Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Health Science Institute

Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11727/1393

Browse

Search Results

Now showing 1 - 10 of 538
  • Item
    Diz osteoartritli hastalarda su içi egzersiz tedavisinin ağrı, kas kuvveti ve fonksiyonelliğe etkisi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2021) Çiçek, Tansu; Yosmaoğlu, Hayri Baran
    Çalışmanın amacı; diz osteoartritli hastalarda su içi egzersiz tedavisinin ağrı, kas kuvveti ve fonksiyonelliğe olan etkisini değerlendirerek, kara egzersizlerinin etkinliği ile karşılaştırmaktır. Ayaş Fizik Tedavi Merkezinde uzman doktor ve fizyoterapist kontrolünde rutin fizyoterapi ve rehabilitasyon alan hastalar su içi egzersiz ve kara egzersiz grubu olmak üzere ikiye ayrılmıştır. 20’şer kişilik iki gruptan oluşan çalışmamıza toplam 40 hasta dahil edilmiştir. Kara egzersiz grubundaki hastalara; Ultrason, Transkuteneal Elektriksel Sinir Stimulasyonu (TENS), Sıcak Paket, Kısa Dalga Diatermi (KDD) ve kassal kuvvetlendirme içeren egzersiz programı uygulanmıştır. Su içi egzersiz grubundaki hastalara ise kara egzersiz programında uygulanan tedavilere ek su içi egzersiz tedavisi uygulanmıştır. Hastalar 10 günlük tedavi sürecinde ilk tedavi öncesi ve son tedavi sonrası değerlendirilmişlerdir. Her iki grubun tedavi öncesi ve sonrası; ağrı, sertlik ve fiziksel fonksiyonunu değerlendirmek için Western Ontario ve McMaster Üniversiteleri Osteoartrit İndeksi (WOMAC), kinezyofobisini değerlendirmek için Tampa Kinezyofobi Ölçeği (TKÖ), fiziksel aktivitelerini değerlendirmek için Fiziksel Aktivite Değerlendirme Anketi (FADA), tedaviye bakış açısını ve tedaviden memnuniyetini değerlendirmek için İyileşme Algısı Ölçeği (PRS), ağrının şiddetini değerlendirmek için Görsel Analog Skalası (GAS) uygulanmıştır. Kalça fleksör, ekstansör, abdüktör ve addüktör kas kuvvetleriyle diz fleksör ve diz ekstansör kas kuvvetleri dinamometre ile değerlendirilmiştir. Kara ve su içi grupları arasında; VAS (p=0,131), WOMAC (p=0,117), FADA (p=0,309), kinezyofobi (p=0,297), iyileşme algısı (p=0,215), kalça fleksiyon (p=0,362), kalça ekstansiyon (p=0,873), kalça abdüksiyon (p=0,099), kalça addüksiyon (p=0,193), diz ekstansiyon (p=0,059) skorlarında anlamlı bir sonuç bulunamamıştır. Ancak diz fleksiyonunda (p=0,001) su içi grupta daha fazla artış görülmüştür. Sonuç olarak; her iki grupta da uygulanan tedavilerimiz olumlu sonuç vermiştir. Ağrı, kas kuvveti ve fonksiyonellik açısından iki grupta da gelişme gözlemlenmiştir. Ancak su içi egzersiz grubunun kara egzersiz grubuna üstünlüğünü tam olarak kanıtlayamadık. Bununla birlikte çalışmamızın ülkemizde temel olarak uygulanan fizik tedavi modalitelerini ele alması yönüyle olumlu souçlarımızın literatüre katkı sağlayacağını düşünüyoruz. The aim of the study; To evaluate the effect of water exercise therapy on pain, muscle strength and functionality in patients with knee osteoarthritis and compare it with the effectiveness of land exercises. Patients who received routine physiotherapy and rehabilitation under the control of specialist doctor and physiotherapists in Ayaş Physical Therapy Center were divided into two groups as in-water exercise and land exercise group. A total of 40 patients were included in our study, which consisted of two groups of 20 people each. Patients in the land exercise group; Ultrasound, Transcuteneal Electrical Nerve Stimulation (TENS), Hot-Packs, Short Wave Diathermy (KDD) and muscular strengthening exercise program were applied. In the water exercise group, in addition to the treatments applied in the land exercise program, in-water exercise therapy was applied. The patients were evaluated before the first treatment and after the last treatment during the 10-day treatment period. Before and after treatment of both groups; Western Ontario and McMaster Universities Osteoarthritis Index (WOMAC) to assess pain, stiffness and physical function, Tampa Kinesophobia Scale (TSK) to assess kinesophobia, Physical Activity Assessment Questionnaire (FADA) to assess physical activity, recovery to assess treatment perspective and treatment satisfaction The Perception Scale (PRS) and the Visual Analogue Scale (VAS) were used to assess the severity of pain. The hip flexor, extensor, abductor and adductor muscle strengths and knee flexor and knee extensor muscle strengths were evaluated with a dynamometer. Among the terrestrial and inland groups; VAS (p = 0.131), WOMAC (p = 0.117), FADA (p = 0.309), kinesophobia (p = 0.297), perception of improvement (p = 0.215), hip flexion (p = 0.362), hip extension (p = 0.873), hip abduction (p = 0.099), hip adduction (p = 0.193), knee extension (p = 0.059) scores. However, knee flexion (p = 0.001) increased more in the water group. As a result; Our treatments applied in both groups gave positive results. Improvements were observed in both groups in terms of pain, muscle strength and functionality. However, we could not fully prove the superiority of the in-water exercise group over the land exercise group. However, we think that our positive results will contribute to the literature in terms of the physical therapy modalities that are mainly applied in our country.
