Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Health Science Institute

Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11727/1393

Browse

Search Results

Now showing 1 - 10 of 35
  • Thumbnail Image
    Item
    Başkent Üniversitesi hastanesi çalışanlarının mesleksel risk faktörleri ve davranışlarının değerlendirilmesi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2006) Turhan, Fatih; Turhan, Fatih
    Saglık çalısanları 24 saat hizmet veren ve vardiyalı sistemle çalısan bir gruptur. Çalısma ortamında saglık hizmeti sunarken saglıgına direk ve dolaylı etki eden risklere maruz kalır. Bu risklerin süresi ve iddeti önemlidir. Saglık çalısanları çalımsa ortamında enfeksiyon, radyasyon, fiziksel ve ruhsal açıdan isk altındadır. Bu risklerin bazıları çalısma ortamından kaynaklandıgı gibi bireysel yapılan yanlıs davranıslar sonucu da is kazası olarak ortaya çıkabilmektedir. Saglık çalısanı riskler konusundaki bilgisi, dikkati ve uygun davranısı risklere maruz kalmasına etki eden önemli faktörlerdir. Bazı riskler sonucu olusan tıbbi sorunlar tedavi edilebilir olmasına ragmen bazı hastalıkların tedavisi de günümüzde mümkün degildir. Saglık çalısanların risklerle karsılasması ve olusan sorunlar bireyin normal süresine ve yasam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Baskent Üniversitesine baglı Ankara Hastanesi ile Adana, Alanya ve Konya Uygulama ve Arastırma Merkezilerinde çalısan hemsire ve teknisyenlerin meslekler risklerini belirlemek, alınan tedbirleri tanımlamak ve sorunları tespit etmek için bu tanımlayıcı arastırma düzenlenmistir. Mayıs 2005-Haziran 2006 tarihleri arasında yapılan bu çalısmada hastanenin 6 ayrı bölümünde çalısan 1002 personel evren olarak kabul edilmis ve 701 saglık çalısanına (%70.1) ulasılmıstır. 41 sorudan olusan anket yardımıyla çalısanların tanımlayıcı bilgileri mesleksel risklerine ait bilgi düzeyleri, tutum ve davranısları ile maruz kaldıkları riskler çalıstıkları bölümlere göre tespit edilmis ve degerlendirilmistir. Arastırmada cevap verenlerin %45,6'sı kadın, %55,4'ü erkektir. %9,85'i ortaokul, %42,80'i lise, %25,58'i ön lisans, %20,96'sı lisans, %0,59'u yüksek lisans mezunudur. Ankete katılanların %70,3'ü uykusuzluk, %71,2'si yorgunluk, %53,2'si stres %48,7'si varis sikayetlerinden bahsetmektedir. Koruyucu olarak %98,2'si eldiven kullanmaktadır. %53,4'ü hasta ile çalısma esnasında stresle karsı karsıyadır. %65,4'ü psikolojik yıpranmadan bahsetmektedir. %92,3'ü hepatit-B nin asılamasını bilmektedir. %60,4'ü hepatit-B asısını yaptırmıstır. %80,7'si enjektör batması riski ile karsı karsıya kaldıgını bilmektedir. Acil polikliniklerde çalısanların %85'i sözel siddetle karsı karsıya kalmaktadır. Baskent Üniversitesi Saglık Kuruluslarında çalısanlarda mesleksel risk faktörlerine karsı bilgi düzeyleri, saglık risklerine karsı davranısları yüksek düzeyde olmasına karsın kurum olarak koruyucu ve bilgilendirme en üst seviyede olmasına ragmen egitim verilmeli ve periyodik olarak takip edilmelidir. Medical personel works by shift system and serves 24 hours a day. While serving medical transactions medical labor force undergoes either direct or indirect risky factors whice are hazardous to their health. Duration and severity of those risks are important. Medical personel is open to the isks of infection, radiation, all sorts of and mental illnesses . Some of those risks arise from the nviroment of working place, yet the others are result from mis behaviors as industrial accidents. Some of the medical questions arising from efore mentioned risks may be treated yet some are not curable. Althought some of these risk can be threatable, the others can not be threatable now a days. Medical personel is under risk of bad quality of life and short survive. This study aimed at the occupational isks of nurses and technicians, to define precautions among the workers of Baskent University Ankara Adana Alanya and Konya Hospital. Quality of life of medical personel in bad and their span of life is short too. This descriptive study aims at pointing out occupational risks for nurses and tecnicians and defining necessary precoutions. The study population was consisted of 1002 health worker and the sample size was calculated as 701 between the date of May-2005-June 2006 (70,1%) health worker. The questioniare consisted 41 questions which was deternined the lavel of knowledge he occupational risks of health workers, the atlitude and behaviours of workers, also exposures of isks the departmans. Among those,45,6 % were female, 55,4% were male, and educational status; ,85% secondary school, 42,80% high school, 25,58% undergraduate, 20,96% graduate, 0,59% postgraduate. They complains were 70,3% insomnia, 71,2% fatique, 53,2% stress, 48,7% varicosis. They use 98,2% glove to as protect themselves. 53,4% of those under stress while working and 65,4% as psychological.
  • Thumbnail Image
    Item
    Hemodiyaliz hasta ve yakınlarında tükenmişlik sendromu, hasta yakınlarının yaşam kalitelerinin değerlendirilmesi ve etkileyen faktörler
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2006) Arat, Zubeyde; Akgün, Seval
    Kronik hastalıklarda aile etmenlerinin önemli bir kısmı "Expressed Emotion" (Duygu Dışavurumu-DD) kavramı ile incelenmektedir. Bu çalışmada hasta ve hasta yakınlarının duygu dışavurumları ile birlikte hasta yakınlarının yaşam kaliteleri ve hastaların umutsuzluk düzeyleri eş zamanlı değerlendirilerek mevcut durumun ve bu durumu oluşturabileceği düşünülen ek faktörlerin saptanması amaçlanmıştır. Çalışmaya yaş ortalamaları 42,8+-18,2 (18-78) olan 30 erkek (%57,7), 22 kadın (%42,3) toplam 52 hasta ve yaş ortalamaları 46,4+-16,6 (20-73) olan 17 erkek (%32,7), 35 kadın (%67,3) toplam 52 hasta yakını dahil edilmiştir. Kronik hasta gruplarında aile kavramını ve tükenmişliğini ölçen, hastalara uygulanan LEE Duygu Dışavurum ölçeği, hasta yakınlarına uygulanan EE Duygu Dışavurum (p<0,02) ve yaşam kalitesi ölçeği ile ilişkili (p<0,005) bulunmuştur. EE ölçeğindeki ilişki yanlızca EE Eleştirel-Düşmancıl oluş alt ölçeğindende saptanmıştır (p<0,01). Hastalara uygulanan BECK umutsuzluk ölçeği ile hasta yakınlarına uygulanan EE Duygu Dışavurum EE Aşırı-İlgi-Koruyucu-Kollayıcı olma alt ölçeği (p<0,02) ve SF-36 Yaşam Kalitesi ölçeği arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır (p<0,001). SF-36 ölçeği ile olan bu anlamlı ilişki yalnızca ruhsal sağlık alt ölçeğinde görülmüştür (p<0,0001). Bu sonuç hasta yakınlarının davranış tutum ve tepkilerinin hastanın durumu ile etkileşim halinde olduğunu yansıtmaktaydı. Familial factors in chronic diseases are mostly evaluated by the "Expressed Emotion (EE)" concept. The aim of the study was to determine the expressed emotion of the patients and patients' relatives, to simultaneously evaluate the life qualities of patients' relatives and patients' desperation levels, to disclose the current situation and additional factors which may be responsible for the situation. Fifty-two patients (mean age: 42.8+-18.2 years, range: 18-78 years) of whom 30 were males (57.7%) and 22 were females (42.3%) and 52 patients' relatives (mean age: 46.4+-16.6 years, range: 20-73 years) of whom 17 were males (32.7%) and 35 were females (67.3%) were included in the study. LEE Expressed Emotion scale, which measures familial factors and exhaustion in chronically ill patients, was related with EE Expressed Emotion (p<0.02) and Quality of Life scales (p<0.005) of patients' relatives. The association with EE scale was present only in the EE Critisizm-Hostility subscales (p<0.01). BECK desperation scale of patients was significantly related with EE Emotional Expression EE-Emotional Overinvolvement subscale (p<0.02) and SF-36 Quality of life scale (p<0.001) of patients' relatives. The association with SF-36 was present only in the mental health subscale (p<0.0001). These results reflected that the behaviors, attitudes and reactions of the patients' relatives were interacting with emotional status of the patients.
