Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Health Science Institute
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11727/1393
Browse
233 results
Search Results
Item Mizofoni belirtisi gösteren ve göstermeyen bireyler arasında short increment sensitivity index (SISI) test sonuçlarının karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Engün, Özgün; Erbek, Hatice SeyraGürültünün insan sağlığı üzerinde olumsuz etkiler yarattığı bilinmektedir. Bu etkiler işitsel ve işitsel olmayan problemler şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu sorunlardan bir tanesi de mizofonidir. Gürültüden rahatsız olma şeklinde açıklanan mizofoni literatürde ayrıntılı olarak açıklanmış bir konu değildir. Bu nedenle oldukça sınırlı sayıda araştırma bulunmaktadır. Bununla birlikte mizofoni hastalarının fizyolojik bulgularının araştırıldığı çok az sayıda çalışma vardır. Bu nedenle çalışmanın amacı mizofoni belirtileri gösteren ve göstermeyen kişilerin SISI testi sonuçlarının karşılaştırılmasıdır. Çalışmaya 18-50 yaş arasında mizofoni belirtisi gösteren ve göstermeyen 15’er kişi gönüllü olarak katılmıştır. Katılımcılara Amsterdam Mizofoni Ölçeği uygulanmış, otoskopik muayene ve odyolojik değerlendirme yapılmış ve ardından SISI testi uygulanmıştır. Analiz sonuçlarına göre mizofoni belirtisi gösteren bireylerle belirti göstermeyen bireyler arasında SISI Testi skorları, Saf Ses Odyometre değerlendirmesi ve Tedirgin Edici Ses Yüksekliği arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır. Noise is known to have negative effects on human health. These effects occur in the form of auditory and non-auditory problems. One of these problems is known as misophonia. Misophonia, which is defined as being disturbed by noise, is not a subject that is explained in literature in detail. Therefore, there is very limited research. However, there are very few studies investigating the physiological findings of patients with misophonia. Therefore, the aim of the study was to compare the SISI test results of individuals with and without symptoms of misophonia. 30 people between the ages of 18-50 with and without signs of misophonia participated voluntarily. Amsterdam Misophonia Scale was applied to the participants, otoscopic and audiological examination was performed and then SISI test was applied. According to results of analysis, there is no significant difference between the individuals with and without misophonia symptoms in terms of SISI test, Pure Tone Audiometry evaluation and Uncomfortable Loudness Level scores.Item Engelli bireylerin egzersize katılımına ilişkin algılarının incelenmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Sungur, Melih; Güven, BengüBu çalışma, engelli bireylerin egzersize katılımlarına ilişkin algılarının belirlenmesi amacıyla yapılmıştır. Çalışma, Ankara ilinde yer alan engelli derneklerinde, spor kulüplerinde, rehabilitasyon merkezlerinde 18-69 yaş aralığında ortopedik, görme ve işitme engelli kadın ve erkekler üzerinde gerçekleştirilmiştir. Araştırmaya 145 (%45,2) kadın, 176 (%54,8) erkek toplam 321 engelli birey katılmıştır. Katılımcıların 143’ü (%44,5) ortopedik engelli, 105’i (%32,7) görme engelli, 73’ü (%22,7) ise işitme engelli bireylerden oluşmaktadır. Katılımcıların egzersize ilişkin algılarını belirlemek amacı ile Sechrist, Walker ve Pender (1987) tarafından geliştirilen “Egzersiz Fayda Engel Ölçeği (EFEÖ)” kullanılmıştır. Elde edilen verilerin analizinde, 2 bağımsız gruptan oluşan alt problemlerde bağımsız örneklem t-testi, 2’den fazla bağımsız gruptan oluşan alt problemlerde ortalama farkı testi için ANOVA yapılmıştır. ANOVA yapmadan önce varyans homojenliği ise Levene testi yardımı ile kontrol edilmiştir. Ayrıca fark çıkan analiz sonuçlarında, farkın hangi gruptan kaynaklandığı Kruskal Wallis testi ile belirlenmiştir (p<0,05). Sonuç olarak Ankara ilinde yaşayan ortopedik, görme ve işitme engelli bireylerin egzersiz katılımına ilişkin algılarının cinsiyet, yaş, engel türü ve egzersiz yapıp yapmama durumuna göre farklılık gösterdiği söylenebilir. This study has been carried out in order to determine how disabled individuals perceive physical exercise participation. The study has been conducted in the associations for the disabled people, sports clubs and rehabilitation centers in Ankara. The participants were orthopedically disabled ,visually and/or hearing impaired men and women between the ages of 18-69. In total, 321 disabled individuals took part in the research, 145 (45,2%) of whom were female and 176 (54,8%) were male. 143 (44,5%) of the participants were orthopedically disabled, 105 (32,7%) were visually impaired and 73 (22,7%) had hearing disability. In order to determine the participants’ the perception of physical exercise, the “Exercise Benefits/Barriers Scale (EBBS)”, developed by Sechrist, Walker and Pender (1987), have been used. In the analysis of the obtained data, ANOVA was performed for unpaired t-test for sub-problems consisting of 2 independent groups and mean difference test for sub-problems consisting of more than 2 independent groups. Before performing ANOVA, homogeneity of variance was checked by Levene test. In addition, Kruskal Wallis test was used to determine which group caused the difference (p <0.05). As a result, it can be said that perceptions of orthopedic, visually and hearing disabled individuals living in Ankara regarding exercise participation differ according to gender, age, type of disability and whether or not to exercise.Item Poli-eter-eter-keton implantların çevre kemikte oluşturduğu streslerin sonlu elemanlar