  • Item
    Marangozlarda işitmenin elektrofizyolojik testlerle değerlendirilmesi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2020) Budak, Buse; Erbek, Selim Sermed
    Marangozlar mesleki yaşamlarında devamlı olarak 82 – 100 dB ses şiddetindeki gürültüye maruz kalmaktadırlar. Marangozhanelerdeki maruz kaldıkları ses şiddeti, marangozhanede bulunduğu yer ve kullandığı alete göre iç kulağa zarar verici seviyelere çıkmaktadır. Çalışmamızın amacı; Marangozlarda işitmenin odyometri, transient uyarılmış otoakustik emisyon (TEOAE) testi ile detaylı olarak incelemektir. Çalışmaya 31 marangoz, sürekli ve/veya ani gürültüye maruz kalmamış 31 kişi kontrol grubu olmak üzere toplam 62 kişi alınmıştır. İşitme eşikleri ölçümünden sonra her iki grubun uyarılmış otoakustik emisyon testiyle ölçümü yapılmıştır. Marangozların yaş ortalaması 44.58 ± 10.33, kontrol grubunun yaş ortalaması 41.84 ± 8.65 olup istatistiksel olarak anlamlı fark yoktur (p=0.262). Marangoz ve kontrol grubunun sağ ve sol kulak saf ses işitme eşiklerini karşılaştırdığımızda, tüm frekanslarda marangozlarda anlamlı düşüş olduğu saptanmıştır (p<0.05). Marangozlarda sağ kulak emisyon değerleri kontrol grubuna göre 2000 ve 2800 Hz‟de istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulunmuştur. Her iki grubun sol kulak emisyon değerleri karşılaştırıldığında, marangozlarda emisyon değerleri 1000, 2000 ve 2800 Hz frekanslarında istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük elde edilmiştir. Çalışmamızda elde ettiğimiz bulgular sonucunda hem saf ses odyometri hem de emisyon değerlerinde gözlemlenen düşüş marangozlarda gürültüye bağlı işitme kaybının geliştiğini desteklemektedir. Carpenters are constantly exposed to a noise level of 82 - 100 dB in their professional lives. The sound intensity of the carpenters increases to the level of damage to the inner ear according to the location of the carpenter and the tool they use. The aim of our study; The audiometry of hearing in carpenters, transient evoked otoacoustic emission (TEOAE). A total of 62 people, 31 of whom were carpenters, 31 of whom were not exposed to continuous and / or sudden noise, were included in the study. After the hearing thresholds measurement, both groups were measured by stimulated otoacoustic emission test. The average age of the carpenters is 44.58 ± 10.33, the average age of the control group is 41.84 ± 8.65 and there is no statistically significant difference (p = 0.262). When we compared the right and left ear pure sound hearing thresholds of the carpenter and control group, there was a significant decrease in carpenters at all frequencies (p <0.05). The right ear emission values in carpenters were found statistically significantly lower at 2000 and 2800 Hz compared to the control group. When the left ear emission values of both groups were compared, the emission values of carpenters were statistically significantly lower at 1000, 2000 and 2800 Hz frequencies. As a result of the findings obtained in our study, the decrease observed in both pure sound audiometry and emission values support the development of noise-related hearing loss in carpenters.
  • Item
    Benign paroksismal pozisyonel vertigo tanısı almış bireylerde manevra sonrası alınan fayda ile fiziksel aktivite sıklığı arasındaki ilişki
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2022) Şahin, Büşra Nehir; Büyüklü, Adnan Fuat
    Amaç: Bu çalışmanın amacı benign paroksismal pozisyonel vertigo (BPPV) tanısı almış bireylerde manevra sonrası alınan fayda ile fiziksel aktivite sıklığı arasındaki ilişkiyi saptamaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 2021 yılında Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi Kulak Burun Boğaz Anabilim Dalı Odyoloji Kliniği’nde BPPV tanısı almış, toplam 66 hasta dahil edildi. Tüm hastalara bir haftalık fiziksel aktiviteyi değerlendirmek için Uluslararası Fiziksel Aktivite Anketi Uzun Formu (UFAA) ve bir yıllık fiziksel aktiviteyi değerlendirmek için Fiziksel Aktivite Alışkanlığını Değerlendirme Anketi (FAADA) uygulandı. Çalışmaya dâhil edilen 66 hasta için; BPPV’de tam bir iyileşme sağlanana kadar uygulanan her bir manevra, manevra sonrası alınan faydayı belirlemek için BPPV tanısı aldıktan sonra yapılan ilk manevrada iyileşenler, yapılan iki manevrada iyileşenler ve yapılan üç manevrada iyileşenle şeklinde üç gruba ayrıldı. Elde edilen sonuçların istatistiksel analizleri IBM SPSS Statistics Base 25.0 (IBM SPSS Statistics for Windows, IBM Corp. Released 25.0.0, Armonk, NY: IBM Corp.) ile değerlendirildi. İstatistiksel anlamlılık için p değerinin 0.05’in altında olması anlamlı kabul edildi. Bulgular: Çalışmaya yaş ortalaması 56,26 ± 15,003 olan BPPV tanısı konmuş 47 kadın, 19 erkek toplam 66 hasta dâhil edildi. Benign paroksismal pozisyonel vertigoda tam bir iyileşme sağlanana kadar uygulanan her bir manevra sayısı için bağımsız üç grup ile bir haftalık anket skorları arasında anlamlı bir fark bulunamamıştır (p>0,05). Benign paroksismal pozisyonel vertigoda tam bir iyileşme sağlanana kadar uygulanan her bir manevra sayısı için bağımsız üç grup ile bir yıllık anket skorları arasında anlamlı bir fark bulunmuştur (p<0,05). Gruplar arası karşılaştırmada ise bir manevra ve iki manevra bir yıllık anket skorları arasında anlamlı fark bulunmuştur (p<0,05). Sonuç: Sonuç olarak çalışmamız, BPPV tanısı almış hastalarda manevrada alınan fayda ile fiziksel aktivite arasındaki ilişkinin belirlenmesinde destekleyici bilgi sağlamıştır. Çalışmamızın sonucuna göre son bir yıl içindeki günlük fiziksel aktivite skoru düşük elde edilen kişilerde BPPV tedavisi için daha fazla sayıda manevra gerektiği saptanmıştır. Son bir hafta içindeki günlük fiziksel aktivite skorunun ise BPPV tedavisi için manevra sayısını etkilemediği saptanmıştır. İleri çalışmalar için ise BPPV tanısı almış hastalarda yaş gruplarının ve kanal tutulumunun daha fazla sayıdaki popülasyonda değerlendirme yapılmasının faydalı olabileceği kanaatindeyiz. Objective: The aim of this study is to determine the relationship between the benefit after maneuver and the frequency of physical activity in individuals diagnosed with benign paroxysmal positional vertigo (BPPV). Material and Methods: A total of 66 patients who were diagnosed with BPPV in 2021 at Başkent University Ankara Hospital, Department of Otorhinolaryngology, Audiology Clinic were included in the study. All patients were administered the International Physical Activity Questionnaire (IPAQ) to assess one-week physical activity and the Physical Activity Assessment Questionnaire (PAAQ) to evaluate one-year physical activity. For 66 patients included in the study; Each maneuver performed until complete recovery in BPPV was divided into three groups as those who recovered in the first maneuver after diagnosis of BPPV, recovered in two maneuvers, and recovered in three maneuvers to determine the benefit after the maneuver. Statistical analyzes of the obtained results were evaluated with IBM SPSS Statistics Base 25.0 (IBM SPSS Statistics for Windows, IBM Corp. Released 25.0.0, Armonk, NY: IBM Corp.). For statistical significance, a p value below 0.05 was considered significant. Results: A total of 66 patients, 47 women and 19 men, diagnosed with BPPV, with a mean age of 56.26 ± 15.003, were included in the study. No significant difference was found between the three independent groups and the one-week questionnaire scores for each maneuver performed until a complete recovery in benign paroxysmal positional vertigo (p>0.05). A significant difference was found between the three independent groups and the one-year questionnaire scores for each maneuver performed until complete recovery in benign paroxysmal positional vertigo (p<0.05). In the comparison between the groups, a significant difference was found between the one-year survey scores of one maneuver and two maneuvers (p<0.05). Conclusion: In conclusion, our study provided supportive information in determining the relationship between the benefit of maneuver and physical activity in patients diagnosed with BPPV. According to the results of our study, it was determined that more maneuvers were required for BPPV treatment in people with low daily physical activity scores in the last year. It was determined that the daily physical activity score in the last week did not affect the number of maneuvers for BPPV treatment. For further studies, we believe that it may be useful to evaluate age groups and duct involvement in a larger number of populations in patients diagnosed with BPPV.