  • Thumbnail Image
    Item
    Ortodontik braketlerin yapıştırılmasında kullanılan farzlı adeziv sistemlerin mine dokusu üzerindeki etkilerinin in vitro olarak incelenmesi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2009) Güzey, Aslı; Özçırpıcı, Ayça Arman
    Bu çalışma 2 ana bölümden oluşmuştur. İlk bölüm, 90 adet çekilmiş insan küçük azının kantitatif kalsiyum kaybı değerlendirmesini içermektedir. Bu dişler yapıştıralacak braketin çevresindeki mine yüzeyinin adeziv sistemlerden korunması ve korunmamasına göre rastgele 2 gruba ayrılmış ve bu iki grup da 4’er alt gruba (n=10) ayrılmıştır: Bu gruplarda uygulanan adeziv sistemler sırasıyla; (1) Clearfil Protect Bond (Kuraray Dental, Osaka, Japan) + Transbond XT Light-Cure Adeziv (3M/Unitek, Monrovia, Calif), (2) GC ORTHO Conditioner + Fuji Ortho LC Kapsül (GC Corporation, Tokyo, Japan), (3) Transbond Plus Self-Etching Primer (3M/Unitek) + Transbond XT Light-Cure Adeziv, (4) %37 fosforik asit (3M/ESPE, St Paul, Minn) + Transbond XT Primer (3M/Unitek) + Transbond XT Light-Cure Adeziv (3M/Unitek) dir. Bunların dışında mine yüzeyine herhangi bir işlemin uygulanmadığı dişlerden kontrol grubu (n=10) oluşturulmuştur. İkinci bölümde ise, 40 adet çekilmiş insan küçük azı yüzey hazırlığına göre rastgele 2 gruba ve sonra yukarıda belirtilen adeziv sistemlerin kullanıldığı 4 alt guruba (n=5) ayrılmıştır. Kontrol grubu hariç tüm örneklere termal siklusun ardından pH-siklusu uygulanmıştır. Tüm dişlerden iki kesit alınmıştır. Elementel analiz, örneklerden rastgele seçilen bir kesitte x-ışını dağılım spektroskopisi (EDS) ile yapılmıştır. Mikrosızıntı değerlendirmesi için boya penetrasyonu yöntemi kullanılmış, ışık mikroskobu altında her kesitten fotoğraf alınmıştır. Mikrosızıntı bilgisayara aktarılan bu görüntülerde imaj analiz programı kullanılarak kantitatif olarak değerlendirilmiştir. Yüzey hazırlama şekilleri arasındaki fark Student’s t ve Mann Whitney U testi ile, adeziv sistemler arasındaki fark Tek Yönlü Varyans Analizi (One-Way ANOVA) ve Kruskal Wallis testi sonrası post hoc Tukey veya parametrik olmayan çoklu karşılaştırma testleri ile, grup içi karşılaştırmalar ise Friedman testi sonrası Wilcoxon İşaret testi ile istatistiksel olarak incelenmiştir. Kontrol ve diğer gruplar arasında kalsiyum miktarı açısından fark bulunmamıştır. Adeziv sistemler arasındaki fark sadece Grup B (yüzeyi korunmayan)’de braket altındaki mine yüzeyinde gözlenmiştir. Bu bölgede selfetch adeziv sistemin kullanıldığı gruplarda (Clearfil Protect Bond ve Transbond Plus Self-Etching Primer), diğer gruplara göre daha fazla kalsiyum miktarı bulunmuştur. İncelenen tüm mine bölgeleri arasında en fazla kalsiyum kaybı braketin altındaki minede meydana gelmiştir. En az mikrosızıntı miktarı braketin altında, en fazla ise servikal bölgedeki mine yüzeyinde gözlenmiştir. Yapılan bu in vitro çalışmada, braketlerin altındaki mine yüzeyinde demineralizasyon meydana gelmiş ve demineralizasyonun önlenmesinde mine yüzeyinin korunmasının yararı olmamıştır. Clearfil Protect Bond yüzey korunmadan uygulandığında kalsiyum kaybının azaltılmasında avantaj sağlamıştır. Sabit ortodontik tedavi ile mine yüzeyinde oluşabilecek kalsiyum kaybını ve braket altında meydana gelebilecek mikrosızıntıyı en aza indirmek için bu çalışmada uygulanan adeziv sistemler klinisyen tarafından tercih edilebilir. This study has 2 main parts. First part consists of quantitative assessment of calcium loss conducted on ninety exracted human premolars. The teeth were randomly divided into 2 groups according to the surface preperation method and then were randomly allocated to 4 sub-groups. The adhesive systems applied in these groups are as follows: (1) Clearfil Protect Bond (Kuraray Dental, Osaka, Japan) + Transbond XT Light-Cure Adhesive (3M/Unitek, Monrovia, Calif), (2) GC ORTHO Conditioner + Fuji ORTHO LC Capsule (both, GC Corporation, Tokyo, Japan), (3) Transbond Plus Self-Etching Primer (3M/Unitek) + Transbond XT Light-Cure Adhesive, (4) 37% phosphoric acid (3M/ESPE, St Paul, Minn) + Transbond XT Primer (3M/Unitek) + Transbond XT Light-Cure Adhesive (3M/Unitek). Besides, a control group of teeth with enamel untreated enamel surface was formed. In the second part, 40 exracted human premolars were used for microleakage evaluation. The teeth were randomly divided into 2 groups according to the surface preperation and then these two groups were divided into 4 groups in which the adhesive systems mentioned above were used. Thermal and pH-cycles were applied to all specimens except for the control group. Two sections were taken from all teeth. A randomly selected cross-section from each tooth was analyzed with energy dispersive xray spectroscopy (EDS) for elemental evalution. Each section was photographed under a stereomicroscope and dye penetration method was used for assessment of microleakage. Images were transferred to a computer and microleakage was evaluated quantitatively via image analysis program. The difference between surface preperation methods was statistically evaluated by Mann Whitney U test. The difference between adhesive systems was evaluated by One-Way ANOVA or Kruskal Wallis and then post hoc Tukey or non-parametric multiple comparison tests. The comparisons within groups was done with Friedman and then Wilcoxon Sign Rank tests . None of the adhesive groups demonstrated any significant difference when compared with the control group regarding the amount of calcium on the enamel surface under the bracket. Difference in amount of calcium between the adhesive systems was observed only in Group B (unprotected surface), on the enamel surface under the bracket. The self-etch adhesive system (Clearfil Protect Bond and Transbond Plus Self-Etching Primer) showed higher amounts of calcium under the bracket . Among all the evaluated enamel regions, the highest calcium loss occurred on the enamel surface under the brackets. The least amount of microleakage was found beneath the bracket while the cervical region showed highest amounts of microleakege. Deminerilazation occured on the enamel surface beneath the brackets and surface protection did not have any benefit in prevention of calcium loss. Clearfil Protect Bond when applied without any surface protection reduced the loss of calcium. Adhesive systems evaluated in this study, may be preferred by clinicians to minimize calcium loss of the enamel surface and microleakege beneath the bracket that is formed with fixed orthodontic treatment.
