispepsi (OD) ve fonksiyonel dispepsi (FD) tanısı endoskopik histolojik bulgular birlikte degerlendirilerek konuldu. Hastaların yas, cinsiyet, vücut kitle indeksi, ilaç alım öyküsü, beslenme alıskanlıkları, dispepsi ile iliskili hayat kalitesi karsılastırılıp, her bir dispeptik semptomun siddet, sıklık ve çarpım skoru ile endoskopik ve histolojik inceleme sonuçları arasındaki iliski degerlendirildi. Hastaların %62’si OD ve %38’i FD grubunda idi. Endoskopide hastaların %12.4’ünde normal bulgular, %72.6’sında gastrit, %5’inde gastrit ve duodenit, %3’ünde gastrit ve erozif özofajit ve %7’sinde gastrit ve duodenal ülser saptandı. Organik dispepsi grubundaki 100 hastanın sadece %2’sinde normal endoskopik bulgular görülmüsken; FD’li hastaların %69’unda gastrit ve %2’sinde gastrit ve duodenit saptandı. Gastrik histolojide hastaların %29’unda normal bulgular, %18’inde hafif derecede kronik gastrit, %19’unda ortasiddetli kronik gastrit, %34’ünde kronik aktif gastrit vardı. Dispeptik hastaların %53’ünde ve OD’li hastaların %85’inde histolojide belirgin gastrik mukozal inflamasyon bulundu. Fonksiyonel dispepsili hastaların antral histolojisinde %31’inde hafif derecede kronik gastrit bulguları saptandı. Endoskopik antral eritematöz gastrit görünümüne her zaman belirgin gastrik inflamasyonun eslik etmedigi, histolojik olarak normal bulgular olan 27 hastanın (%16.7) endoskopik olarak gastrit tanısı aldıgı görüldü. Yas, cinsiyet, vücut kitle indeksi, beslenme alıskanlıgı ile dispepsi tipi arasında anlamlı iliski saptanmadı. Dispeptik yakınmalardan sadece epigastrik agrının siddeti, sıklıgı ve çarpım skoru ile dispepsi tipi arasında anlamlı iliski saptandı. Ancak, sekiz dispepsi çarpım skorunun birlikte veya tek basına incelendiginde, organik-fonksiyonel dispepsiyi ayıran kesin bir çarpım skoru sınır degeri elde edilemedi. Gece uyandıran karın agrısı, açlık karın agrısı ve antiasit alımı veya yeme sonrası semptomlarda hafifleme ile OD arasında anlamlı iliski bulundu. Gece uyandıran karın agrısı belirgin gastrik inflamasyonlu grupta daha fazla görüldü. Hastalarımızın 82 (%51)’sinin antrum histopatolojisinde Helikobakter pilori (Hp) görüldü. Gece uyandıran karın agrısı ve açlıkta epigastrik agrısı olanlarda Hp enfeksiyonu sıklıgı daha fazla idi. Antral noduler gastritli hastalarımızın %95’inde ve duodenal ülserli hastaların %91’inde Hp saptandı. Helikobakter pilori ile enfekte hastalarımızın hiçbirinde gastrik histolojide normal bulgu saptanmazken; enfekte olmayanların %60’ında gastrik histoloji normaldi. Bu çalısmada Likert dispepsi ölçeginin OD/FD ayırımında yararı görülmedi. Ayrıca OD/FD’yi ayırmada anlamlı bir dispepsi semptom skoru sınır degeri elde edilemedi. Organik dispepsi/FD ayırımını yapmada dispepsi skor sonucuna göre endoskopi yapılmasının klinik uygulamada yararı .gösterilemedi. Çalısmamızda kullandıgımız Likert ölçeginin yeniden düzenlenmesi veya aynı ölçegin daha fazla sayıda dispeptik hasta üzerinde uygulanması ve OD/FD tanımının çalısmamızdakinden farklı bir sekilde yapılmasının benzer çalısmalarda yararı olabilir. Dyspeptic symptoms are not specific to any disease, and they are not enough to differentiate organic and functional gastrointestinal disorders. The aim of our study, according to our dyspeptic patients’ answers to dyspepsia scale form, to define the symptom scores directing organic dyspepsia before performing upper gastrointestinal endoscopy. From September 2006 to September 2007 161 children and adolescents (age range 10- 17, mean 13.5 ± 2.3 , 60% girl) with chronic or recurrent upper gastrointestinal system symptoms lasting for at least 2 months were enrolled our study. . Before endoscopy, the severity and frequency of eight