  • Item
    Periodontitis nedeniyle çekilen dişler yerine yerleştirilen implantlar ve doku ogmentasyonu ihtiyacı
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2022) Akıncı, Seray; Alaaddinoğlu, Emine Elif
    Bu çalışmanın amacı retrospektif olarak, çekilen dişin periodontitis evresinin, o bölgeye yerleştirilen implantın ogmentasyon ihtiyacı üzerine etkisini konik ışınlı bilgisayarlı tomografi (KIBT) üzerinde yapılan planlama ile değerlendirmekti. Ogmentasyon gerektiren vakalar daha sonra daha dar ve/veya daha kısa implant uygulamaları ile tekrar değerlendirildi. Diş çekimi endikasyonu veren hekimin bu kararına etki eden olası faktörler incelendi. Klinik pratikte uygulanan implantlarla KIBT üzerinde dijital olarak planlanan tedavi arasındaki uyum karşılaştırıldı. Çalışmaya yaş ortalaması 59,52 ± 13,26 olan 61 kadın toplam 127 birey dahil edildi. Bu bireylere ait 233 dişin çekim öncesinde periodontitis evreleri panoramik radyografilerde belirlendi. Evre I/II 81 (%34,7) diş ve evre III/IV olan 152 (%65,3) dişin çekildiği tespit edildi. Keser, premolar ve molar dişler için sırasıyla 3,3/4,1/4,8 mm çapında ve 10 mm uzunluğunda implantlar dijital olarak KIBT üzerinde yerleştirildi. İmplant cerrahisinin standart (SC), eş zamanlı ogmentasyon (EZC) veya aşamalı ogmentasyon (AC) ihtiyacı kaydedildi. Daha sonra aynı durum dar (4,1 mm yerine 3,3 mm ve 4,8 yerine 4,1 mm çapında) ve/veya kısa (6 veya 8 mm uzunluğunda) implant planlaması için belirlendi. Uygulanan implantların %38,6’sının SC, %44,2’sinin EZC ve %17,2’sinin AC ile yerleştirildiği belirlendi. Çekilen diş tipine uygun çap ve boyda implant planlandığında %56,7’sinin SC, %27’sinin EZC ve %16,3’ünün AC ile dijital olarak yerleştirilebildiği gözlendi. Periodontitis evre I/II ve evre III/IV grupları için ogmentasyon ihtiyaçları karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir fark belirlenmedi. Periodontitis evresi (evre I/II ve evre III/IV), diş bölgesi, anatomik oluşumlara mesafe, B-L genişlik, vertikal yükseklik, cinsiyet ve yaşın ogmentasyon ihtiyacı (SC, EZC, AC) üzerine etkisi incelendi. Oluşturulan modele göre en anlamlı faktörler bukkal kemik kalınlığı (p = 0,001), anatomik oluşumlara yakınlık (p = 0,001), diş bölgesi (p = 0,047) ve çekim sonrası ölçülen vertikal mesafe (p = 0, 015) olarak belirlendi. AC gerektiren vakaların (n=38) %84,2’si molar, %10,5’i premolar ve %5,3’ü keser diş bölgesindeydi. Bu durum molar dişlerin diğer diş bölgelerine oranla 2-4 kat daha fazla AC gerektirdiğini gösterdi.İmplant çap ve/veya boyu azaltıldığında SC ile yerleştirilen implant oranı %82,8’e yükseldi, implantların sadece %5,2’si için AC ihtiyacı ortaya çıktı. Yerleştirilen implantların çapları planlanan implantlarla benzerken, boylarının dijital planlamaya göre daha uzun olduğu (10,37 ± 1,48 ve 9,08 ± 1,46) gözlendi. Hastanın cinsiyet ve yaşı, periodontitis evresi ve diş bölgesinin hekimlerin kararları üzerinde etkili faktörler olduğu görüldü. Protez ve endodonti uzmanları genellikle Evre I/II’de çekime karar verirken, periodontoloji uzmanlarının daha ileri evrelere kadar beklemeyi tercih ettiği belirlendi. Periodontitis evresi dental implantların ogmentasyon ihtiyacını doğrudan etkilememektedir. Anatomik oluşumlara yakınlık, bukkal kemik kalınlığı, vertikal kemik yüksekliği ve diş tipi gibi faktörlerin ogmentasyon ihtiyacını artırdığı ve cerrahiyi zorlaştırdığı sonucuna varılmıştır. Dar ve/veya kısa implant kullanımı daha az invaziv girişimlerle implant cerrahisini mümkün kılmaktadır.The aim of this study was to retrospectively evaluate the effect of the periodontitis stage of the tooth on the need for augmentation of the implant placed in that region with digital planning on cone beam computed tomography (CBCT). Cases requiring augmentation were then re-evaluated with narrower and/or shorter implant applications. Possible factors affecting the decision of the dentist who gave the indication of tooth extraction were examined. The treatment accuracy between implants applied in clinical practice and digitally planned counterparts on CBCT was compared. A total of 127 individuals were included in the study, including 61 women with an average age of 59.52 ± 13.26 years. The periodontitis stages of 233 teeth belonging to these individuals were determined in panoramic radiography prior to dental extraction. It was determined that 81 (34.7%) teeth with stage I/II and 152 (65.3%) teeth at stage III/IV were extracted. Implants with a diameter of 3.3/4.1/4.8 mm and 10 mm length, respectively, for incisor, premolar and molar teeth were digitally positioned on CBCT. The standard (ST), simultaneous augmentation (SIM) or staged (STG) augmentation needs of implant surgery were recorded. The same procedures were then determined for narrow (3.3 mm instead of 4.1 mm and 4.1 mm diameter instead of 4.8) and/or short (6 or 8 mm long) digital implant placement. It was determined that 38.6% of the implants were placed with ST, 44.2% with SIM and 17.2% with STG. When standard sized digital implants were planned, 56.7% of the implants could be digitally inserted with ST, 27% with SIM and 16.3% with STG. There was no statistically significant difference in augmentation needs between periodontitis stage I/II and stage III/IV groups. The effect of periodontitis stage (stage I/II and stage III/IV), tooth type, distance to anatomic structures, B-L width, vertical height, gender, and age on augmentation need (ST, SIM, STG) was examined. According to the model, the most significant factors were buccal bone thickness (p = 0.001), proximity to anatomic structures (p = 0.001), tooth type (p = 0.047) and vertical distance (p = 0, 015) measured after dental extraction. 84.2% of cases requiring STG (n=38) were in the molar area, 10.5%were premolars and 5.3% were incisors. This showed that molar teeth require 2-4 times more STG than other tooth types. When the implant diameter and/or length were reduced, the rate of implant implants placed with ST increased to 82.8%, resulting in the need for STG for only 5.2% of implants. The diameters of the implants were similar, but their length was longer than digitally placed implants (10.37 ± 1.48 vs 9.08 ± 1.46). It was found that the patient's gender and age, periodontitis stage and tooth location were influential factors in the decisions of dentists for dental extraction. Prosthetics and endodontics specialists usually decide to extract in stage I/II, while periodontologists prefer to wait until later. Periodontitis stage does not directly affect the need for augmentation of dental implants. It has been concluded that factors such as proximity to anatomical formations, buccal bone thickness, vertical bone height and tooth type increase the need for augmentation and complicate surgery. The use of narrow and/or short implants makes implant surgery possible with less invasive interventions.