  • Thumbnail Image
    Item
    İskeletsel ankraj ile yüz maskesi uygulamasının dentofasiyal yapılar üzerine etkilerinin incelenmesi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2009) Şar, Çağla; Özçırpıcı, Ayça Arman
    Bu amaçla, iskeletsel olarak prepubertal ya da pubertal büyüme-gelisim döneminde bulunan, maksiller retruzyonun eslik ettiği iskeletsel Sınıf III anomaliye sahip, vertikal yönde normal veya azalmıs büyüme paterni gösteren, anterior çapraz kapanıs ve Angle Sınıf III molar iliskisi olan, pozitif overbite değeri gösteren ve klinik olarak retrüziv nazomaksiller bölgeye sahip 45 birey çalısmaya dahil edilmis ve 15’er bireyden olusan 3 alt gruba ayrılmıstır. Uygulama gruplarındaki 30 bireye yüz maskesi tedavisinden önce hızlı maksiller ekspansiyon apareyi simante edilmis (RME), bir haftalık hızlı maksiller ekspansiyondan sonra median palatal suturdaki açılma izlenerek maksiller protraksiyona baslanmıstır. Birinci gruptaki bireylere (Miniplak+Yüz Maskesi: MP+YM) (10,91 ortalama yasa sahip, 5 kız, 10 erkek), ankraj amacıyla, apertura piriformisin laterallerine cerrahi olarak yerlestirilen titanyum miniplaklardan, ikinci gruptaki bireylere (Yüz Maskesi:YM) (10,31 ortalama yasa sahip, 7 kız, 8 erkek) ise ağız içindeki apareyin kancalarından yüz maskesi uygulanmıs, üçüncü gruptaki bireyler (10,05 ortalama yasa sahip, 8 kız, 7 erkek) ise tedavi görmeyen kontrol grubunu olusturmus ve 7,5 ay boyunca izlenmislerdir. Gruplardaki bireylerden maksiller protraksiyon/gözlem bası ve sonunda lateral sefalometrik filmler alınmıs, Björk’ün yapısal çakıstırma metodu kullanılarak ölçümler yapılmıs ve istatistiksel olarak Wilcoxon ve Kruskall- Wallis testleri ile değerlendirilmistir. Maksiller protraksiyon sonucu iskeletsel ankraj kullanılan grupta (MP+YM) maksillanın ileri hareketi 2,53 mm, ağız içi ankraj kullanılan grupta (YM) 1, 83 mm bulunmus ve iki grup arasındaki fark p<0,001 düzeyinde anlam göstermistir. YM grubunda, yüz maskesi uygulaması ile maksilla anlamlı derecede anterior rotasyon göstermis, miniplak ankrajı kullanılan grupta maksiller rotasyon önemli bulunmamıstır. Mandibulanın posterior rotasyonu ve yüz yüksekliklerindeki artıs, MP+YM grubunda YM grubuna göre daha az bulunmustur. Kontrol grubunda ise hem maksilla hem mandibula öne doğru büyümüstür. Maksiller protraksiyon sonucu YM grubunda üst dislerde görülen protruzyon ve mezyalizasyon, MP+YM grubunda engellenmistir. Her iki uygulama grubunda da maksillomandibular iliskiler ve yumusak doku profili önemli derecede iyilestirilmistir. Miniplak ankrajı ile yüz maskesi uygulaması sonucu konvansiyonel yüz maskesi uygulamalarının istenmeyen etkileri azaltılmıs veya elimine edilmis, daha kısa sürede daha etkili maksiller protraksiyon sağlanmıstır. The aim of this prospective study was to evaluate the skeletal, dentoalveolar and soft tissue effects of maxillary protraction via miniplate comparatively with conventional facemask therapy and an untreated Class III control group. 45 subjects which were in prepubertal or pubertal skeletal growth periods were included in the study and divided into three groups each consisting of 15 patients. All subjects had skeletal and dental Class III malocclusions with maxillary deficiency, vertically normal growth pattern, anterior cross-bite and Angle Class III molar relationship, normal or increased overbite and retrusive nasomaxillary complex. Prior to maxillary protraction, rapid maxillary expansion (RME) with a bonded appliance was performed in both of the treatment groups. In the first group (MP+FM) consisting of 5 girls, 10 boys (mean age 10,91) facemasks were applied from two titanium miniplates surgically placed to lateral to the apertura priformis regions of the maxilla. The second group (FM) of 7 girls and 8 boys (mean age 10,31) received maxillary protraction therapy with conventional facemask applied from the hooks of the RME appliance. The third group including 8 girls and 7 boys (mean age 10,05) was set as an untreated control group. Lateral cephalometric films were obtained at the beginning and end of treatment/observation periods in all groups and analysed according to the structural superimposition method of Björk (96). Measurements were evaulated statistically via Wilcoxon and Kruskal- Wallis tests. The maxilla moved forward 2,53 mm in the MP+FM group and 1,83 mm in the FM group with maxillary protraction. This difference was significant between the two groups (p<0,001). Maxilla showed anterior rotation after facemask therapy in the FM group, while there was no significant rotation in the miniplate anchored (MP+FM) group. Posterior rotation of the mandible and increase in facial heights were more evident in the FM group compared to the MP+FM group. Both maxilla and mandible moved forward significantly in the control group. Protrusion and mesialization of maxillary teeth seen in the FM group were eliminated in the MP+YM group. Maxillomandibular relationships and the soft tissue profile were improved remarkably in both of the treatment groups. The undesired effects of conventional facemask therapy were reduced or eliminated with the miniplate anchorage and efficient maxillary protraction was achieved in a shorter treatment period.