gastrointestinal symptoms (epigastric pain, upper abdominal discomfort, and pyrozis, bitter or sour taste in mouth, bad smell in breath, belching, nausea, and early satiety) were measured by 5-points-Likert Scale. We compared the patients with organic (OD) and functional dyspepsia (FD) in terms of age, gender, body mass index, history of drug ingestion, nutritional habits, quality of life related dyspepsia. We were evaluated the scores of severity, frequency and total scores of each dyspeptic symptoms and compared them with endoscopic and histological findings. One hundred and sixty one patients with dyspepsia divided into two groups according to their histological and endoscopic findings (OD in 62% and FD in 38%). Endoscopic findings were normal in 12.4 %, gastritis in 72.6%, gastritis and duodenitis in 5%, gastritis and erosive esophagitis in 3%, gastritis and duodenal ulcer in 7%. While the only 2% of 100 patients in OD group demonstrated normal endoscopic findings, patients in FD group demonstrated gastritis in 69%, and gastritis and duodenitis in 2%. Gastric histologic findings were normal in 29%, mild chronic gastritis in %18, moderate-severe chronic gastritis in %19, and chronic active gastritis in %34. The 53% of all dyspeptic patients and the 85% of patients in OD group had marked histological mucosal inflammation. 27 patients (16.7%) with endoscopic eritematous gastritis had falsely positive gastritis, because these patients have normal gastric antral histology. The age, gender, body mass index, and nutritional habits were not significantly different between patients with OD and FD groups. The severity and frequency scores of epigastric pain were significantly related with organic dyspepsia. However, after analyzing the total scores of eight dyspeptic symptoms one by one or in vii different combinations, no we could not find a threshold score that was able to indicate OD. Nocturnal abdominal pain, pain before meals, and resolving of symptoms after meals or ingestion of antacid drugs were not significantly related with OD. Nocturnal abdominal pain was observed higher in the group with marked gastric inflammation. In 82 patients (51%) Helicobacter pylori (Hp) was detected in their gastric antrum histopathologically. The patients with Hp infection had higher rate of nocturnal abdominal pain and epigastric pain before meals. In 95% of the patients who had antral nodular gastritis and in 91% of patients with duodenal ulcers had Hp infection. The patients with Hp infection had not normal gastric histology. In contrast, the patients with non-infected group were normal gastric histology in 60%. In this study, Likert dyspepsia scale was not beneficial in differentiating OD/FD groups. We suggest that Likert dyspepsia scale should be re-arranged for children or same scale should be applied in a larger cohort of dyspeptic children. The present study could not identify any distinctive dyspeptic symptom threshold score between patients with organic and functional dyspepsia. In clinical practice, the score and scope system was not beneficial differentiating the dyspeptic children in the two groups.Item COVID-19 şüphesi ile başvuran hastalarda platelet/lenfosit oranının akut faz reaktanı olarak değerlendirilmesi ve CRP, D-dimer ile karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2022) Aksoy, Melih; Muratoğlu, MuratAmaç: Aralık 2019’dan bu yana tüm dünyayı ve ülkemizi etkisi altına almış olan COVID-19 pandemisinin ilk günlerinden itibaren tanı için kullanılan altın standart yöntem RT-PCR olmakla beraber, test sonuçlarının kısa sürede elde edilememesi, testi tekrarlamak için en az 24 saat geçmesinin gerekmesi ve yalancı negatifliklerin