  • Item
    Primipar gebelerde psikososyal sağlık düzeyinin anne bebek bağlanması ile ilişkisi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2022) Esen, Arzu; Taşkın, Lale
    Gebelikte kadının psikolojisini ve sosyal yaşamını olumsuz etkileyen faktörler, anne ve çocuk sağlığını bozmaktadır. Literatürde, gebelikte genellikle göz ardı edilen psikososyal sağlığın da fiziksel sağlık kadar önemli olduğu ve ön planda tutulması gerektiğine işaret edilmektedir. Gebenin sosyal çevreye iyi bir şekilde uyum gösterebilmesi ve yaşadığı sosyal çevrede sağlığını bozabilecek olumsuzlukların olmaması için gebenin değerlendirilmesi ve ihtiyaç duyduğu psikososyal bakım hizmetlerinin sunulması önemlidir. Gebelerin psikososyal değerlendirmeleri annenin bebeğiyle bağlanması açısından da oldukça önemlidir. Araştırma Kastamonu Şehir Hastanesi’nin Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniği’ne başvuran primipar gebelerle yürütülmüştür. Araştırmanın örneklemini 15.11.2021-15.12.2021 tarihleri arasında Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniği’ne başvuran 232 gönüllü gebe oluşturmuştur. Veriler üç form ile toplanmıştır. Araştırmacı tarafından hazırlanan 15 maddelik Gebe Bilgi Formu ve Gebelikte Psikososyal Sağlığı Değerlendirme Ölçeği (GPSDÖ) gebelere uygulanmıştır. Doğumdan sonra iki hafta içinde gebeler telefonla aranmış ve Anne Bebek Bağlanma Ölçeği (ABBÖ) araştırmacı tarafından annelere soru yöneltilerek doldurulmuştur. İstatistiksel analizler SPSS (IBM SPSS Statistics 24) program, “Mann-Whitney U” test (Z-tablo değeri), “Kruskal-Wallis H” test (χ2-tablo değeri) testleri kullanılarak analiz edilmiştir. Normal dağılıma sahip olmayan iki nicel değişkenin ilişkilerinin incelenmesinde “Spearman” korelasyon katsayısı kullanılmıştır. Gebelerin GPSDÖ’den aldıkları toplam puan ortalamasının 4,02±.0,35 Anne Bebek Bağlanma Ölçeği (ABBÖ) toplam puan ortalamasının ise 1,77±1,62 saptanmıştır. GPSDÖ tüm alt boyutlarının kadının yaşı, mesleği, eğitim durumu, gelir düzeyi, gebeliğin planlı olup olmamasından etkilendiği saptanmıştır. ABBÖ ile GPSDÖ alt boyutları ve toplam puanı arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunamamıştır (p>0,05). Psikososyal sağlık düzeyiyle anne bebek bağlanması arasındaki ilişkiyi ve etkileyen faktörleri inceleyen kanıt düzeyi yüksek daha fazla araştırma yapılması önerilebilir. Bu çalışmanın farklı bölgelerden örneklem seçilerek daha büyük bir örneklem grubunda yapılması, farklı sosyokültürel bölgelerdeki özellikleri ortaya çıkarması bakımından önerilir. Factors that negatively affect a woman's psychology and social life during pregnancy harm mother and child health. In the literature, it is pointed out that psychosocial health, which is often ignored during pregnancy, is as important as physical health and should be prioritized. Evaluation of the pregnant and her psychosocial care needed by the pregnant are important for the adaptation to the social environment and avoid the adverse effects that may impair her health in the social environment in which she lives. Psychosocial evaluations of pregnant women are also critical regarding the mother's binding with her baby. In this research, was conducted on primiparous pregnant women who applied to the Gynecology and Obstetrics Clinic of Kastamonu City Hospital. The study sample consists of 235 voluntary pregnant women who apply to the Obstetrics and Gynecology Polyclinic between 15.11.2021 and 15.12.2021. Data were collected in three separate forms. Two of them which applied to pregnants are 15-item Pregnant Information Form (PIF) prepared by the researcher and Psychosocial Health Assessment Scale in Pregnancy (PHASP). The third one, filled by researcher, according to answers that asked questions by phone call to mothers in two weeks after birth is Mother and Baby Binding Scale (MBBS). Statistical analyzes were analyzed using SPSS (IBM SPSS Statistics 24) program, “Mann-Whitney U” test (Z-table value), and “Kruskal-Wallis H” test (χ2-table value). “Spearman” correlation coefficient was used to examine the relationships of two quantitative variables that do not have a normal distribution. The mean total score of pregnant women in the PHASP was 4.02±.0.35, which is reasonable, while the mean MBBS total score of the women was a solid 1.77±1.62. It was determined that MBBS was affected by social pressure and the influence of this pressure on the spouse. At the same time, PHASP sub-dimensions were positively or negatively affected by the woman's age, occupation, education level, and income level, and whether the pregnancy was planned or not. No statistically significant correlation was found between MBBS and PHASP sub-dimensions and the total score (p>0.05). It may be recommended to more research with high level of evidence examining the relationship between the level of psychosocial health and Mother and Baby Binding Scale (MBBS) and the factors affecting it. It is recommended that this study be carried out in a larger sample group by selecting samples from different regions, in order to reveal the characteristics in different sociocultural regions.