  • Thumbnail Image
    Item
    Serabral paaralizli çocuklarda bobath nörogelişimsel tedavi yaklaşımının yürüme parametreleri üzerine olan etkileri
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2009) Türker, Duygu; Tüzün, Emine Handan
    Çalışmamız, serebral paralizili (CP) çocuklarda Bobath nörogelişimsel tedavi (NDT) yönteminin yürüme parametreleri üzerine olan etkilerini incelemek amacı ile yapıldı. Çalışmamıza, yaşları 4–17 yıl arasında değişen unilateral spastik CP tanısı alan 15 olgu katıldı. Sosyodemografik ve tanımlayıcı verilerin yanı sıra olgular tedavi öncesi ve sonrasında kaba motor fonksiyonlar, kas tonusu, eklem hareket açıklığı, alt ekstremite uzunluğu, fonksiyonel durum, denge, yaşam kalitesi, yürümenin kinetik, kinematik ve zaman-mesafe karakteristikleri ile enerji tüketimi açısından değerlendirildi. Olgular NDT yöntemi ile 12 hafta boyunca haftada üç seans olacak şekilde toplam 36 seans tedaviye alındı. Uygulanan tedavi sonrası olguların kaba motor fonksiyon puanları, motor ve toplam WeeFIM puanları, dinamik ve statik denge indeks puanları ve sağlıkla ilgili yaşam kalitesinin arttığı ve yürüme sırasında tüketilen enerji miktarlarının azaldığı saptandı (p<0.05). Buna karşın kas tonuslarında, etkilenen taraf dizin aktif fleksiyon ve ekstansiyonu ve kalça eksternal rotasyonu (p<0.05) dışındaki eklem hareket açıklıklarında istatistiksel olarak anlamlı bir fark elde edilemedi (p>0.05). Yürümenin incelenen etkilenen taraf salınım fazındaki maksimum ayak bileği dorsifleksiyon açısı dışındaki kinematik değişkenler ve zamanmesafe özellikleri ile kinetik değişkenler açısından tedavi sonrasında istatistiksel olarak anlamlı bir değişim bulunmadı (p>0.05). NDT yönteminin unilateral spastik CP’li çocukların yürüme parametrelerinden salınım fazındaki maksimum ayak bileği dorsifleksiyon açısı ile enerji tüketim düzeyi üzerine olumlu etkisinin olduğu saptanmıştır. Bu etkinin çocukların dengelerindeki düzelmeye bağlı olduğu düşünülmektedir. Bobath NDT yönteminin etkinliğini belirlemeyi amaçlayan daha sonra yapılacak çalışmaların erken yaşlarda, geniş serili örneklemlerle, randomize kontrollü bir çalışma düzeni içerisinde ve izlem periyotlarını içerecek şekilde planlanması önerilir. This study was conducted to investigate the effects of Bobath neurodevelopmental therapy (NDT) upon the gait parameters of the children with cerebral palsy (CP). Fifteen children with unilateral spastic CP aged 4 to17 years were included in the study. All subjects were assessed with respect to their gross motor function, muscle tone, range of motion deficits, the length of the lower extremity, functional status, balance, energy expenditure, health related quality of life (HRQoL), and kinetic, kinematic and spatiotemporal parameters of gait at baseline and after treatment. Socio-demographic descriptive characteristics of the subjects were also collected. All subjects were treated by NDT approaches 3 times per week for 12 weeks. The scores of the gross motor function measures and WeeFIM, index scores on the dynamic and static balance, and HRQoL scores increased, the energy expenditure decreased significantly at the end of treatment (p<0.05). There were no statistically significant differences for all ROM measurements (p>0.05), except knee active flexion and extension ROM and hip external rotation ROM of the affected side (p<0.05). Except the affected side maximal ankle dorsiflexion angle in swing phase, there were no statistically significant differences in the kinetic, kinematic and spatiotemporal parameters of gait at the end of treatment (p>0.05). It was found that NDT has effective on the improvements of the maximal ankle dorsiflexion angle in swing phase and energy expenditure. It was thought that this effect might be due to the improvements of balance. It is suggested that future studies which will aim to explore the effectiveness of the NDT in children with CP should be randomized and sufficiently powered with respect to the sample size. It is also suggested that researchers of the future studies should investigate the effectiveness of the Bobath NDT in the small age groups.
  • Thumbnail Image
    Item
    Yetişkin bireylerde beslenme ile ilişkili kardiyovasküler risk faktörlerinin belirlenmesi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2009) Paycı, Berçin; Aksoydan, Emine
    Bu çalışma, Ocak - Şubat 2009 tarihleri arasında Özel Ankara Güven Hastanesi’nde çalışan 30 yaş ve üzeri 103 sağlık personelinin (41 erkek, 62 kadın) beslenme ile ilgili kardiyovasküler hastalık risk faktörlerinin saptanması, sağlıklı beslenme ve yaşam biçimi alışkanlıklarına ilişkin girişimlerin başlatılması ve kardiyovasküler hastalık riski bulunan bireylerin gereken tedavi için yönlendirilmeleri amacı ile yapılmıştır. Araştırmaya katılan tüm bireylere, sosyo-demografik özelliklerini, beslenme durumlarını ve beslenme ile ilgili kardiyovasküler risk faktörlerini saptamak amacıyla üç bölümden oluşan bir anket formu ve 24 saatlik besin tüketim formu uygulanmıştır. Bireylerin antropometrik ölçümleri alınmış, vücut bileşim analizleri yapılmış, kan basıncı ve biyokimyasal parametreleri değerlendirilmiştir. Çalışma grubunun yaş ortalaması 39.4±8.19 yıl olarak bulunmuştur. BKİ gruplamasına göre erkeklerin %58.5’inin, kadınların %32.3’ünün kilolu (BKİ=25.0-29.9 kg/m2), erkeklerin %17.1’inin, kadınların %8.1’inin ise şişman (BKİ ≥30.0 kg/m2) olduğu belirlenmiştir. Erkeklerin %31.7’sinde, kadınların %40.3’ünde abdominal obezite saptanmıştır. Enerjinin yağdan karşılanan yüzdesinin her iki cinsiyette de yüksek olduğu, günlük toplam enerjinin %36.2’sinin yağdan geldiği belirlenmiştir. Doymuş yağ tüketimlerinin önerilen miktardan yüksek olduğu saptanmıştır. Diyetle günlük vitamin ve mineral tüketim ortalamaları Türkiye için önerilen düzeylerle karşılaştırıldığında her iki cinsiyette de A vitamini ve folat tüketiminin yetersiz, sodyum tüketiminin ise yüksek olduğu, kadınların vitamin E, B6, tiamin, niasin, demir ve çinko tüketimlerinin yetersiz olduğu belirlenmiştir. E vitamini, tiamin, riboflavin, nisain, B6 vitamini, folat, sodyum, potasyum, magnezyum ve fosfor tüketimi açısından erkeklerle kadınlar arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Bireylerin