eşlik edebilmesi nedeniyle acil servis triajında klinisyenlere tanı ve prognozu öngörmede yardımcı olabilecek laboratuvar parametrelerini belirlemeyi planladık. Gereç ve Yöntem: Retrospektif, kesitsel, hastane tabanlı ve tek merkezli olarak tasarlanan çalışmamıza, Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi Erişkin Acil Servisi’ne 11 Mart 2020 ve 31 Ağustos 2020 tarihleri arasında başvuran 18 yaş üzerinde olup, başvuru anında COVID-19 şüpheli vaka olarak değerlendirilen ve dahil edilme kriterlerini karşılayan 833 hasta dahil edildi. Tüm hastaların demografik verileri, başvuru anındaki vital bulguları ve şikayetleri, laboratuvar tetkiklerinin ve RT-PCR sürüntü örneklerinin sonuçları, Bilgisayarlı tomografi sonuçları, servis-yoğun bakım yatış ihtiyacı, ek tedavi modalitelerine duyulan ihtiyaç, morbidite ve mortalite bilgileri hazırlanan veri formlarına kaydedildi. İstatistiksel değerlendirmeler için IBM SPSS Statistics 20 programı kullanıldı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen hastaların %51,1’ini kadınlar, %48,9’unu erkekler oluşturmaktaydı. Çalışmada yer alan hastalar 3 ayrı grup başlığı altında incelendi. Hastalar ilk olarak PCR sonuçlarına göre COVID ve non-COVID olarak ikiye ayrıldı. PCR pozitif hastalar ise sağ kalım ve BT’de infiltrasyon bulgularına göre iki ayrı grup altında incelendi. COVID grubunun yaş ortalaması 47,87±18,80 iken, non-COVID grubunun yaş ortalaması 51,28±22,47 olarak belirlendi. Laboratuvar değerleri arasında üzerine yoğunlaştığımız üç parametre her alt grup için incelendiğinde COVID ve non-COVID gruplar arasında anlamlı fark gösteren tek parametre D-dimer oldu (p=0,001). COVID olan bireylerdeki D-dimer ortalaması (0,79±1,75 mg/L) anlamlı olarak daha düşük seviyelerdeydi. PCR pozitif hastaların sağ kalımı olan/olmayan ve/veya BT’de infiltrasyonu olan/olmayan alt gruplarında ise CRP (sırasıyla p<0,001, p<0,001) ve D-dimer (sırasıyla p<0,001, p=0,016) anlamlı fark gösterdi. Sağ kalımı olmayan gruptaki D-dimer ortalaması 3,27±5,09 mg/L iken, BT’de infiltrasyon izlenen grubun ortalaması 0,99±2,21 mg/L olarak kaydedildi. Sağ kalımı olmayan gruptaki CRP ortalaması 128,13±98,39 mg/L iken, BT’de infiltrasyon izlenen grubun ortalaması 44,45±63,17 mg/L olarak kaydedildi. PLR için yaptığımız analizler ise hiçbir alt grup için anlamlı bulunmadı. Üzerinde yoğunlaştığımız üç biyobelirteç (PLR, D-dimer, CRP) için yaptığımız ROC analizlerinde ise PLR için anlamlı bir veri elde edilemez iken CRP ve D-dimer için eşik değerler belirlendi. Verilerimize göre, PCR pozitifliğinin D-dimer değeri 0,94 mg/L’nin altında olan hastalarda arttığı sonucuna vardık. D-dimer değeri 0,61 mg/L’nin veya CRP değeri 12,6 mg/L’nin üzerinde olan hastalarda ise mortalitenin arttığını belirledik. Tedavi modalitelerinde eşik değerler belirlemek için yaptığımız ROC analizi ile de çalışmamızın literatürde yer alan ender çalışmalar arasında olduğunu düşünmekteyiz. Sonuç: Hastalığın tanımlayıcı özelliklerini ve prognozunu etkileyen faktörlerin bilincinde olmak, COVID-19 ile verilen mücadelede önem arz etmektedir. Acil servise COVID şüphesi ile başvuran hastaların triajında tek başına laboratuvar sonuçlarını kullanmak yerine klinik, BT bulguları ve laboratuvar sonuçlarıyla değerlendirmenin klinisyenleri ön tanı ve prognoz adına daha doğru yönlendireceği kanaatindeyiz. Aim: Although RT-PCR is the gold standard method used for diagnosis since the first days of the COVID-19 pandemic, which has affected the whole world and our country since December 2019, the test results cannot be obtained in a short time, and it takes at least 24 hours to repeat the test. We planned to determine the laboratory parameters that can help clinicians in