  • Item
    Menopoz dönemindeki kadınların fitoöstrojen içerikli beslenme durumunun osteoporoz riski ve yaşam kalitesi üzerindeki etkisinin incelenmesi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2022) Kade, Aslıhan; Akçil Ok, Mehtap
    Bu çalışma menopoz dönemindeki kadınların fitoöstrojen içerikli bazı besinleri tüketme durumuna göre osteoporoz riskleri ve yaşam kaliteleri arasındaki ilişkiyi incelemek için yapılmıştır. Çalışma Aralık 2021-Şubat 2022 tarihleri arasında, sosyal medya üzerinden çalışmaya katılmaya gönüllü olan 40-60 yaş arası osteoporoz tanısı almamış 116 kadın ile yürütülmüştür. Bireylere, demografik özellikleri, sağlık durumları ve beslenme alışkanlıkları ve menopozal özellikleri ile ilgili sorular, çevrimiçi anket yöntemiyle uygulanmıştır. Bireylerin 20 fitoöstrojen içerikli besin için besin tüketim sıklığı ve aylık tüketim miktarları alınmıştır. Fitoöstrojen besinler literatürdeki sınıflandırmaya göre fitoöstrojen alt besin gruplarına ayrılmıştır. Bireylerin osteoporoz riski BBORS (Birinci Basamakta Osteoporoz Risk Skalası), yaşam kaliteleri (Menopoza Özgü Yaşam Kalitesi Ölçeği) ve Depresyon Stres Anksiyete (DASS-21) ölçeği ile değerlendirilmiştir. Katılımcıların yaş ortalaması 52.53±4.86 yıl, menopoz yaşı ortalaması 46.66±4.7 yıldır. Bireylerin BKİ ortalaması 25.93±4.35 kg/m² ‘dir. Bireylerin BBORS Risk puanı 20.89±4.31 ile hafif risk sınıfındadır. Bireylerin en sık ve fazla miktarda tükettikleri fitoöstrojen içerikli besinler; domates, çay ve elmadır (sırasıyla 103.22±70.51 gr/gün, 82.59±24.11 ml/gün, 63.23±39.57 gr/gün). Bu çalışmada bireylerin fitoöstrojen içerikli besinlerden lahana tüketiminin MÖYKÖ vazomotor alt alan puanı ile, keten tohumu tüketiminin, cinsel alt alan puanı ile, yeşil fasulye ve üzüm suyu tüketiminin fiziksel alt alan puanı ile pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişkisi olduğu bulunmuştur (r= 0.263, r = 0.215, r= 0.242, r= 0.200) (p<0.05). Bireylerin günlük brüksel lahanası tüketim miktarı ile osteoporoz riski arasında istatistiksel olarak anlamlı negatif yönde bir ilişki belirlenmiştir (r=-0.278) (p<0.05). Bezelye tüketim miktarı ile DASS-21 ölçeği alt boyut puanlarından olan anksiyete arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif yönde bir ilişki bulunmuştur (r=0.2018) (p<0.05). Bireylerin MÖYKÖ alt boyut puanlarından olan, vazomotor alan puanı ile lignan içerikli besinlerin tüketim miktarları arasında istatistiksel olarak anlamlı düşük düzeyde pozitif yönlü bir ilişki saptanmıştır (r=0.275) (p<0.05). Bireylerin fitoöstrojen besin grupları ile DASS-21 ve BBORS ölçekleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamıştır (p>0.05). Bireylerin, BKİ, yaş, ara ve ana öğün sayıları ile BBORS puanı arasında istatistiksel olarak anlamlı negatif yönlü bir ilişki tespit edilmiştir (p<0.05). Bu çalışmada katılımcıların, MÖYKÖ ve DASS-21 ölçekleri arasında anksiyete ve cinsel alan puanı hariç anlamlı pozitif yönde bir ilişki bulunmuştur (p<0.05). Sonuç olarak fitoöstrojen içerikli besinlerin tüketim durumunun, menopoza özgü yaşam kalitesi ve osteoporoz riski üzerinde anlamlı bir etkisinin olmadığı sonucuna varılmıştır. Fitoöstrojen içerikli besin sayısının fazlalığı, fitoöstrojenlerin menopoz, osteoporoz ve diğer hastalıklarla ilişkileri hakkında sonuçların tutarsız olması sebebiyle bu konuda daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır. This study was conducted to examine the relationship between osteoporosis risks and quality of life in menopausal women according to their consumption of some phytoestrogen-containing foods. The study was conducted with 116 women aged 40-60 years who were not diagnosed with osteoporosis and volunteered to participate in the study via social media between December 2021 and February 2022. Questions about demographic characteristics, health status and nutritional habits and menopausal characteristics were applied to individuals by online questionnaire method. Food consumption frequency and monthly consumption amounts were taken for 20 phytoestrogen-containing foods of individuals. Phytoestrogen foods are divided into phytoestrogen sub-food groups according to the classification in the literature. Individuals' risk of osteoporosis was evaluated with BBORS (Osteoporosis Risk Scale in Primary Care), quality of life (Menopause-Specific Quality of Life Scale) and Depression Stress Anxiety (DASS-21) scale. The mean age of the participants was 52.53±4.86 years, and the mean age of menopause was 46.66±4.7 years. The mean BMI of the individuals participating in the study was 25.93±4.35 kg/m². Participants' BBORS Risk score of 20.89±4.31 is in the mild risk class. Phytoestrogen-containing foods that the participants consume most frequently and in large amounts; tomatoes, tea, and apples (103.22±70.51 g/day, 82.59±24.11 ml/day, 63.23±39.57 g/day). In this study, it was found that the consumption of cabbage, which is a phytoestrogen-containing food, was positively correlated with the vasomotor sub-area of the MENQOL, the consumption of flaxseed with the sexual sub-area score, and the consumption of green beans and grape juice with the physical sub-area score (r= 0.263, r = 0.215, r= 0.242, r= 0.200) (p<0.05). A statistically significant negative correlation was found between the daily consumption of brussels sprouts and the BBORS scale of the individuals participating in the study (r=-0.278) (p<0.05). A statistically significant positive correlation was found between the amount of pea consumption of the participants and the anxiety, which is one of the sub-dimension scores of the DASS-21 (r= 0.2018) (p<0.05). Statistically significant between the participants' vasomotor area scores, which are the sub-dimension scores of MENQOL, and the amount of containing lignan nutrients consumption. A low level of positive correlation was found (r=0.275) (p<0.05). There was no statistically significant relationship between the phytoestrogen food groups of the participants and the DASS-21 and BBORS scales (p>0.05). When the relationship between the number of main meal and snacks and the BBORS score was examined, a statistically significant negative relationship was found between BMI, age, the number of main meals and the number of snacks (p<0.05). A significant positive correlation was found except for the sexual area score (p<0.05). As a result, the phytoestrogen conten.t It was concluded that the consumption of foods with high nutritional value did not have a significant effect on the menopause-specific quality of life and osteoporosis risk. More studies are needed on this subject due to the high number of phytoestrogen-containing foods and the inconsistent results about the relationship of phytoestrogens with menopause, osteoporosis, and other diseases.