beslenme ile ilgili kardiyovasküler risk faktörleri biyokimyasal parametreler açısından değerlendirildiğinde, saptanan risklerin sıklığı; total kolesterol %26.2, LDLkolesterol %16.5, trigliserit %22.3, total kolesterol/HDL-kolesterol düzeyi %3.9’dir. HDL-kolesterol düzeyleri önerilenin altında olanların sıklığı %39.8 olarak bulunmuştur. Bireylerin %12.6’nda da yüksek C-Reaktif Protein yüzeyleri saptanmıştır. Erkeklerde yaş, yüksek kan basıncı, obezite, total kolesterol, LDLkolesterol, trigliserit, total kolesterol/HDL-kolesterol oranı ve C-Reaktif Proteine ilişkin risklerin kadınlardan daha yüksek olduğu, kadınlarda ise sigara ve HDLkolesterol düşüklüğüne ilişkin risklerin yüksek olduğu; toplamda kadınların erkeklerden daha fazla sayıda riske sahip olduğu belirlenmiştir. Kardiyovasküler hastalıklar için beslenme ile ilgili risk faktörlerinin ortalama sayısının 3.3±2.08 olduğu ve kadınların beslenme ile ilgili risklerinin erkeklere göre daha yüksek olduğu bulunmuştur. Erkeklerin %65.9’u ve kadınların %24.2’sinin metabolik sendromlu olduğu ve metabolik sendrom sıklığının erkeklerde kadınlara göre daha yüksek olduğu belirlenmiştir (p<0.001). Çalışma sonucunda saptanan metabolik sendrom sıklığı %40.8’dir. Bireylerin beden kütle indeksi, bel çevresi ve bel kalça oranı ile açlık kan glikozu, trigliserit, fibrinojen, C-Reaktif Protein, sistolik ve diyastolik kan basıncı değerleri arasında anlamlı pozitif ilişki, HDLkolesterol değerleri arasında anlamlı negatif ilişki olduğu; sigara tüketimi ile HDL-kolesterol değerleri arasında negatif ilişki, fiziksel aktivite süresi ile trigliserid ve fibrinojen değerleri arasında pozitif yönde ve istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptanmıştır. Kardiyovasküler hastalıklardan korunma stratejilerinin temeli, hastalığa yol açan yaşam tarzını ve çevresel faktörleri değiştirmek ve yüksek riskli bireyleri belirleyip bu bireylerde özel önlemler almaktır. Bu nedenle, hastalık riski yüksek, fakat hastalığın hiçbir belirtisinin olmadığı bireylerde yaşam tarzını ve risk faktörlerini değiştirerek hastalığın oluşmasını önlemenin gerekli olduğu düşünülmektedir. This study has been conducted on 103 health personnel (41 males and 62 females) over 30 years old working in Private Ankara Güven Hospital between January - February 2009 in order to determined their risk factors for cardiovascular disease related to nutrition, to start interventions associated with habits of healthy nutrition and living style and to direct individuals with cardiovascular disease risk for therapy. A questionnaire form consisting of three parts and 24-hours food consumption form have been applied on all individuals included in the study in order to determine their socio-demographic characteristics, nutritional status and cardiovascular risk factors related to nutrition. Anthropometric measurements of individuals have been obtained, body content analyses have been made, and blood pressure and biochemical parameters have been evaluated. Average age of study group has been found as 39.4±8.19 years. It has been determined according to BKİ grouping that 58.5% of males and 32.3% of females are overweight (BKİ=25.0-29.9 kg/m2), 17.1% of males and 8.1% of females are obese (BKİ ≥30.0 kg/m2). Abdominal obesity has been determined in 31.7% of males and 40.3% of females. It has been determined that percent of energy obtained from fat was high in both gender, and 36.2% of total daily energy comes from fat. It has been determined that consumption of saturated fats is higher than recommended amount. When average consumption of daily vitamins and minerals in the diet is compared with recommended levels for Turkey, it has been determined that consumption of vitamin A and folic acid are inadequate, sodium consumption is high in both gender, and that women are deficient for consumption of vitamin E, B6, tiamin, niacin, iron and zinc. Difference of vitamin E, tiamin, riboflavin, niacin, vitamin B6, folate, sodium, potassium, magnesium and phosphorus between men and women has been found statistically significant. When cardiovascular risk factors related to nutrition of individuals are compared for biochemical parameters, frequency of risks are; total cholesterol 26.2%, LDL-cholesterol 16.5%, triglyceride 22.3%, total cholesterol/HDL-cholesterol level 3.9%. Frequency of persons having HDL-cholesterol levels below the recommended levels has been found as 39.8%. High C-reactive protein levels have been determined in 12.6% of individuals. It has been determined that risks associated with age, higher blood pressure, obesity, total cholesterol, LDL-cholesterol, triglyceride, total cholesterol/HDL-cholesterol ratio and C-Reactive Protein was higher in men than women; and that women have more number of risks than men in total. It has been found that mean number of risk factors associated with nutrition was 3.3±2.08 for cardiovascular diseases, and that risks of women related to nutrition was higher than men. It has been determined that 65.9% of men and 24.2% of women had metabolic syndrome, and that frequency of metabolic syndrome was higher in men than women (p<0.001). Frequency of metabolic syndrome assessed as a result of the study is 40.8%. It has been found that there is a positive correlation between body mass index of individuals, waist circumference and waist-hip ratio and fasting blood glucose, triglyceride, fibrinogen, C-Reactive Protein, systolic and diastolic blood pressure values, there is a significantly negative correlation between HDL-cholesterol values; there is a negative correlation between cigarette consumption and HDLcholesterol values, and there is a positive and statistically significant correlation between activity durations and triglyceride and fibrinogen values. Basis of the strategy for protecting from cardiovascular diseases is to change living style and environmental factors causing the disease, and to determine high risk individuals and taking special precautions for these persons. Therefore, it is thought that it is necessary to prevent occurrence of the disease by changing living style and risk factors in persons who have high risk for the diseases and don’t have any symptom of the disease.