analizi ile incelenmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Ediboğlu, Engin; Akdeniz, Sıdıka SinemOral endoosseöz implantlar için ideal materyal seçimi; 1960’lı yılların sonuna doğru Branemark tarafından tanımlanan saf titanyumdur. Fakat tamamen metal içermeyen materyaller talep eden hastalar gün geçtikçe sayıca artmaktadır ve titanyumun bazı dezavantajları dolayısıyla dental implant için yeni materyal arayışları devam etmektedir. Çalışmamızın amacı geleneksel titanyum dental implantlara alternatif olarak kullanılabilecek %30 Kft-Peek ile %60 Kft-Peek materyallerinin simüle edilecek oklüzyon kuvvetleri karşısında, implant çevresindeki kortikal ve spongioz kemikte meydana gelecek stresleri, sonlu eleman analizi ile inceleyerek klinik uygulamalara ışık tutmaktır. Bu çalışmada; maksiller anterior, maksilla posterior, mandibula posterior bölgelerinin her biri; %30 Kft-Peek, %60 Kft-Peek ve titanyum materyallerinden tek üyeli implantlar yerleştirilerek modele edildi. Uygulanan dik ve oblik kuvvetlerin sonucunda bu modellerde; implantta ve kemikte oluşan stres değerleri, dağılımı ve yoğunlaşma bölgeleri incelendi. Araştırma üç boyutlu sonlu elemanlar stres analizi yöntemi ile statik lineer analiz yapılarak gerçekleştirildi. Analiz sonucunda, oluşturulan her 5 senaryodaki implant, implant çevresi kortikal kemikte ve spongioz kemikteki Von Misses stres, Maksimum asal stres ve Minimum asal stres değerleri ve stres dağılımları incelenmiştir. Oluşturulan her senaryoda %30 Kft-Peek implantın çevre kemikte oluşturduğu stres değerleri, titanyum ve %60 Kft- Peek implantlarının oluşturduğu stres değerlerinden daha yüksektir. Titanyum ve %60 Kft- Peek implantlar, biyomekanik olarak benzer davranışlar göstermiştir ve bu implantlar; %30 Kft-Peek implantlara göre gelen yükleri kemiğe daha homojen şekilde iletmişlerdir. Ayrıca bu çalışma sınırları dahilinde, oblik kuvvetlerin dik kuvvetlere karşı daha yıkıcı etkiye sahip olması ve daha yoğun kemik yapısının gelen kuvvetlere karşı daha iyi stres dağılımı gösterdiği belirtilmiştir.%60 Kft-Peek(Endolignâ) materyali; dental implant materyali olarak altın standart olan titanyuma benzer biyomekanik davranışlar sergilemiştir. Bu materyalin dental implant materyali olarak rutin kullanılması için; hayvan ve uzun dönem klinik çalışmalarla desteklenmesi gerekmektedir. Bu çalışma Başkent Üniversitesi Tıp ve sağlık Bilimleri Araştırma Kurulu tarafından onaylanmış (Proje no: DA19/04) ve Başkent Üniversitesi Araştırma Fonunca desteklenmiştir. Selection of the ideal material for oral endoosseous implants; towards the end of the 1960s, it was pure titanium as defined by Branemark. However, patients demanding completely non-metal materials are increasing in number and the search for new materials for dental implants continues due to some disadvantages of titanium. The aim of this study is to examine the stresses that will occur in the cortical and spongious bone around the implant in the face of occlusion forces of 30% Cfr-Peek and 60% Cfr-Peek materials that can be used as an alternative to traditional titanium dental implants, and to shed light on clinical applications by finite element analysis.In this study; single-tooth implants of 30% Kft-Peek, 60% Kft-Peek and titanium materials were modeled in each of the maxillary anterior, maxilla posterior, mandibular posterior regions. As a result of the applied vertical and oblique forces in these models; stress values, distribution and concentration areas in the implant and bone were examined. The study was carried out by using three dimensional finite element stress analysis and static linear analysis.Von Misses stress, maximum principal stress and minimum principal stress values and stress distributions in the implant, cortical bone and spongious bone in each of the 5 scenarios were examined. 30% Kft-Peek implants stress in the surrounding bone is higher than titanium and 60% Cfr-Peek implants. Titanium and 60% Cfr-Peek implants exhibited biomechanically similar behavior and these implants conducted stresses to bone more homogeneous than the 30% Cfr-Peek implants. In addition, it is stated that oblique forces have more destructive effect than vertical forces and denser bone structure shows better stress distribution against incoming forces. Within the limits of this study; the 60% Cfr-Peek material exhibited titanium-like biomechanical behavior as the gold standard for dental implant material. For the routine use of this material as a dental implant material; animal and long-term clinical studies are needed. This study was approved by Baskent University Institutional Review Board (Project no: DA19 / 04) and supported by Baskent University Research Fund.Item Dejeneratif servikal hastalığı olanlarda dinamik servikal manyetik rezonans görüntüleme bulgularının standart statik manyetik rezonans görüntüleme ve klinik bulgular ile korelasyonu(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Bayramoğlu, Mert; Yıldırım, TülinBu çalışmanın amacı dejeneratif servikal hastalık olgularında statik ve dinamik manyetik rezonans görüntüleme (MRG) bulguları arasındaki farklılıkların değerlendirilmesi ve klinik bulgular ile statik ve dinamik MRG bulguları arasındaki korelasyonun araştırılmasıdır. Hastanemize boyun ağrısı şikayeti ile başvuran 84 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. MRG öncesinde yapılan klinik muayene sırasında hastalar vizüel analog skala (VAS) ve boyun özürlülük indeksi (BÖİ) formları ile değerlendirilmiştir. Statik servikal MRG görüntülerinde C3-C7 düzeyleri arasından Kang skoru (KS), ligamentum