  • Item
    Bel ağrısında kinezyo bantlamanın ağrı, eklem hareket açıklığı ve dinamik denge üzerine akut etkisi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2022) Işık, İlayda Dilan; Özünlü Pekyavaş, Nihan
    Bu çalışmanın amacı kronik nonspesifik bel ağrısı olan hastalarda kinezyo bantlama uygulamasının ağrı, eklem hareket açıklığı ve dinamik denge üzerine akut etkisinin değerlendirilmesidir. Çalışmaya 48 hasta dahil edildi ve randomize olarak üç gruba ayrıldı. Tüm hastalar uygulama öncesi ve uygulamadan 45 dakika sonra ağrı (Görsel Analog Skala), eklem hareket açıklığı (Gonyometrik ölçüm) ve dinamik denge (Zamanlı Kalk Yürü Testi) açısından aynı fizyoterapist tarafından değerlendirildi. Çalışma grubunun transversus abdominis, rektus abdominis ve iliokostal kaslarına elastik terapatik bant ile kinezyo bantlama, plasebo grubunun yine aynı kaslarına, aynı şekilde flaster bant ile bantlama yapıldı ve kontrol grubuna herhangi bir uygulama yapılmadı. Çalışma verilerinin analizinde SPSS Version 22.0 istatistik programı kullanıldı. Tüm parametrelerde kinezyo bantlama grubu anlamlı bir farka sahip idi. (tüm p<0,05). Plasebo grubunda ağrı, fleksiyon, sola lateral fleksiyon ve zamanlı kalk yürü testinde anlamlı bir fark bulunurken (tüm p<0,05), ekstansiyon ve sağa lateral fleksiyon değerlerinde anlamlı bir fark bulunmadı (tüm p>0,05). Kontrol grubunda ise yalnızca ağrıda anlamlı bir fark bulundu (p=0,012). Ayrıca yine tüm parametrelerde en büyük değişim kinezyo bant grubunda bulundu. Sonuç olarak kinezyo bandın, ağrı, eklem hareket açıklığı ve dinamik denge üzerinde plasebo banda göre daha büyük etki yaratabileceği düşünülmektedir. Kişilerin bu bantlama tekniğini günlük hayatta daha aktif kalarak kullanabileceğini düşünmekteyiz.The aim of this study was to evaluate the acute effect of kinesio taping on pain, range of motion and dynamic balance in patients with chronic nonspecific low back pain. The 48 patients were included in the study and were randomly divided into three groups.All patients were evaluated by the same physiotherapist in terms of pain (Visual Analog Scale), joint range of motion (Gonyometric measurement) and dynamic balance (Timed Up and Go Test) before and 45 minutes after the application. Kinesio taping with elastic therapeutic tape was applied to the transversus abdominis, rectus abdominis and iliocostal muscles of the study group, and the same muscles of the placebo group were taped with plaster tape in the same way, and no application was made to the control group. SPSS Version 22.0 statistical program was used to analyze the study data. The kinesio tape group had a significant difference in all parameters (all p<0.05). While there was a significant difference in pain, flexion, left lateral flexion and timed up-go test in the placebo group (all p<0.05), no significant difference was found in extension and right lateral flexion values (all p>0.05). A significant difference was found only in pain in the control group (p=0.012). In addition, the greatest change in all parameters was found in the kinesio tape group. As a result, it is thought that kinesio tape may have a greater effect on pain, range of motion and dynamic balance than placebo tape. We think that people can use this taping technique by staying more active in daily life.
  • Item
    Üniversite öğrencilerinde boyun ağrısı ile ilgili faktörlerin incelenmesi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2022) Alp, Nur; Yürük, Z. Özlem
    Bu çalışmanın amacı; subjektif boyun ağrısı şikâyeti olan üniversite öğrencilerinde ağrı ile fonksiyonellik, fiziksel aktivite, uyku kalitesi, yorgunluk şiddeti, teknoloji kullanımı ve kaygı arasındaki ilişkiyi incelemek ve ağrısı olmayan bireyler ile karşılaştırmaktı. Çalışmaya Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu’nda öğrenim gören 18-25 yaş aralığında 103 erkek ve 371 kadın toplamda 474 birey dahil edildi. Bireyler İskandinav Kas İskelet Sistemi Sorgusu’na göre boyun ağrısı olan bireyler (n=166) ve boyun ağrısı olmayan sağlıklı bireyler (n=308) olarak iki gruba ayrıldı. Çalışma “Google Forms” aracılığıyla yürütüldü. Boyun ağrısı olan grupta ağrı şiddetini ölçmek için Numerik Ağrı Skalası kullanıldı. Bireylerin fonksiyonel durumu Boyun Özür Anketi; fiziksel aktivite düzeyi Uluslararası Fiziksel Aktivite Ölçeği Kısa Form; uyku kalitesi Pittsburg Uyku Kalitesi İndeksi; yorgunluk şiddeti Yorgunluk Şiddet Ölçeği; teknoloji bağımlılığı Akıllı Telefon Bağımlılık Ölçeği ve kaygı düzeyi Durumluk-Sürekli Kaygı Ölçeği ile değerlendirildi. Çalışmaya dahil edilen bireylerin yaş, vücut kütle indeksi, sigara ve ağrı kesici kullanma durumu her iki grupta birbirine benzerdi (p>0,05). Cinsiyet ve ağır yük taşıma durumunda gruplar arası fark bulundu (p<0,05). Çalışmada her iki grup arasında fonksiyonel durum, uyku kalitesi, yorgunluk şiddeti, teknoloji bağımlılığı ve sürekli kaygı değerleri açısından anlamlı fark olduğu saptandı (p<0,05). Fiziksel aktivite düzeyi ve durumluk kaygı değerleri ise gruplar arasında benzerdi (p>0,05). Ağrı şiddeti ile fiziksel aktivite düzeyi arasında pozitif yönde anlamlı zayıf bir ilişki bulundu (p<0,05). Ağrı şiddeti ile fonksiyonel durum, uyku kalitesi, yorgunluk şiddeti, teknoloji kullanımı ve kaygı düzeyleri arasında ilişki bulunmadı (p>0,05). Sonuç olarak; boyun ağrısı olan bireylerin fonksiyonel durumlarının ve uyku kalitesinin daha düşük olduğu; yorgunluk şiddeti, teknoloji bağımlılığı ve kaygı düzeylerinin daha yüksek