  • Thumbnail Image
    Item
    Hemodiyalize giren kronik böbrek yetmezliği olan hastaların yumurta ve yumurta akı tüketimlerinin bazı biyokimyasal ve hematolojik bulgular üzerine etkilerinin karşılaştırılması
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2009) Öztürk, Duygu; Karabudak, Efsun
    Bu çalışma, kronik böbrek yetmezliği nedeniyle hemodiyalize giren hastalarda yüksek kaliteli protein içeren yumurta ve yumurta akının günlük tüketiminin bazı biyokimyasal ve hematolojik bulgular üzerine etkilerini incelemek amacıyla yapılmıştır. Çalışma, Kasım 2007-Nisan 2008 tarihleri arasında yaşları 20-65 yıl arasında değişen, RFM Ankara Diyaliz Merkezinde haftada 3 kez diyalize giren, 7’si kadın 11’i erkek toplam 18 yetişkin hasta üzerinde yapılmıştır. Hastalar, tam yumurta tüketen grup (n:6), yumurta akı tüketen grup (n:5) ve daha önceden de yumurta tüketmeyi sevmeyen, hiç yumurta tüketmeyen kontrol grubu (n:7) olmak üzere 3 gruba ayrılmıştır. Araştırma, üç aşamada yürütülmüştür. Araştırmanın “genel beslenme dönemi” olarak adlandırılan birinci aşamasında; çalışmaya katılmayı kabul eden hastalara hiçbir müdahale yapılmadan genel demografik özellikleri ve beslenme alışkanlıklarını içeren anket uygulanmıştır. Hastaların iki günlük 24 saatlik besin tüketim kayıtları, tartım yöntemiyle belirlenmiş; antropometrik ölçümleri [boy uzunluğu, kuru vücut ağırlığı, triceps deri kıvrım kalınlığı (TDKK), üst orta kol çevresi (ÜOKÇ)], kan basınçları ölçülmüş ve kan örnekleri toplanmıştır. İkinci aşamada; araştırmaya katılan 18 hasta, hiç yumurta tüketmedikleri 15 günlük arınma dönemine alınmıştır. Üçüncü aşamada ise; 15 günlük arınma döneminin bitiminden hemen sonra, hastalar kendileri için hazırlanan diyet programına ve tam yumurta tüketiminin ayarlandığı 90 günlük müdahale dönemine alınmışlardır. Bu dönemde, kontrol grubundaki hastalara sadece kendileri için hazırlanan beslenme programı uygulanmış ve 90 gün boyunca yumurta tüketmemeleri (yiyeceklerin içine eklenen ve günlük 5 g altında olması hariç) sağlanmıştır. Müdahale döneminin 30.günü, 60.günü ve 90.günlerinin bitiminde hastaların tekrar besin tüketim kayıtları, antropometrik ölçümleri, kan basınçları ve kan örnekleri alınmıştır. Hastaların başlangıç ve 90. gündeki Vücut Kütle İndeksi (VKİ) değerlerinde anlamlı fark bulunamamıştır (p>0.05). Hastaların prealbumin değerlerinde gruplar arası ve dönemler arası istatistiksel fark oluşmadığı belirlenmiştir (p>0.05). Kontrol ve tam yumurta grubunun albumin seviyeleri başlangıç döneminden sonra artma göstermişcve bu artma anlamlı bulunmuştur (p<0.05). Benzer bir artma yumurta akı grubunda da gözlenmiş ancak oluşan fark anlamlı çıkmamıştır (p>0.05). Tam yumurta ve yumurta akı grubunda başlangıç dönemindeki yüksek CRP değerleri diğer dönemlerde azalmış ve bu azalma istatistiksel olarak önemli bulunmuştur (p<0.05). Kontrol grubunda total kolesterol seviyelerinde dönemler arası fark gözlenirken (p<0.05), tam yumurta ve yumurta akı gruplarında fark gözlenmemiştir (p<0.05). Her üç grupta da trigliserit seviyelerinde gruplar arası ve dönemler arası istatistiksel fark oluşmamıştır (p>0.05). Hastaların diyetle aldıkları kolesterol miktarları, müdahale döneminde gruplar arası fark göstermiştir ve bu farkın tam yumurta tüketen gruptan kaynaklandığı belirlenmiştir (p<0.05). Bitkisel ve hayvansal kaynaklı protein tüketiminin her üç grupta da dönemler arası ve gruplar arası istatistiksel olarak fark oluşturmadığı gözlenmiştir (p>0.05). Tüketilen bütün elzem aminoasit türlerinin 90. günde, gruplar arası oluşturduğu farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu gözlenmiştir (p<0.05). Tam yumurta tüketen grupta dönemler içi farklara bakıldığında, metionin, sistein, fenilalenin, treonin, triptofan ve valin tüketiminde gözlenen farklar istatistiksel açıdan anlamlı bulunmuştur (p<0.05). Demir ve magnezyum tüketiminin değerlendirilmesi incelendiğinde, 30. günde gruplar arası farkın önemli olduğu ve farkın kontrol grubundan kaynaklandığı belirlenmiştir (p<0.05). Her üç grupta da, hastalara önerilen ve hastaların dönemler içerisinde tükettikleri enerji ve makro besin öğelerinin karşılaştırması sonucu oluşan farklar istatistiksel açıdan önemli bulunmamıştır (p>0.05). Yumurta akı grubunda hayvansal protein alımı ile serum albumin arasında 60. günde pozitif, 90. günde ters ilişki bulunmuştur (sırasıyla; r=0.90; r=-1.0 p<0.05). Kontrol grubunda 30.günde hayvansal protein alımı ile total kolesterol arasındaki ilişki anlamlı olarak bulunmuştur (r=0.79, p<0.05). Hayvansal protein tüketiminin TDKK ile olan ilişkisine bakıldığında tam yumurta grubunda başlangıç ve 30. günde pozitif ilişki olduğu belirlenmiştir (sırasıyla; r=0.88, r=0.83, p<0.05). tam yumurta grubunda 90. günde diyet kolesterol alımı ile serum kolesterol arasında negatif ilişki bulunurken, yumurta akı grubunda pozitif ilişki olduğu saptanmıştır (sırasıyla; r=-0.94; r=1.0, p<0.05). Yumurta akı grubunda da 30. günde diyet kolesterol tüketimi ve trigliserit arasındaki ilişki anlamlı bulunmuştur (r=0.90, p<0.05). Kontrol grubunda 60. günde, yumurta akı grubunda da 90. günde diyet demir tüketimi ile hemoglobin değerleri arasındaki ilişki anlamlı bulunmuştur (sırasıyla; r=0.82; r=1.0, p<0.05). Hemodiyaliz hastalarında sık karşılaşılan yetersiz besin alımı nedeniyle hastaların diyetlerine her gün eklenen bir tam yumurtanın kan lipit profilini bozmadan hastaya beslenme desteği sağlanabileceği sonucuna varılmıştır. Ancak sağlanacak besin desteğinin optimal faydasını görebilmek için hastaların 30-35 kkal/kg/gün kalori tüketimini sağlamaları yararlı olacaktır. This Study was conducted to investigate the effects of consumption of the whole egg and the egg yolk on some of the biochemical and haematological determinants in hemodialysis petients. This study was carried out on 18 adult (7 female, 11 male) hemodialysis patients, who were sustained hemodialysis at tree times a week in RFM Dialysis Center. Patiens were divided to tree groups. Six patients received whole egg contain diet, five patients received egg white contain diet and seven patients received without egg contain diet (control group). The study was planned in three period. The firs period was General nutrition period. In this period patiens were exposed to only a demographic and nutrition habits questionnare and patients were collected two day 24 hour weighed food recors, which were included on diaylsis day record and on the out of dialysis day record, anthropometric measurements (height, dry weight, midpoint arm circumference, triceps skinfold thickness, ), blood pressure and blood samples. In second period; all patiens were encouraged to not to consumed egg for fifteen days for purify. In thrid period (Intervention period); at the end of the second period, patients received a individual diet programme and consumption of adjusted egg for ninety days. In this period, control group was administered to individual diet programmes and not to consume egg (except egg in the meal and at the blow of 5 g) for ninety days. At the intervention period’s thirtieth, sixtieth and ninetieth days patients were collected food records, anthropometric and blood pressure measurements and blood samples again. At the end of the study BMI wasn’t change significantly in all groups (p>0.05). There were no significancy in prealbumin values at both intergroups and interperiods (p>0.05). Albumin values were increase in control and whole egg groups and this rise was found significant (p<0.05). Similar rise was seen in egg white group but it wasn’t found significant (p>0.05). Serum CRP values were shown a decrease significantly at the end of the study in whole egg and egg white groups (p<0.05). In control group total cholesterol levels were shown significancy at interperiods (p<0.05), but whole egg and egg white groups weren’t. Trigliseride levels weren’t changed in all groups (p>0.05). At the intervention period, egg consumption amounts were shown significancy at intergroups and this significancy was derived from whole egg group (p<0.05). Concumption of vegetable and animal source protein values weren’t changed significant both intergroups and interperiods in all groups (p>0.05). All of the essential amino acids were shown intergroups significancy at the ninetieth day (p<0.05). Methionine, cystein, phenylalanine, threonine, tryptophan and valine were shown interperiods significancy in whole egg group (p<0.05). The difference between recommended energy and macro nutrients and consumed energy and macro nutrients weren’t found significant in all groups (p>0.05). In egg white group, a negative relation was found between consumption of animal sourced protein and serum albumin at sixtieth day and a possitive relation was found at ninetieth day (respectively;r=0.90, r=-1.0, p<0.05). In control group, a possitive relation were found between consumption of animal sourced protein and total cholesterol (r=0.79, p<0.05). In whole egg group, a possitive reletion was found between consumption of animal sourced protein and triceps skinfold thickness at the begining of the study and thirtieth day (respectively; r=0.88, r=0.83, p<0.05). At the ninetieth day, while there was a negative relation was found between consumption of diet cholesterol and serum cholesterol in whole egg group, possitive relation was found in the egg white group (respectively; r=- 0.94, r=1.0, p<0.05). There was a possitive relation was found between consumption of diet cholesterol and serume triglyceride at the thirtieth day in egg white group (r=0.90, p<0.05). While there was a possitive relation was found between consumption of diet iron and hemoglobin at sixtieth day in control group, a possitive relation was found at ninitieth day in egg white group (respectively; r=0.82, r=1.0, p<0.05). Because of the frequent insufficient of food intake was seen in hemodialysis patients, daily supplemented of whole egg should be provided nutritional support without disrupt blood lipit profile. But, for obtain this benefit, patients encoureged to consumed 30-35 kkal/kg/day energy.