emergency department triage in predicting diagnosis and prognosis. Materials and Methods: In our retrospective, cross-sectional, hospital-based and single-center study, 833 patients over 18 years of age who presented to the Adult Emergency Service of the Baskent University Hospital in Ankara between March 11, 2020 and August 31, 2020 have been evaluated as a case with suspected COVID-19 at the time of admission. Demographic data of all patients, vital signs and complaints at the time of admission, results of laboratory tests and RT-PCR swab samples, computed tomography results, need for service-intensive care hospitalization, need for additional treatment modalities, morbidity and mortality information in the prepared data forms have been recorded. IBM SPSS Statistics 20 program for statistical evaluations has been used. Results: 51,1% of the patients included in the study were female and 48,9% were male. The patients included in the study under 3 different groups have been examined. Based on the PCR results, patients have been divided into two groups: COVID-19 and non-COVID. PCR-positive patients have been divided into two groups according to survival and infiltration findings on CT. While the mean age of the COVID group was 47,87 ± 18,80 years, the mean age of the non-COVID group was 51,28 ± 22,47 years. When the three parameters we focused on among the laboratory values examined for each subgroup have been examined, the only parameter that showed a significant difference between the COVID and non-COVID groups was D-dimer (p=0,001). The mean D-dimer (0,79±1,75 mg/L) in individuals with COVID was significantly lower. CRP (p<0,001, p<0,001, respectively) and D-dimer (p<0,001, p=0,016, respectively) showed significant differences in subgroups of PCR-positive patients with/without survival and/or with/without infiltration on CT. While the mean of D-dimer was 3,27±5,09 mg/L in the non-survival group, the mean of the group with infiltration on CT has been recorded as 0,99±2,21 mg/L. While the mean of CRP in the non-survival group was 128,13±98,39 mg/L, the mean of the group with infiltration on CT has been recorded as 44,45±63,17 mg/L. Our analyzes for PLR were not significant for any subgroup. In ROC analyzes for the three biomarkers (PLR, D-dimer, CRP) we focused on, no meaningful data have been obtained for PLR, while cut-offs for CRP and D-dimer have been defıned. We concluded that PCR positivity increased in patients with D-dimer value below 0,94 mg/L. We determined that mortality increased in patients with D-dimer value above 0,61 mg/L or CRP value above 12,6 mg/L. The ROC analysis we performed to determine threshold values in treatment modalities is among the rare studies in the literature. Conclusion: Knowledge of the defining features of the disease and the factors that influence its prognosis is important in the fight against COVID-19. We believe that evaluation with clinical, CT findings and laboratory results will guide clinicians more accurately in terms of pre-diagnosis and prognosis, rather than using laboratory results alone in the triage of patients who apply to the emergency department with the suspicion of COVID.Item Diferansiye tiroid karsinomunda radyoaktif iyot tedavisinin kemik iliği üzerine etkileri ve sekonder kanser gelişimi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2018) Censur, Hakan; Fidan, CihanTiroid kanserleri endokrin maligniteler içinde en sık görülen kanser olup kadınlarda en sık görülen ikinci kanserdir. Tiroid kanserlerinin büyük çoğunluğunu diferansiye tiroid kanserleri (DTK) oluşturmaktadır. Tiroid kanserinin insidansının artması ve iyi prognozlu olması, özellikle radyoiyodin tedavisinden sonra