olduğu görüldü. Bununla birlikte ağrı şiddeti ile diğer faktörler ilişkili bulunmadı. Üniversite öğrencilerinde boyun ağrısı ile ilgili olabilecek faktörlerin değerlendirilmesinin ve erken belirlenmesinin fizyoterapi için yol gösterici olacağını düşünmekteyiz. The aim of this study was to determine the relationship between pain, functionality, physical activity level, sleep quality, fatigue severity, technology usage, and anxiety in university students with subjective neck pain and compare them with individuals without neck pain. A total of 474 individuals, 103 men, and 371 women, aged 18-25 years, studying at the Vocational School of Health Services, were included in the study. Individuals were divided into two groups individuals with neck pain (n=166) and individuals without neck pain (n=308) according to the Nordic Musculoskeletal Questionnaire. The study was conducted via “Google Forms”. The Numerical Pain Scale was used to measure the pain severity of the neck pain group. Functional status of individuals was evaluated with Neck Disability Index; physical activity level with International Physical Activity Scale Short Form; sleep quality with Pittsburg Sleep Quality Index; fatigue severity with Fatigue Severity Scale, technology addiction was evaluated with the Smartphone Addiction Scale and anxiety level was evaluated with the State-Trait Anxiety Scale. Age, body mass index, smoking habit, and analgesic use of the individuals were similar in both groups (p>0.05). There was a difference between the groups in terms of gender and weight-bearing (p<0.05). In the study, a significant difference was found between the two groups in terms of functional status, sleep quality, the severity of fatigue, technology addiction, and trait anxiety (p<0.05). Physical activity level and state anxiety values were similar between the groups (p>0.05). A weak positive correlation was found between pain intensity and physical activity level (p<0.05). There was no relationship between pain severity and functional status, sleep quality, fatigue severity, technology use, and anxiety levels (p>0.05). As a result; individuals with neck pain had lower functional status and sleep quality; and had higher fatigue severity, technology addiction, and anxiety levels. Pain intensity was not associated with other factors. We think that the evaluation and early determination of the factors that may be related to neck pain in university students will be a guide for physiotherapy.
  • Item
    Sporcularda torakal omurgaya uygulanan manuel terapinin vertebral dizilime akut etkisi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2022) Güdücü, Kemal Eren; Yosmaoğlu, Hayri Baran
    Bu çalışmanın amacı postüral problemi ve ağrısı olmayan sporcularda torakal omurgaya yapılan manuel terapinin spinal segmentler üzerine anlık etkilerini incelemek amacıyla yapıldı. Çalışma randomize kontrollü ve değerlendirici tarafından tek kör klinik çalışma olarak gerçekleştirildi. Çalışmaya katılan 28 erkek sporcu, 14 uygulama grubu ve 14 sahte tedavi grubu randomize olarak ikiye ayrıldı. Her iki gruba da, sırt bölgesinin raster-stereografi görüntüleme yöntemi ile kinematik analizi alındı. Uygulama grubundaki sporcuların skapulanın inferior kısmındaki torakal omurgaya nefes alışverişinden sonra direkt manipülasyon uygulaması yapıldı. 14 kişilik sahte tedavi grubundaki katılımcılar yüzüstü uzanır şekilde pozisyonlandı. Klinisyen ellerin torakal bölge üzerinde yerleştirdi. Nefes alışverişinden sonra eller geri çekilip uygulama tamamlandı. Uygulama sonrası her iki gruptaki katılımcıların torakal ve lumbal vertebral dizilimi raster-stereografi görüntüleme yöntemi ile, kinematik olarak analiz edildi. Bu çalışma ile Torakal omurga üzerine yapılan manipülasyonun postür üzerine akut olarak kifotik açı ve vertebral rotasyon maksimum açısında kinematik değişiklik yarattığı, (p<0,05) lordotik açı, koronal imbalans, apikal deviasyon ve sagital imbalans anlamlı değişikliğin olmadığı bulunmuştur (p>0,05). Bu bulgular ışığında, torakal direkt manipülasyon uygulamasının akut kalıcı vertebral kinematik değişiklik yaratıyor olması terapötik amaçlı kullanımı açısından kanıt değeri taşıması değeriyle yol gösterici olabilir.The aim of this study was conducted to examine the immediate effects of manual therapy on the thoracic spine in athletes without any postural problems and pain on the spinal segments. The study was conducted as a randomized, controlled, and single-blinded clinical trial. The 28 male athletes participating in the study were randomly divided into two groups. In intervention group, direct manipulation was applied to the thoracic spine in the inferior part of the scapula of. In sham treatment group participants were positioned in the same way. The clinician’s hands were placed on the thoracic region. After inhalation and exhalation, the hands were withdrawn and the application was completed. Kinematic analysis of the thoracal and lumbar regions were conducted on both groups by photogrammetric method. Direct thoracic manipulation creates acute vertebral kinematic changes in kyphotic angle (p<0,05) and vertebral rotation max (p<0,05). There is no significant change in lordotic angle, apical deviation, sagittal imbalance and coronal imbalance (p>0,05). Acute kinematic effect of manipulation practices occurs only in practice region not other vertebral segments in spine. This can be a guide with its value as evidence for its therapeutic use.