flavum (LF) kalınlığı, spinal kanal ön-arka çapı (SKÇ), sagital hareket aralığı (ROM) ölçümleri yapılmış, aynı ölçümler dinamik MRG’ de tekrarlanmıştır. Nötr, fleksiyon ve ekstansiyon pozisyonlarında elde edilen veriler istatistiksel olarak karşılaştırılmış, ayrıca MRG bulguları ile VAS ve BÖİ skorları arasındaki ilişki de değerlendirilmiştir. Çalışmaya dahil edilen 84 olgunun (55 Kadın, 29 erkek) yaş ortalaması 51.32±7.29 dir. Nötr pozisyonda C4-5 ve C6-7 düzeylerinde (p<0.05), fleksiyon pozisyonunda C4-5 ve C6-7 düzeylerinde (p<0.05), ekstansiyon pozisyonunda C4-5 ve C6-7 düzeylerinde (Sırasıyla p<0.05; p<0.01) KS’ ları ile VAS puanları arasında pozitif yönlü korelasyon bulunmuştur. Tüm düzeylerde nötr-ekstansiyon ve fleksiyon-ekstansiyon pozisyonlarındaki KS’ ları arasında fark bulunmuştur (Sırasıyla p<0.05, p<0.01). Fleksiyon pozisyonunda C6pozisyonunda C6-7 düzeyinde VAS puanı ile LF kalınlığı arasında negatif yönlü ilişki bulunmuştur(p<0.05). Tüm düzeylerde nötr, fleksiyon ve ekstansiyon pozisyonlarındaki LF kalınlıkları arasında fark bulunmuştur (p<0.01). Fileksiyon pozisyonunda C4-5 düzeyinde SKÇ ile VAS puanı arasında negatif yönlü ilişki bulunmuştur(p<0.05).Tüm düzeylerde nötr, fleksiyon ve ekstansiyon pozisyonlarındaki SKÇ arasında fark bulunmuştur (p<0.01). Fleksiyonda C4-5 ve C6-7 düzeylerinde ölçülen SKÇ ile ROM arasında pozitif yönlü korelasyon bulunmuştur (Sırası ile p<0.05; p<0.01). Ekstansiyonda C6-7 düzeyinde ölçülen SKÇ ile ROM arasında negatif yönlü korelasyon bulunmuştur (p<0.05). Fleksiyonda C6-7 düzeylerinde ölçülen KS ile ROM arasında negatif yönlü korelasyon bulunmuştur (p<0.05). Çalışmamız dinamik MRG’nin, servikal kanal stenozu ve bu duruma katkı sağlayan faktörlerin görüntülenmesinde statik MRG’ ye üstün olduğunu göstermiştir. Dinamik MRG’ nin standart incelemeye ek olarak kullanılması operasyon planlaması için kullanışlı olabilir. Bununla birlikte her hasta için bu yöntemin kullanılması hasta konforu, zaman ve maliyet açısından uygun değildir. Çalışmamız fizik muayene, boyun ağrı ve özürlülük formlarının ek inceleme ihtiyacını belirlemek amacı ile kullanımının yeterli katkı sağlamadığını göstermektedir. Yalnız aksiyel boyun ağrısı şikâyeti bulunan hastalardan ziyade myelopati ve radikülopati semptomlarının bulunduğu hasta grubu ile yapılacak çalışmalar ile bu ilişkinin gösterilebileceğini düşünüyoruz. The aim of this study is to evaluate the differences between static and dynamic magnetic resonance imaging (MRI) findings in patients with degenerative cervical disease and to investigate the correlation between clinical and dynamic MRI findings. 84 patients admitted to our hospital with complaints of neck pain, were included in the study. During the clinical examination before MRI, the patients were evaluated with visual analog scale (VAS) and neck disability index (NDI) forms. Kang score (KS), ligamentum flavum (LF) thickness, spinal canal anteroposterior diameter (SCD), sagittal range of motion (ROM) among the C3-C7 levels were measured on static cervical MRI and the same measurements were repeated on dynamic MRI. The data obtained from the MRI in neutral, flexion and extension positions were compared statistically and the relationship between MRI findings and VAS and NDI scores were also evaluated. The mean age of 84 patients (55 females, 29 males) included in the study is 51.32 ± 7.29 years. Positive correlation was found between KS and VAS scores on C4-5 and C6-7 levels in neutral position (P <0.05), on C4-5 and C6-7 levels in flexion position (P <0.05), on C4-5 and C6-7 levels in extension position (respectively P <0.05; P < 0.01). There was a difference between KS at neutral-extension and flexion-extension positions at all levels (P <0.05, P <0.01, respectively). There was found a negative relationship between the VAS score and LF thickness in flexion position on level of C6-7 (P <0.05). There were differences in LF thickness at neutral, flexion and extension positions at all levels (P <0.01). A negative correlation was found between SCD and VAS score in flexion position (P <0.05) at C4-5 level. A significant difference was found between the values of SCD in neutral, flexion and extension positions at all levels (p <0.01). A positive correlation was found between SCD and ROM measured at C4-5 and C6-7 levels in flexion (P <0.05; P <0.01, respectively). A negative correlation was found between SCD and ROM measured at C6-7 level in extension (P <0.05). There was a negative correlation between KS and ROM measured at C6-7 levels in flexion (p <0.05).Our study showed that dynamic MRI is superior to static MRI in imaging of cervical canal stenosis and the factors contributing to this condition. The use of dynamic MRI in addition to standard inspection may be useful for diagnose, treatment and operation planning of degenerative cervical disease. However, this method is not suitable for each patient in terms of patient comfort, time and cost. Our study shows that the use of physical examination, neck pain and disability forms in order to determine the need for additional examination does not contribute sufficiently. We think that this relationship can be demonstrated by studies with patients who have symptoms of myelopathy and radiculopathy rather than patients with axial neck pain alone.Item Irak bağlamında Türkiye - ABD ilişkileri (1990 - 2003): Neoklasik realizme göre bir değerlendirme(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Aydın, Gökberk Aliyavuz; Eligür, Banuİkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve Soğuk Savaşın başlaması