sekonder kanser gelişimi açısından endişeye yol açmaktadır. Bu çalışmada amacımız; RAİ tedavisinin zaman içinde kemik iliği üzerine etkilerini ve sekonder kanser gelişimini incelemektir. Bu çalışma, Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi’nde Ocak 2000 ve Aralık 2012 yılları arasında tiroid kanseri tanısı olan ve cerrahi işlem sonrası RAİ tedavisi alan 259 hastanın verileri retrospektif olarak taranarak yapılmıştır. Uygulanan RAİ tedavisinin öncesinde ve sonrasındaki 5 yıllık süreçte hastaların tam kan parametreleri, TSH ve tiroglobulin değerlerinin zaman içindeki değişimi incelendi. Ayrıca hastalarda sekonder kanser gelişimi olup olmadığı araştırıldı. Hastalara uygulanan ortalama RAİ dozu 118 mCi olarak tespit edilmiştir. Hastaların RAİ tedavisinden sonra kısa süreli takiplerinde kemik iliği supresyonu olduğu, ancak bu supresyonun uzun süreli takiplerinde normale döndüğü gözlenmiştir. Hastaların takiplerinde sekonder kanser gelişimi tespit edilmemiştir. RAİ tedavisinde 100 mCi üzeri yüksek doz olarak kabul görmekte ve bazı çalışmalarda RAİ sonrası sekonder kanser varlığından bahsedilmektedir. Bu çalışmalarda sekonder kanser varlığı ile RAİ ilişkisinin kesin olmadığı ve gelişen kanserlerin genetik yatkınlık, çevresel faktörler sebebiyle olabileceği de akılda tutulmalıdır. Türkiye’de verilen RAİ tedavisine bağlı sekonder kanser gelişiminin olmaması da RAİ’nin ülkemizde güvenle kullanılabileceğini düşündürmektedir. Thyroid cancers are the most common cancer among endocrine malignancies and the second most common cancer in women. The majority of thyroid cancers are differentiated thyroid cancers (DTK). Increasing incidence and good prognosis of thyroid cancer have led to concern about the development of second malignancy, especially after radioiodine treatment. Our aim in this study is; The effects of RAI treatment on bone marrow over time and the development of secondary cancer are examined. The study was carried out retrospectively from 259 patients diagnosed with thyroid cancer between January 2000 and December 2012 at the Ankara Hospital of Başkent University, Ankara, Turkey. The changes in whole blood parameters, TSH and thyroglobulin values of patients were examined over time before and after RAI treatment in 5 years. In addition, patients were investigated for the development of secondary cancer. The mean RAI administered to the patient was found to be 118 mCi. Patients had bone marrow suppression in short-term follow-up from RAI treatment, but this suppression was observed to return to normal in long-term follow-up. In patients' follow-up, the development of secondary cancer was not detected. It is accepted as a high dose of 100 mCi in the treatment of RAI, and in some studies, the presence of secondary cancer after RAI is mentioned. It should be kept in mind that in these studies, the presence of secondary cancer is not definitive, and that developing cancers may be due to genetic susceptibility, environmental factors. In the absence of secondary cancer development in Turkey linked to given RAI treatment, it is thought that RAI can be used safely in our country.Item Kronik hastalıklarda ilaç tedavisi uyumu ve etkili faktörler(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2018) Kul, Özdemir Efe; Öksüz, Mehmet ErgunTedavi uyumu, öngörülen tedaviler için verilen talimatları hastaların uygulama derecesi olarak tanımlanır (1).Tedaviye uyumun azalması, sağlık için kısıtlı kaynakların gereksiz kullanımına bağlı sağlık harcamalarının artışına ve tedavi rejimlerinin uygun şekilde yerine getirilmemesinden kaynaklanan ilaç etkilerinin gözlenmemesine veya geç ortaya çıkmasına ve hastalık sürecinin uzamasına neden olmaktadır (2). Kesitsel tanımlayıcı araştırma niteliğinde olan bu çalışma; hipertansiyon, diyabet, astım veya kronik obstrüktif akciğer hastalığı gibikronik bir hastalığı bulunan kişilerde sosyodemografik özellikler, sağlık ile ilgili alışkanlıklar, ilaç uyumu ve ilaçlar hakkındaki inançları değerlendirmeyi amaçlayan, katılımcılarla yüz yüze uygulanan anket formu uygulama yöntemiyle yapılmıştır. Çalışma kapsamında, Ağustos 2017-Aralık 2017 tarihleri arasında, Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Hastanesi‟ninKardiyoloji, Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları, Göğüs Hastalıkları polikliniklerinde ayaktan muayene olan, çalışmaya katılmayı kabul eden ve en az bir kronik hastalık nedeniyle en az bir adet ilacı en az bir yıldır düzenli kullanması gereken 18 yaşından büyük747 hasta araştırmayadahil edilmiştir. Veri toplama amaçlı uygulanan soru formunda 10soru sosyo-demografik özellikler, 4 soru sağlık ile ilgili alışkanlıklar, 38 soru hastalık ve ilaç uyumu ile ilgili olmak üzere toplam 52 soru bulunmaktadır. Ayrıca 18 sorudan oluşan “ilaçlar Hakkında inançlar Anketi” katılımcılara uygulanmıştır. Hastaların %27,4‟ünün ilaçlarını düzenli ve önerildiği gibi kullanmadığı saptanmıştır.İlaç uyumu; DM hastalarında %73,2, HT hastalarında %62,7, astım/KOAH hastalarında %69,8 bulundu. DM‟li erkek hastalarda ilaç bağlılığı kadınlara göre anlamlı şekilde düşük bulunurken HT ve astım/KOAH‟da ilaç tedavisi bağlılığıyla cinsiyet arasındaki ilişki anlamlı bulunmamıştır. İlaç uyumu ile ilaçlarla ilgili endişeler arasında negatif, ilaçların gerekliliğine olan inanç arasında pozitif ilişki bulunmuştur.İlaçların aşırı kullanıldığına olan inanç ile ilaç uyumu arasında negatif bir ilişki saptanmıştır. Ayrıca ambalajı üzerinde hangi sırada alınacağını gösteren ibareler (gün/sayı vb.) olan ilaçların unutulma oranının daha düşük olduğu belirlenmiştir.Düzenli doktor kontrolüne uyma oranı diabetik hastalarda %79, HT hastalarında %70, astım hastalarında %71,8, KOAH hastalarında %55,3 bulundu. DM hastalarının %93,2‟si, HT hastalarının %91,4‟ü, astım hastalarının %91,9‟u ve KOAH hastalarının %97,4‟ü düzenlenen tedaviden memnun olduğunu belirtti. Bu çalışma ile kronik hastalıklarda tedavinin etkinliğini belirleyen ilaç uyumu olmaması sorununun arkasında yatan nedenler aydınlatılmaya çalışılarak sağlık harcamalarında önemli bir maliyet bileşeni olan ilaç uyumu sorunununönüne geçmede hangi özelliklere ve faktörlere dikkat etmek gerektiği tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu araştırmada bulunan sonuçlar yakın zamanda yapılan benzer araştırmalarda bulunanlarla uyumludur. Kronik hastalıklardailaç uyumu olmamasında etkili faktörler tespit edilerek hastaların tedaviden azami fayda görmesinin sağlanmasına yönelik gerekli müdahalelerin yapılması gerek toplum sağlığı ve birey sağlığı açısından gerekse hastalık maliyetleri açısındanbirçok olumsuzluğun engellenmesinde önemli rol oynayacaktır. Adherence is defined as the extent to which people follow the instructions they are given for prescribed treatments (1).The decrease in adherence to treatment causes increased heathcare costs due to the wastage of limited healthcare sources and delayed or stopped drug effects because of not fullfilling the treatment regimens apropriately and prolonged disease periods (2). This cross-sectional study, was carried out by conducting face to face questionnaries, which aim to measure sociodemographic traits, health related habits, medication adherence and beliefs about medicines. Seven hundred and forty seven outpatients who were older than eighteen years old, who haveto use at least one drug regularlyfor a year or more for at least one chronic condition, who