  • Thumbnail Image
    Item
    Maternal ve fetal MBL2 genotiplerinin preterm doğumlarla ilişkisi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2009) Taneri, Ayşe; Ataç, F. Belgin
    Yenidoğan döneminde, immün sistemin tam olarak gelismemesine bağlı karsılasılan komplikasyonlara ek olarak, yenidoğanın “prematüre” olması prenatal mortalite ve morbidite hızını arttıran baslıca faktördür. Görülme sıklığının %9 olması nedeni ile, günümüz perinatal tıbbının çözmeye çalıstığı ve çevresel, tıbbi ve kalıtsal faktörlerin rol oynadığı çoklu değisimlere bağlı bir yenidoğan sorunudur. Patogenezi aydınlatmaya yönelik yapılan çalısmalarda inflamasyonun gestasyonel süreci etkilemesi, preterm etkeni olarak kabul görmesine neden olmustur. Bu bulgu inflamatuar yanıtın olusmasında rol oynayan proteinleri kodlayan genlerdeki polimorfizmlerin, preterm yatkınlık faktörü olarak arastırılmasını gerektirmektedir. Mannoz bağlayan lektin-2 (MBL2) karaciğerden sentezlenir ve hipogammaglobulinemik fazda rol oynayan bir lektin yolağı proteinidir. Maternal serum düzeyinin gebeliğin ilk trimesterinde artısına ek olarak nidasyon, plasentasyon ve hamileliğin devamında islevsel olduğunun anlasılması, MBL2’nin gebelik komplikasyonları-inflamasyon iliskisinin aydınlatılmasında belirteç olabileceğini göstermistir. Serum düzey farklılığı, 10q11.2-q21’e lokalize olan MBL2 geninin promotör ve 1. ekzonundaki tek nükleotid polimorfizmlerinden (SNP) kaynaklanmaktadır. Promotör bölgedeki polimorfizmler genin transkripsiyonunu etkileyerek protein düzeyindeki değisimlerden sorumludur. MBL geninin 1. ekzonunda meydana gelen gen varyantları ise proteinin homopolimer özelliğini bozarak, sitoplazmada degredasyona yatkın hale gelmesine neden olur. Bu bilgiler doğrultusunda, çalısmamızda term ve preterm doğumlarla maternal–fetal MBL2 ekzon 1 genotiplerinin iliskisi arastırılmıstır. Bu amaçla, 100 term (38,8±1,2 hafta) ve 83 pretermden (30,2±2,7 hafta) elde edilen maternal ve kord kan örneklerinden genomik DNA izolasyonu yapılmıstır. Daha sonra MBL2 kodon 52 (db SNP ID rs5030737), 54 (db SNP ID rs1800450) ve 57 (db SNP ID rs1800451) genotiplemesi PZR-RFLP analizi ile gerçeklestirilmistir. Kodon 57 polimorfizminin toplumumuza özgü olmadığı gözlenirken, term doğumlarda maternal kodon 54 230 G/A genotipinin preterm doğum yapan annelere göre anlamlı derecede yüksek olduğu (p<0.045) saptanmıstır. Preterm grupta, fetal-maternal kodon 54 GG genotip sıklığının term fetal-maternal gruba göre daha yüksek olduğu saptanmıstır (p<0.001). Gebelik inflamasyonun arttığı bir süreçtir. Proinflamatuar sitokin düzeyindeki artıs gestasyonel süreci de kısaltır. Önceki çalısmalarda, kodon 54 230 G/A genotipinin düsük düzeyde MBL2 sentezlediği gösterilmistir. Bu veriler birlestirildiğinde, gestasyonel sürecin uzamasına neden olan genotipin bir avantaj sağladığı görülmektedir. Multifaktöriyel hastalıklarda rol oynayan mekanizmaların tek bir parametre ile açıklanması söz konusu değildir. Gestasyonel sürecin devamlılığının sağlanması için fetal-maternal immünitenin karsılıklı regülasyonunda rol oynayan genler ile ilgili veri tabanlarının olusturulması, ile risk gruplarının belirlenmesi mümkün olabilecektir. Bu nedenle, bu çalısmanın fetal-maternal immün regülasyonda rolü olan diğer faktörlerle birlestirilerek devam etmesi gerektiği kanısına varılmıstır. In addition to complications associated with the immature immune system of newborns, “preterm” birth is the main factor that increases prenatal mortality and morbidity. With a 9% incidence, it is a newborn problem associated with multi factorial variations, which environmental, medical and genetic factors enroll that has been tried to be solved. The molecular studies strongly indicate inflammation as a risk factor for shorter gestational age. These findings strongly suggest that gene polymorphisms in the inflammatory pathway are a candidate for the explanation to preterm tendency. A lectin pathway component mannose binding lectin-2 (MBL2) is synthesized in liver and participates in hypogammaglobulinemic phase. MBL2 is assigned as a marker for the explanation of pregnancy complications and inflammation not only due the increase in serum level in the first trimester of pregnancy but also it participates in nidation, placentation and maintenance of pregnancy. MBL2 gene is located at 10q11.2-q21. The single nucleotide polymorphisms (SNPs) in promoter and/or in the first exon of the relative gene are responsible for the interindividual serum MBL level. Polymorphisms in promoter are responsible from changes in protein level by affecting transcription rate, where as variants in exon 1 are the cause of susceptibility to degradation in cytoplasm by degrading homopolymer structure of protein. Therefore, we felt it was prudent to evaluate further the relation between the maternal-fetal MBL2 exon 1 genotype and term- preterm births in our population. Genomic DNA was isolated from maternal and cord blood samples of 100 term (38,8±1,2 weeks) and 83 preterm (30,2±2,7 weeks ) deliveries. MBL2 codon 52 (db SNP ID rs5030737), 54 (db SNP ID rs1800450) and 57 (db SNP ID rs1800451) genotyping was performed by PCR-RFLP. The frequency of codon 57 polymorphism was found to be zero for all groups. Maternal codon 54 230 G/A genotype frequency was significantly high in term births than the preterms (p<0.045). In preterm group, the frequency of fetal-maternal GG genotype was also higher than term fetal-maternal group (p<0.001). Pregnancy is an inflammatory process. Therefore, the rise in proinflammatory cytokine level may shorten the gestational process. Previously it was reported that codon 54 230 G/A genotype syntheses MBL2 in low level. As a result, the genotype associated with longer gestational period is an advantage for term pregnancy. The pathological mechanisms of multi factorial disease can not be predicted by using a single marker. There it necessitates further investigation by using other genes enrolling in the delicate balance between fetal-maternal immune system. Therefore the collective data may provide insights of the pathological mechanism and hence may predict the individuals under risk.