ile beraber Türkiye ve ABD, iki ülkenin güvenliği ve çıkarlarına ortak tehdit teşkil eden SSCB’ye karşı stratejik bir ittifak ilişkisi geliştirmişti. Bu ittifak ile Türkiye, Sovyetler Birliği’nden gelebilecek herhangi bir saldırıya karşı bir diğer süper gücün güvenlik şemsiyesi tarafından korunurken aynı zamanda stratejik konumu itibariyle ABD’den askeri ve ekonomik destek sağlayabiliyordu. ABD önderliğindeki Batı bloğu stratejilerinde ise Türkiye, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da Sovyet etkisinin yayılmasının önüne geçebilecek ve olası bir Sovyet işgaline karşı Batı Avrupa’nın güvenliğini sağlayabilecek bir kanat ülke görevi görüyordu. Bu dönem ikili ilişkilerde, özellikle Kıbrıs meselesi kapsamında krizlerin yaşandığı ve ilişkilerin gerildiği gözlemlenebilir, ancak ortak güvenlik politikaları ve uzun dönemde uyuşan küresel ve bölgesel çıkarlar ve NATO’nun sunduğu kurumsal işbirliği, stratejik ittifakın sürdürülmesini sağlamıştır. Bu tezin cevaplayacağı soru, Soğuk Savaş boyunca iki kutuplu sistem kapsamında güvenlik temelli yürütülen Türkiye - ABD ilişkilerinin, savaş sonrası ideolojik sınırlarla bölünmemiş ve ABD hegemonyasına dayalı tek kutuplu uluslararası yapıda farklılaşan güvenlik tehditleri ve tehdit algıları kapsamında nasıl şekillendiği ve yürütüldüğüdür. Buna bağlı olarak iki ülkenin ulusal çıkarlarının ve tehdit algılarının nasıl şekillendiği, iki ülkenin ulusal çıkar ve güvenlik kaygılarını tanımlarken nasıl ve hangi konularda farklılaştığı, bu amaç doğrultusunda yanıtlanacak sorular olacaktır. Tez, Türkiye - ABD ilişkilerini müttefiklikten stratejik ortaklık düzlemine taşıyan Irak merkezli politikaların aynı zamanda iki devlet arasındaki tehdit algılarının gözle görülür biçimde farklılaştığı alan olduğunu iddia etmektedir ve bu kapsamda verili tarihler (1990 - 2003) arasındaki ikili ilişkiler, devamlılıklar ve değişkenler ışığında Irak politikaları üzerinden incelenecektir. Liderlerin belirli demeçlerinin yanı sıra özellikle ABD bölümünde Ulusal Güvenlik Konseyi ve Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgeleri, daha kapsamlı bir analiz sunmak adına faydalanılacak birincil kaynaklar arasında yer almaktadır. Klasik realizmi sistemsel faktörlerin belirleyiciliği ile birleştirirken neorealizmi birinci ve kara kutu olarak ele aldığı ikinci imgeler ile barıştırmayı amaçlayan neoklasik realizm, güvenlik algılarının ve politikalarının oluşumunda devlet aygıtı içerisindeki değişkenleri hesaba katması sebebi ile açıklayıcı gücü oldukça yüksek bir kuramsal yol haritası sunmaktadır. Tez, kendisini yapısal bir teoriden ziyade dış politika teorisi olarak tanımlayan neoklasik realizmin, sistemin belirleyiciliği ışığında her iki devletin dış politikasındaki devamlılıkları, değişkenleri, tehdit ve fırsat algılarını ortaya koyabilmek açısından en elverişli kuram olduğunu savunmaktadır.With the end of the Second World War and the beginning of the Cold War, Turkey and the US developed a strategic partnership against the Soviet Union that represented a threat against both countries security and national interests.With this partnership, Turkey was able to be protected under the security banner of a super power from any sort of attack while also securing military and economic aid from the US. From the stand point of the Western Bloc led by the US, Turkey was a flank that could hinder Soviet influence in the Eastern Mediterranean and the Middle East and provide for the security of Western Europe in case of a potential Soviet attack. During this period, crises and tensions can be observed regarding the bilateral relations, especially in regard to the Cyprus issue. Nevertheless, the common security policies, mutual global and regional interests and the institutional cooperation under NATO, was able to sustain the partnership. The question that this thesis will answer is how the US - Turkey relations, that were almost entirely based on security policies during the bipolar era of the Cold War, were shaped and conducted in the US led unipolar post war era that was no longer divided by ideological borders, in relation to the diversifying security threats and threat assessments of the two countries. How the national interests and threat perceptions of both countries took shape and differed from each other on certain subjects, will be answered in relation to the research question. This thesis claims that the policies regarding Iraq, that elevated the bilateral relations from an alliance to strategic partnership, was also the area that the threat perceptions of the two countries began to differ explicitly. Hence, the bilateral relations from 1990 to 2003, will be analyzed in light of continuities and changes regarding the two countries Iraq policies. Primary sources such as Presidential documents regarding certain statements of leaders as well as National Security Council and National Security Strategy documents will be reviewed in order to provide a more comprehensive analysis. Neoclassical realism, which aims to entegrate first and second levels of analysis found in classical realism with the systemic level of analysis found in neorealism, serves as a theoretical road map with a high degree of explanatory power by taking unit level variables into account when explaining security perceptions and policies. This thesis claims that neoclassical realism, which defines itself as a foreign policy theory rather than a structural one, serves as the most convenient guide for analyzing the continuities, changes, threat and opportunity perceptions of both states in light of systemic pressures.Item Servikal disk patolojili hastalarda servikal vestibüler uyarılmış miyojenik potansiyeller bulgularının değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Durmuş, Elif; Erbek, Hatice SeyraSağlıklı ve normal işleyen bir servikal omurga, günlük yaşam aktivitelerinin gerçekleştirilmesinin temelidir. Servikal omurga deformiteleri, yumuşak dokularda değişiklikler sonucu ağrı, harekette limitasyon, sinir dejenerasyonu, vertigo, nöralji, baş dönmesi, gibi şikâyetler kişilerin yaşam kalitesini olumsuz etkileyebilir. 