  • Item
    Yetişkin inflamatuar bağırsak hastalarında diyet inflamatuvar indeksinin hastalık aktivitesi, depresif duygu durumu ve bazı biyokimyasal kan parametreleri ile ilişkisinin incelenmesi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2022) Yüksel, Büşra; Bayram, Sinem
    Yapılan bu araştırma, yetişkin inflamatuvar bağırsak hastalarında diyet inflamatuvar indeksinin(Dİİ) hastalık aktivitesi, depresif duygu durumu ve bazı biyokimyasal kan parametreleri ile arasındaki ilişkinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Çalışmaya, Gazi Üniversitesi Hastanesi Gastroenteroloji Polikliniğine Haziran-Ekim 2021 tarihleri arasında başvuran daha önce teşhis almış, 31 crohn hastaları ve 63 ülseratf kolit hastası olmak üzere 94 birey dâhil edilmiştir. Katılımcıların sosyo-demografik bilgileri, hastalık aktivite indeksleri, genel sağlık bilgileri ile bazı biyokimyasal kan parametreleri anket formuna kaydedilmiştir. Bireylerin diyet inflamatuvar indeks skorları, katılımcılardan alınan üç günlük besin tüketim kaydı ile hesaplanmıştır. Bireylerin diyet inflamatuvar indeks skorları dört quartile ayrılarak değerlendirme yapılmış ve quartillerin sayısal değeri arttıkça diyetin inflamasyon yükü de artış göstermiştir. Ayrıca bireylerin depresif duygu durumunu belirlemek amacıyla Beck Depresyon Ölçeği kullanılmıştır. Hastalık aktivitesini belirlemek için crohn hastalarında Crohn Hastalığı Aktivite İndeksi ve ülseratif kolit hastalarında ise Truelove-witts Klinik Aktivite İndeksi kullanılmıştır. Çalışmaya dâhil olan bireylerin yaş ortalamaları crohn hastaları(CH) için 42.0±11.1 yıl ve ülseratif kolit(ÜK) hastaları için 42.5±15.3 yıl olarak saptanmıştır. Bireylerin diyet inflamatuvar indeks skorları ortalaması -3.15 ± 0.9 olarak belirlenmiştir. Daha fazla hastalık aktivitesine sahip crohn ve ülsratif kolit hastalarında depresyon varlığı istatistiksel açıdan önemli saptanmıştır (p<0.05). Hem crohn hastalarının hem de ülseratif kolit hastalarının hastalık aktivitesi arttıkça istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde daha yüksek depresyon puanına sahip oldukları belirtilmiştir (p<0.05). Crohn hastaları ve ülseratif kolit hastaları arasında diyet inflamatuvar indeksi quartillerine göre önemli bir farklılık saptanmamıştır (p>0.05). Crohn hastalarının diyet inflamatuvar indeks quartillerine göre hastalık aktiviteleri arasında anlamlı farklılık belirlenmemiştir (p>0.05). Ülseratif kolit hastalarının diyet inflamatuvar indeks quartillerine göre hastalık aktiviteleri arasında anlamlı farklılık saptanmamıştır (p>0.05). Çalışmaya dahil olan katılımcıların kan biyokimyasal parametreleri diyet inflamatuvar indeks quartillerine göre incelendiğinde sadece CRP ve serum demir düzeyleri arasında anlamlı farklılık gözlenmiştir (p<0.05). Diyet inflamatuvar indeks quartillerine göre depresyon durumu arasında da anlamlı bir farklılık saptanmıştır (p<0.05). Yüksek diyet inflamatuvar indeks skorlarına sahip bireylerin düşük skorlara sahip olanlara göre diyetle aldıkları enerji, karbonhidrat, protein, yağ, doymuş yağ, çoklu doymamış yağ, omega-3, omega-6, kolesterol ile posa alım miktarları önemli şekilde düşük bulunmuştur (p<0.05). Diyet inflamatuvar indeksi düşük olan katılımcıların, günlük diyetle A vitamini, D vitamini, tiamin, riboflavin, niasin, vitamin B6, folik asit, vitamin B12, C vitamini, magnezyum, demir, çinko ile selenyum alımları Dİİ yüksek olan bireylere göre anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur (p<0.05). Sonuç olarak, inflamatuvar bağırsak hastalarında diyetin inflamatuvar indeksinin bireylerin duygu durumlarını ve bazı biyokimyasal parametreleri etkilediği gösterilmiştir. Bu çalışmanın sonuçlarına göre inflamatuvar bağırsak hastalığı olan bireylerde sağlıklı ve daha az inflamatuvar bir diyet ile inflamasyonun sebep olduğu birçok kronik hastalığın önlenebileceği yada geciktirilebileceği düşünülmektedir. In this study, it was aimed to determine the relationship between dietary inflammatory index (DII) and disease activity, depressive mood and some biochemical blood parameters in adult inflammatory bowel disease patients. The study included 94 individuals, 31 of whom were diagnosed with crohn's disease and 63 of whom were ulcerative colitis patients, who applied to the Gazi University Hospital Gastroenterology Polyclinic between June and October 2021. The participants' socio-demographic characteristics, general health information, disease activity indices and some biochemical blood parameters were recorded in the questionnaire. The dietary inflammatory index of the individuals was calculated by taking three-day food consumption records from the individuals. The dietary inflammatory index scores of the individuals were evaluated by dividing them into four quartiles, and as the numerical value of the quartiles increased, the inflammatory load of the diet also increased. In addition, Beck Depression Inventory was used to determine the depressive mood of individuals. The Crohn's Disease Activity Index in patients with crohn and the Truelove-witts Clinical Activity Index in ulcerative colitis patients were used to determine disease activity. The mean age of the individuals included in the study was 42.0±11.1 years for patients with crohn's (CH) and 42.5±15.3 years for patients with ulcerative colitis (UC). The mean dietary inflammatory index scores of the individuals were determined as -3.15 ± 0.9. Presence of depression was found to be statistically significant in crohn's and ulcerative colitis patients with more disease activity (p<0.05). It was stated that both crohn's patients and ulcerative colitis patients had a statistically significant higher depression score as the disease activity increased (p<0.05). There was no significant difference between Crohn's patients and ulcerative colitis patients according to dietary inflammatory index quartiles (p>0.05). There was no significant difference between the disease activities according to the dietary inflammatory index quartiles of Crohn's patients (p>0.05). There was no significant difference between disease activities according to dietary inflammatory index quartiles of ulcerative colitis patients (p>0.05). When the blood biochemical parameters of the individuals included in the study were examined according to the dietary inflammatory index quartiles, a significant difference was observed only between CRP and serum iron levels (p<0.05). There was also a significant difference between depression status according to diet inflammatory index quartiles (p<0.05). Individuals with high dietary inflammatory index had significantly lower intakes of energy, carbohydrate, protein, fat, saturated fat, polyunsaturated fat, omega-3, omega-6, cholesterol and fiber in daily diet compared to others (p<0.05). Individuals with a low dietary inflammatory index have a significantly higher daily intake of vitamin A, vitamin D, thiamine, riboflavin, niacin, vitamin B6, folic acid, vitamin B12, vitamin C, iron, magnesium, zinc and selenium compared to others (p<0.05). In conclusion, it has been shown that the inflammatory index of diet affects mood and some biochemical parameters in patients with inflammatory bowel disease. According to the results of this study, it is thought that many chronic diseases caused by inflammation can be prevented or delayed with a healthy and less inflammatory diet in individuals with inflammatory bowel disease.