agree to join the study, who have an doctor‟s appointment in one of three different clinics of BaĢkent University Medical School Ankara Hospital have been randomly involved in the study. The questionnary which was conducted for the purpose of gathering data consists of 52 questions including 10 questions about sociodemographic traits, 4 questions about health related habits and 38 questions about the patient‟silness(es) and adherence to medication. In addition “The Beliefs About Medicines Questionnary”, which has 18 questions in it, was also conducted. 27,4% of the patients were found not to take their drugs ragularly and as suggested. Medication adherence rates were found to be 73,2% for patients with DM, 62,7% for patients with HT, 69,8% for patients with asthma/COPD. While the medication adherence was significantly low among diabetic males compared to females, there found to be no significant relationship between gender and medication adherence among patients with HT and asthma/COPD. There was a negative relationship between drug adherence and concerns about medicines and a positive one between drug adherence and beliefs about the necessity of drugs. There found to be a negative relationship between adherence and beliefs about general overuse of the drugs. Additionally, the drugs which have signs (numbers/days) on their inner packaging, reminding the order in which to take the drug, were found to be missed less.Adherence to doctor‟s appointment rate was found to be 79% for diabetic patients, 70% for hipertensive patients, 71,9% for patients with asthma and 55,3% for patients with COPD. 93,2% of the diabetic patients, 91,4% of hipertensive patients, 91,9% of the patients with asthma and 97,4% of the patients with COPD indicated that they were pleased with the therapy organized. We tried to determine the variables to avoid non-adherence, an important reason for the healthcare costs, while trying to find out the reasons behind the problem of non-adherence which determines the effectiveness of the treatment in chronic diseases. The outcomes, that were found in this study,correspond with the ones which were found in previous similar studies. Ensuring that patients receive maximum benefit from medical treatment, by determining the causes of drug non-compliance in chronic illnesses, plays an important role in preventing many negativities in terms of health and cost.Item Meme kanseri ilişkili lenfödem hastalarında “Quality of life measure for limb lymphoedema-arm” anketinin türkçe geçerlilik ve güvenilirliğinin araştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2017) Kaya, Emine; Adam, MehmetMeme kanseri ilişkili lenfödem; lenfatik sistemin kanser hücreleri ve/veya kanser tedavisi tarafından tahrip edilmesiyle proteinden zengin interstisiyel sıvının jeneralize veya bölgesel olarak birikimiyle karakterize kronik bir durumdur. Lenfödem kişiye ve etkilenme boyutuna göre değişen ölçülerde fiziksel, psikolojik ve sosyal sorunlara neden olarak hastanın yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Lenfödem hastalarının fonksiyonel düzeylerini ve yaşam kalitelerini değerlendirmek, sorunları saptayıp tedaviyi şekillendirmek amacıyla hastalığa özgü hasta bildirimli anketler kullanılmaktadır. Çalışmada orjinal adı „Quality of life measure for limb lymphoedema-Arm (LYMQOL-Arm)‟ olan anketin Türkçe geçerlilik güvenilirliğinin saptanması amaçlandı. Literatürde belirlenen prosedürlere uygun olarak Türkçe‟ye çevrilip adaptasyonu yapılan LYMQOL-Arm anketi meme kanseri ilişkili lenfödem tanısı olan, Türkçe okuma-yazma bilen 110 hastaya uygulandı. Güvenilirlik analizleri için iç yapı tutarlılığı ve test-tekrar test güvenilirliği ölçüldü. Ölçekteki