25 ila 60 yaş aralığında altmış kadın gönüllünün katıldığı çalışmamızda otuz kişi çalışma grubu olarak otuz kişi de kontrol grubu olarak belirlenmiştir. Başkent Üniversitesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Polikliniğine başvuran kadın hastalardan servikal patoloji tanısı alan ve servikal patoloji tanısı almayan gönüllülere Kulak Burun Boğaz Polikliniğinde muayeneleri yapıldıktan sonra servikal vestibüler uyarılmış miyojenik potansiyeller (sVEMP) testi yapılmıştır. Servikal patolojisi olan katılımcıların sağ kulak sVEMP ölçümlerinde p1 latansı 13,64±2,91, servikal patolojisi olmayan katılımcılarda p1 latansı 14,02±2,77 bulunmuştur. Yapılan istatistiksel analize göre iki grup arasındaki fark anlamlı bulunmamıştır (p˃0,615). Servikal patolojili grupta olan katılımcıların sağ kulak cVEMP ölçümlerinde n1 latansı 21,22±3,56, servikal patolojisi olmayan katılımcılarda sağ kulak cVEMP n1 latansı 21,40±4,16 bulunmuştur. İki grup arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır (p˃0,864). Servikal patolojisi olan katılımcıların sol kulak sVEMP ölçümlerinde p1 latansı 13,66±2,60, servikal patolojisi olmayan katılımcılarda p1 latansı 14,11±3,03 bulunmuştur. Yapılan analize göre iki grup arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır (p˃0,560). Servikal patolojisi olan katılımcıların sol kulak sVEMP ölçümlerinde n1 latansı 20,01±3,53, servikal patolojisi olmayan katılımcılarda n1 latansı 21,20±3,93 bulunmuştur. İki grup arasında ki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır (p˃0,241). Elde edilen bulgular doğrultusunda, servikal patolojisi olan kadınlarda vestibüler sistemi değerlendiren sVEMP değerlerinin etkilemediği bulunmuştur. Gelecekte servikal patolojisi olan bireylerde vestibüler sistemi değerlendirmede kullanılan diğer testler ile farklı çalışmalar yapılabilir. A healthy and fully functional cervical spine is crucial for the activities of daily living. Cervical spinal deformities, soft tissue damages and kanal içinde daralmalar may cause soreness, limitations of movement ability, nerve degeneration, vertigo, neuralgia and dizziness, therefore, they affect patient's quality-of-life negatively. A total of 60 female volunteers, aged 25 to 60 and applied to the Physical Therapy and Rehabilitation Policlinic, have participated in our study. Half of them, those who have diagnosed with cervical pathology, has been determined as the experimental group while the remaining half, those who haven’t diagnosed with cervical pathology, became the control group. Individuals of both groups did the cVEMP (cervical vestibular evoked myogenic potentials) test, following their examination in the Otorhinolaryngology Polyclinic. The p1 latency was found as 13.64±2.91 in right ear cVEMP evaluation of volunteers diagnosed with cervical pathology while it was 14.02±2.77 in the control group. According to the statistical analysis, the difference in p1 latency of right ears between two groups is insignificant (p˃0.615). The n1 latency was found as 21.22±3.56 in right ear cVEMP evaluation of the experimental group while it was 21.40±4.16 in the control group. The difference in the n1 latency of right ears between two groups is statistically insignificant (p˃0,864). The p1 latency was found as 13.66±2.60 in left ear cVEMP evaluation of volunteers diagnosed with cervical pathology while it was 14.11±3.03 in the control group. According to the statistical analysis, the difference in p1 latency of left ears between two groups is insignificant (p˃0,560). The n1 latency was found as 20.01±3.53 in left ear cVEMP evaluation of the experimental group while it was 21.20±3.93 in the control group. The difference in the n1 latency of left ears between two groups is statistically insignificant (p˃0.241). Considering the findings of this study, it can be said that the cVEMP test, evaluating the vestibular system, doesn’t produce different results between women who are diagnosed with cervical pathology and women who are not diagnosed. For further studies, it is possible to conduct research on patients with cervical pathology using other tests evaluating the vestibular system.Item Normal işiten yetişkinlerde geniş bant timpanometri ölçüm değerlerinin geleneksel timpanogram ölçümleri ile karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Ocak, Emre; Erbek, Selim SermedAmaç: Timpanometri orta kulak esnekliğinin (kompliyans),dış kulak kanalındaki basınç değişikliğine,bağlı olarak ölçülmesidir. Klasik timpanometri sıklıkla 226 Hertz (Hz) probe tonla uygulanmaktadır. 226 Hz ile 8000 Hz arasındaki tüm frekansları kapsayan ve dar bant klik uyaran,ile elde edilen yüzlerce timpanogramın üç boyutlu (3D) analizini sağlayan yöntem ise,geniş bant timpanometri (GBT) olarak isimlendirilmiştir. Bu çalışmada GBT ile elde edilen 3 boyutlu veriler içerisinden çıkartılacak 226 ve 1000 Hz timpanogramların geleneksel yöntemlerle elde edilen 226 Hz ve 1000 Hz timpanogramlar ile karşılaştırılması amaçlanmaktadır. Metodoloji: Bu çalışma herhangi bir otolojik şikayeti olmayan gönüllü sağlıklı bireyler üzerinde gerçekleştirilmiştir. Her katılımcıya saf ses odyometri, otoakustik emisyon, klasik 226 Hz ve1000 Hz timpanometri ve GBT yapılmıştır. Her bir kulak için timpanometrik tepe basıncı (TTB), kompliyans ve kulak kanalı hacimleri (Vol) ölçülmüştür. Klasik timpanometri ve GBT’de ölçülen bu parametreler sağ ve sol kulaklar için ayrı ayrı değerlendirilmiş ve iki cihazdan alınan sonuçlar istatistiksel olarak karşılaştırılmıştır. Sonuçlar: Çalışmaya 18-40 yaş aralığında 62 sağlıklı birey (124 kulak) katılmıştır. 226 Hz’de timpanometrik tepe basıncı için her iki cihazın ölçüm sonuçları istatistiksel olarak benzerdir. 1000 Hz’de timpanometrik tepe basıncı için her iki cihazın ölçüm sonuçları farklıdır. 226 Hz’de kompliyans için her iki cihazın ölçüm sonuçları istatistiksel farklıdır. 1000 Hz’de kompliyans için her iki cihazın ölçüm sonuçları istatistiksel olarak benzerdir. Gerek 226 Hz gerekse 1000 Hz’de kulak kanalı hacmi için her iki cihazın ölçüm sonuçları istatistiksel olarak benzerdir. Tartışma: Konvansiyonel timpanometre ile geniş bant timpanometre arasında kompliyans ve timpanometrik tepe basıncı parametreleri arasında frekans bazında farklılıklar olduğu dikkati çekmiştir. Geniş bant timpanometrinin konvansiyonel timpanometriye çeşitli üstünlükleri bulunmakla birlikte daha yaygın kullanımı için farklı etnisite ve yaş gruplarından daha fazla normatif veri toplanması gerektiğini düşünüyoruz. Aim: Tympanometry is the measurement of middle ear elasticity (compliance),due to pressure changes in the outer ear canal. Classical tympanometry is often performed with 226 Hertz (Hz) probe tone. Broadband tympanometry (GBT), which covers all frequencies between 226 Hz and 8000 Hz, provides three-dimensional (3D) analysis of,hundreds of tympanograms obtained with narrow-band click stimuli. In this study, it is aimed to compare 226 and 1000 Hz tympanograms to be extracted from 3D data obtained by GBT with 226 Hz and 1000 Hz tympanograms obtained by conventional methods. Methodology: This study was conducted on healthy volunteers without any otological complaints. Each participant received pure tone audiometry, otoacoustic emission, classical 226 Hz and 1000 Hz tympanometry and GBT. Tympanometric peak pressure (TTB), compliance, and ear canal volumes (Vol) were measured for each ear. These parameters, measured in classical tympanometry and GBT, were evaluated separately for the right and left ears and the results obtained from the two devices were compared statistically. Results: The study included 62 healthy individuals (124 ears) aged 18-40 years. The measurement results of both devices for tympanometric peak pressure at 226 Hz were statistically similar. The measurement results of the two devices for the tympanometric peak pressure at 1000 Hz are different. The measurement results of both devices for compliance at 226 Hz are statistically different. The measurement results of both devices for compliance at 1000 Hz are statistically similar. The measurement results of both devices for ear canal volume at both 226 Hz and 1000 Hz were statistically similar. Conclusion: It was noted that there were differences in frequency and compliance between conventional tympanometry and broadband tympanometer and compliance and tympanometric peak pressure parameters. Although broadband tympanometry has several advantages over conventional tympanometry, we think that more normative data should be collected from different ethnicities and age groups for its more widespread use.Item D Vitamini eksikliği olan hastalarda saf ses odyometri, multifrekans timpanometri , geçici uyarılmış otoakustik emisyon (teoae) işitmenin değerlendirmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Çayırgan, Tuğçe; Erbek, Selim S.Amaç : D vitamini, yağda eriyen vitaminler arasında yer alan ve uygun biyolojik ortamlarda vücut tarafından sentezlenebilen, hem hormon hem de hormon öncüleri olan bir çeşit steroldür. Kalsiyum , fosfor metabolizması ve kemik mineralizasyonunda önemli rol oynadığı bilinmektedir. D vitamini yetersizliği ve eksikliğinin, kardiyovasküler hastalıklar, kanser, metabolik hastalıklar, otoimmün hastalıklarla ve daha bir çok hastalıkla ilişkisi bulunmuştur. Daha önce D vitamini eksikliğinde işitme kaybını gösteren çalışmalar sınırlıdır. Bu nedenle bu çalışmada D vitamini eksikliğinin işitme kaybı üzerinde etkisi daha detaylı testlerle araştırılacaktır. Bu şekilde D vitaminin iç kulak ve işitme sistemi üzerine etkisinin ortaya çıkarılması beklenmektedir. Bireyler ve Yöntem : Çalışmaya son 6 ay içinde yaptırdığı biyokimyasal analizler sonucu D vitamini eksikliği tanısı almış 30 birey ve D vitamini yeterliliği tanısı almış 30 birey olmak üzere 18 - 60 yaş arası iki grup hasta alınmıştır. Çalışmaya dahil edilme kriterleri şöyle belirlenmiştir ; çalışmadan önce herhangi bir odyolojik rahatsızlık hikayesi olmayanlar, açık ve ya kapalı kafa travma öyküsü olmayanlar, D vitamini eksikliği tanısından sonra D vitamini takviyesi almaya başlamayanlar. Kontrol grubuna ise otoskopik muayenesi normal, ve son 6 ay içinde yaptırdığı test sonuçlarına göre D vitamini seviyeleri 26,02 ng/mL ve üzeri olan bireyler alınmıştır. Elde edilen verilerin analizi için IBM Statistics SPSS17 istatistik programı kullanılmıştır. Bulgular : Çalışmaya katılan D vitamini eksikliği tanısı almış bireylerin yaş ortalaması 32,30 ± 11,74 yıl olarak bulunmuştur. D vitamini yeterliliği tanısı almış bireylerin ise yaş ortalaması 39,70 ± 14,47 yıl olarak bulunmuştur. D vitamini eksikliği tanısı almış bireylerin ortalama D vitamini miktarı 