her madde için ayrı ayrı ve tüm alt bölümler için Cronbach alfa katsayısı ve madde-toplam puan korelasyonları hesaplandı. Test-tekrar test güvenilirliği için, 33 hastaya başlangıçta ve iki hafta sonra olmak üzere ikişer kez ölçek uygulandı. Geçerlilik için „birlikte geçerlilik‟ araştırıldı. Birlikte geçerlilik için daha önce Türkçe geçerliliği belirlenmiş olan Q-DASH (Quick Disabilities of the Arm, Shoulder and Hand) ölçeği ile karşılaştırma yöntemi kullanıldı. Güvenilirlik analizleri için iç yapı tutarlılığında Cronbach alfa katsayısı ölçeğin alt bölümleri olan fonksiyon, dış görünüş, semptom ve emosyonel durum için sırasıyla 0,933- 0,872-0,863-0,905 olarak ve tüm anket için 0,900 olarak hesaplandı (p<0,05).Test-tekrar test analizi sonucunda her iki anket için de maddelerde pozitif yönde güçlü korelasyon saptandı (p<0,001). Yapı geçerliliği için faktör analizinde Kaiser-Meyer-Olkin (KMO) değeri 0,888 saptanarak örneklem sayısının yeterli ve maddelerin birbirleri ile korele olduğunu bulundu. Q-DASH ölçeği ile LYMQOL-Arm ölçeği arasında pozitif bir ilişki saptandı (R=0,906). Sonuç olarak LYMQOL-Arm ölçeği Türkçe versiyonunun lenfödemli hastalar için geçerli ve güvenilir bir yaşam kalitesi ölçeği olduğu ve ülkemizdeki klinik çalışmalar ile rutin klinik uygulamalarda kullanılabileceği belirlenmiştir. Breast cancer-related lymphedema; is a chronic condition characterized by generalized or regional accumulation of protein-rich interstitial fluid by the destruction of the lymphatic system by cancer cells and / or cancer therapy. Lymphedema negatively affects the quality of life of a patient as it causes physical, psychological and social problems in a way that varies depending on the person and the size of the affected area. Disease-specific questionnaires are used to evaluate the functional levels and quality of life of patients with lymphedema and also diagnose problems and determine treatment. The aim of this study was to determine the validity of the Turkish version of the Life Quality Scale for limb Lymphedema, with the original name of "Quality of life measure for limb lymphoedema-arm" (LYMQOL-Arm). After the translation and adaptation to Turkish the LYMQOL-Arm questionnaire by proper procedure is indicated at the literatüre was administered to 110 patients who were literate and diagnosed with breast cancer-related lymphedema. For reliability analysis, internal consistency and test-retest method were used. Cronbach alpha coefficient and item-total statistics were calculated for each question and subscales. The questionnaire was applied twice to 33 patients with the interval of two weeks to quantify test-retest reliability. For validation, the questionnaire was compared to Quick-DASH(Quick-Disabilities of the Arm, Shoulder and Hand) which has already been validated for Turkish. For the reliability analysis, the Cronbach's alpha coefficient subscales of internal consistency were calculated to be 0.933-0.872-0.863-0.905, and 0.900 for the whole questionnaire (p <0.05), with function, appearance, symptoms and mood. As a result of the test-retest a strong correlation was found between the items of both questionnaires (p <0.001). In the factor analysis for construct validity, Kaiser-Meyer-Olkin (KMO) value was found to be 0.888, indicating that the number of samples was sufficient and the items correlated with each other. A positive correlation between Q-DASH scala and the LYMQOL-Arm scale (R=0.906) was determined. As a result, it was determined that Turkish version of LYMQOL-Arm scale is a valid and reliable quality of life scale for lymphedema patients and can be used in clinical studies and in routine clinical practices in Turkey.