12,28 ± 5,27 ng / mL iken Çalışmaya katılan tüm bireyler için normal tip timpanogram saptanmıştır (Tip A). Odyogram ve TEOAE sonuçlarına bakıldığında hem sağ hem de sol kulak için test edilen hiçbir frekansta istatistiksel açıdan anlamlı bir fark bulunamamıştır. Objective : Vitamin D is a both fat-soluble vitamin and hormone and hormone precursor sterols which can be synthesized endogenoulsy in suitable conditions. It is known to play an important role in calcium , phophorus metabolism and bone mineralization. Vitamin D deficiency have been associated with cardiovascular diseases , cancer, metabolic diseases, autoimmune diseases and many other diseases. Previous studies showing hearing loss in vitamin D deficiency are limited. Therefore, in this study, the effect of vitamin D deficiency on hearing loss will be investigated with more detailed tests. Expected to find out the effect of vitamin D in the inner ear hearing functions in this way. Individuals and Methods: As a result of the biochemical analyzes performed in the last 6 months, 30 individuals diagnosed with vitamin D deficiency and 30 individuals are diagnosed with vitamin D adequacy were included in the study. Inclusion criteria for participants are as follows ; those with a history of any audiological disease before the study are excluded, people with a history of open or closed head injury are excluded, those who start taking vitamin D supplements after diagnosis of vitamin D deficiency are excluded. In the control group, individuals with normal otoscopic examination, no history of head injury, and vitamin D levels above 26,02 ng / mL were included in the last 6 months. IBM Statistics SPSS 17 statistical program was used for the analysis of the data obtained. Results: The average age of individuals who is diagnosed with vitamin D deficiency is 32,30 ± 11,74 years. The average age of individuals who is diagnosed with vitamin D adequacy is 70 ± 14,47 years. The average level of vitamin D in individuals who is diagnosed with vitamin D deficiency is 12,28 ± 5,27 ng / mL and the average level of vitamin D in individuals who is diagnosed with vitamin D adequacy is 31,14 ± 3,79 ng/ mL . All individuals who is participated in this study has normal type tympanogram (Type A) . As conclusion of pure tone audiometry and TEOAE results, no statistically significant difference was found in any frequency tested for both right and left ear.Conclusion : Our findings do not show that vitamin D deficiency leads to the presence of auditory dysfunction that can be detected by pure tone audiometry and TEOAE tests.Item β-Hücre golgi cisimciliğinin glukolipotoksisiteye stres yanıtı(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Başçıl Tütüncü, Neslihan; Ataç, F. BelginTip 2 Diabetes Mellitus (Tip2DM) etyopatogenezinde genetik ve çevresel faktörlerin rol oynadığı önemli bir hastalıktır. Tip2DM ortaya çıkması için pankreas β-hücre sayısında ve/veya fonksiyonunda yetersizlik gelişmesi gerekmektedir. β-hücre kaybına neden olan en önemli faktör glukolipotoksisite ve buna bağlı gelişen endoplazmik retikulum stresidir. β- hücre gibi sekretuvar hücrelerde, endoplazmik retikuluma yansıyan her stresin Golgi cisimciğinde de hissedilmesi beklenmektedir. Endoplazmik retikulumdan gelen sekretuvar proteinlerin ileri modifikasyonu, veziküler transportu ve sekresyonunu sürdürebilmek için Golgi cisimciğinde de adaptif veya maladaptif moleküler değişikliklerin gerçekleşmesi tahmin edilmektedir. Daha önce yapılmış çalışmalarda, Golgi cisimciğinde fonksiyon kaybına neden olan toksik kimyasalların (Brefeldin A, Golgicide A, vb) bu organeli strese sokarak bir takım adaptif stres cevabı başlattıkları ve bu süreçte spesifik birtakım proteinlerin (ARF4, CREB3/TFE ve HSP 47 gibi) ifadelenmesinin ve/veya aktivitesinin arttığı gösterilmiştir. Bu kapsamda bu çalışmada INS-1E rat β-hücre hattı kullanarak hücrelerde palmitat, glukoz ve glukoz +palmitat ile lipotoksisite/glukotoksisite/glukolipotoksisite oluşturarak Golgi stresi yaratıldı. MTT testi ile hücrelerin canlılık oranları bakıldı. Daha sonra metabolik stres altındaki hücrelerde literatürde tanımlanmış stres proteinlerinin transkript düzeyinde ifadelenmesi incelendi. Her koşulda 8.,16., 24. ve 48. saatlerde Golgi cisimciği yapısal genlerinin, glikozilasyon genlerinin, ARF1, HSP47, CREB3 ve ARF4 genlerinin ifadelenme kat artışı değerlendirildi. Sonuç olarak bu çalışmada INS-1E rat β-hücrelerinde lipotoksisite/glukotoksisite/glukolipotoksisite sonrası ilk saatlerde Golgi cisimciği glikozilasyon enzimlerinden st3gal1 ifadelenmesinin ve golcisidlere cevapta önemli rol aldığı bilinen HSP47 (Serpin1)’in ifadelenmesinin arttığı tesbit edilmiştir. Metabolik toksik ortam uygulamasının 48.saatinde yani hücre canlılığının azaldığı geç saatlerde, CREB3 ifadelenmesinin anlamlı olarak arttığı gösterilmiştir. Bu çalışma literatürde β-hücrelerinde glukolipotoksisitenin golgi cisimciğine etkilerini irdeleyen ilk çalışmadır. Çalışmamızın daha ileri çalışmalara ışık tutacağı düşünülmektedir. Type 2 Diabetes Mellitus is an important disease with diverse polygenetic and enviromental factors in etiopathogenesis. Over the past decades, the central role of pancreatic β-cell dysfunction and loss have become increasingly appreciated. Glucolipotoxicity and its contribution to endoplasmic reticulum stress has been postulated to the worsening β-cell function and survival. In cells with high capacity of secretory function, work load on ER is assumed to be reflected to Golgi apparatus. Factors leading to ER stress is expected to converge adaptive and/or maladaptive changes in Golgi structural proteins, enzymes and secretory function. In this regard, there are documented Golgi stress proteins (TFE , HSP 47 CREB3/Luman, and ARF4,) of which genetic expression and/or activity have been increased after derangement of Golgi function with golcisides like Brefeldin A, Golciside A etc. We hypothesized that glucolipotoxicity in diabetes can trigger a Golgi stress response in pancreatic β-cells. In order to test a Golgi stress response in β-cells of a diabetic metabolic millue, we tried to create lipotoxicity/glucotoxcitiy/glucolipotoxicity in INS-1E rat β-cells with palmitic acid, glucose and both together and investigated the expression of the genes documented as Golgi stress proteins before in the literature. In this context palmitic acid, glucose and both together were applied to INS-1E rat β-cells and analysed at 8th, 16th, 24th and 48th hours. MTT assay was used for cell viability analysis. Expression rates of Golgi structural proteins, Golgi glycosylation enzymes, ARF1, HSP47, CREB3 ve ARF4 proteins were measured in all experimental conditions. In our study we determined an increase in expression levels of Golgi glycosylation enzyme stgal1 and HSP47 in the 8th hour of all experimental conditions. In the 48th hour, when the viability of most cells were lost, expression rate of CREB3 was found to be increased. Our study is the first one in English literature which investigated Golgi stress response in β- cells under lipotoxicity/glucotoxicity/glucolipotoxicity. HSP47 and CREB3 were found to be important mediators of Golgi stress response in β-cells under metabolic stress. In this regard, this study will form basis for further studies dealing with Golgi stress in diabetes mellitus.Item Çenelerde sık görülen odontojenik kist ve tümörlerin klinik ve radyolojik bulguları ile ki-67 ve p53 protein ekspresyon oranları arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Bulmuş, Burak; Akdeniz, Sıdıka SinemAğız diş ve çene cerrahisinde ana konulardan biri kistik lezyonların ayırıcı tanısıdır çünkü bazı odontojenik kistler (OK) agresif davranış ve nüks etme eğilimindedir. Ek olarak, en uygun cerrahi tedavi ve takibi belirlemek için kist ve çene tümörlerinin ayırıcı tanısını koymak önemlidir. Patolojinin tanısı klinik ve radyolojik özelliklere dayanmaktadır, ancak kesin tanı histopatolojiye dayanmaktadır. Mevcut retrospektif çalışma 2011-2016 arasında yapıldı ve değerlendirmeler histopatolojik raporlar ve panaromik filmler üzerinden ölçümlemeler ile gerçekleştirildi. Çalışmaya Başkent Üniversitesi Çene Hastalıkları ve Cerrahisi Kliniğinde tedavi edilen hastalardan 111 odontojenik kist ve tümör örneği alındı. Bu örnekler kist tipi, yaşı, cinsiyeti ve immünohistokimyasal boyama dağılımı için analiz edildi ve radyolojik bulgularla karşılaştırıldı. Bu çalışmanın sonuçlarına göre, Ki-67 ve p53 gen ekspresyon değerlerinin odontojenik keratokist grubunda anlamlı derecede yüksek olduğu bulundu. Odontojenik keratosistlerin radiküler kistlere ve dentigeröz kistlere göre daha yüksek malign transformasyon potansiyeli gösterdiği ortaya çıkmıştır. Ki-67 ve p53 gen ekspresyon oranları ile radyolojik ölçümler arasındaki ilişki kist-tümör gruplarına göre karşılaştırıldığında, sadece dentigeröz kist grubunda istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmuştur. Panoramik filmlerde dentigeröz kistlerin boyutsal karşılaştırmalarından sonra, agresif potansiyelin ilgili kist grubundaki ekspresyon hızı ile radyolojik ölçüm arasındaki anlamlı ilişki nedeniyle artan çapla arttığı söylenebilir. Bu, etkilenen dişlerle ilişkili dentigeröz kistlerinin klinik uygulamada en kısa sürede ortadan kaldırılması gerektiğini göstermektedir. One of the main issues in dental and oral maxillofacial surgery is the differential diagnosis of cystic lesions because few odontogenic cysts (OC) tend to aggressive behavior and relapse. In addition, it is important to make differential diagnosis of cysts and jaw tumors in order to determine the most appropriate surgical treatment and follow-up. The diagnosis of pathology is based on clinical and radiological features, but the definitive diagnosis is based on histopathology. The current retrospective study was conducted between 2011 and 2016 and evaluations were performed on histopathologic reports. 111 biopsy specimens of odontogenic cysts and tumors were retrieved from patients who were treated at the Maxillofacial Surgery Department of Başkent University were included into the study. These specimens were analyzed for the type of cyst, age, sex and immunohistochemical staining distribution and compared with radiologic findings.According to the results of this study, Ki-67 and p53 expression values were found to be significantly higher in the odontogenic keratocyst group than the other groups, and it was revealed that keratocysts showed higher malignant transformation potentials than radicular cysts and dentigerous cysts.When the relationship between Ki-67 and p53 expression rates and radiological measurements were compared according to cyst-tumor groups, there was a statistically significant relationship only in dentigerous cyst group. After the dimensional comparisons of dentigerous cysts in panoramic films, it can be said that the aggressive potential increases with increasing diameter due to the significant relationship between the expression rate in the relevant cyst group and radiological measurement. This suggests that dentigerous cysts associated with impacted teeth should be eliminated as soon as possible in clinical practice.