  • Thumbnail Image
    Item
    Mikrovida implant ankrajı kullanılan çekimli vakalarda anterior segmentin kütlesel (en masse) retraksiyonu ile iki aşamalı retraksiyonunun karşılaştırılmalı olarak incelenmesi
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2009) Dinçyürek, Kaya Gökçe; Özçırpıcı, Ayça Arman
    Bu randomize prospektif klinik çalısmanın amacı, mutlak ankraj kontrolünü sağlamak amacıyla mikrovida implant ankrajı kullanılan çekimli vakalarda üst çenede anterior dislerin kütlesel (en masse) retraksiyonu ile 2 asamalı keser retraksiyonunun etkilerini incelemektir. Bu amaçla çekim bosluklarının maksimum ankrajla kapatılması gereken 16 hastaya sağ ve sol 1. molarlar ile 2. premolarlar arasına bukkal tarafa 1,2 mm çap ve 8 mm uzunlukta mikrovida implantlar iskeletsel ankraj amacıyla yerlestirilmistir. Hastalar 8’er bireyden olusan 2 gruba rastgele dağıtılmıstır. Birinci gruptaki bireylerde (18,5 ortalama yasa sahip 6 bayan, 2 erkek) anterior segmentin retraksiyonu tek asamada kütlesel (en masse) olarak gerçeklestirilmistir. Đkinci gruptaki bireylerde (19,7 ortalama yasa sahip 6 bayan, 2 erkek) önce kanin disler mikrovidalarla, sonra keser disler bull-looplu arklarla retrakte edilmistir. Tüm bireylerden retraksiyon bası (T1) ve retraksiyon sonunda (T2) lateral sefalometrik filmler ve alçı modeller elde edilmistir. Yapılan ölçümler istatistiksel olarak Bağımlı t-testi, Wilcoxon testi, Student’s t-testi ve Mann Whitney U testi ile değerlendirilmistir. Mikrovida ankrajı kullanılarak kütlesel retraksiyon grubunda ortalama 7,3 ayda, iki asamalı retraksiyon grubunda ortalama 8,1 ayda hastaların çekim boslukları ankraj kaybı olmadan basarılı bir sekilde kapatılmıstır. Uygulanan toplam 32 mikrovidanın tamamı (%100) retraksiyon bitimine kadar yerlerinde stabil kalmıstır. Tedavi süresi bakımından gruplar arasında anlamlı fark bulunamamıs ancak retraksiyon hızı 1. grupta (0,74 mm/ay), 2. gruba göre (0,57 mm/ay) daha fazla olmustur. Birinci grupta üst keserlerde 5,25 mm retraksiyon, 3,63° devrilme ve 0,81 mm intrüzyon hareketi görülmüstür. Đkinci grupta üst keserlerde 4,63 mm retraksiyon ile 7,13° devrilme hareketi olmus, intrüzyon hareketi meydana gelmemistir. Sadece üst keserlerin devrilme hareketindeki farklılık gruplar arasında anlamlıdır (p<0,05). Buna bağlı olarak birinci grupta A noktasının 0,88 mm geriye hareketi meydana gelmistir (p<0,05). Öte yandan, ikinci grupta mandibuler düzlem açısında 0,88° azalma anlamlı bulunmustur (p<0,001). Birinci grupta üst molarlarda anlamlı bir hareket gözlenmemis, ankraj basarıyla korunmustur. Đkinci grupta üst molarlarda 0,63 mm distale devrilme görülmüs, bu hareket istatistiksel olarak anlamlı bulunmustur (p<0,001). Her iki grupta da alt ve üst dudaklarda yaklasık 2 mm retrüzyon meydana gelmistir. Model ölçümlerine göre interkanin mesafe 1. grupta 2,38 mm (p<0,001), 2. grupta 2,75 mm azalmıs (p<0,01), intermolar mesafe her iki grupta da değismemistir. Mikrovida ankrajı kullanılarak üst çenede gerçeklestirilen anterior segmentin kütlesel retraksiyonu daha hızlı dis hareketi sağlamıs, elde edilen keser hareketi paralele yakın olmus, molar ankrajı basarıyla korunmus ve A noktasının daha fazla geriye hareketi gerçeklesmistir. Öte yandan iki asamalı retraksiyon isleminde keserler daha fazla devrilmis, üst molarlarda distale devrilme görülmüs, alt ön yüz yüksekliğinde azalma meydana gelmistir. The purpose of this randomized prospective clinical study was to investigate the treatment effects of en-masse retraction compared with two-step retraction of maxillary anterior teeth with microscrews as absolute anchorage units in patients undergoing extraction of first premolars. Sixteen subjects requiring high anchorage for space closure were included in the study and microscrew implants measuring 1,2 mm in diameter and 8 mm in length were placed between right and left first molars and second premolars buccaly to provide skeletal anchorage. The patients were randomly divided into two groups each consisting of 8 patients. In the first group (6 women, 2 men, mean age 18,5), space closure was achieved by en-masse retraction of maxillary anterior teeth. In the second group (6 women, 2 men, mean age 19,7), the retraction procedure was performed in two steps: canine retraction with microscrews followed by incisor retraction with bull-loops. Lateral cephalograms and cast models were taken from each patient before retraction (T1) and after space closure (T2). Independent t-test, Wilcoxon test, Student’s t test and Mann Whitney U test were used for statistical analysis. Successful closure of the extraction spaces without any anchorage loss was achieved with microscrews in 7,3 months for the en-masse retraction group and in 8,1 months for the two-step retraction group. All 32 microscrews (100%) remained stable until the end of the retraction period. Even though there was no significant difference in treatment times, the first group showed greater incisor retraction rate (0,74 mm per month) than the second group (0,57 mm per month). 5,25 mm retraction, 3,63° tipping and 0,81 mm intrusion of the central incisors were observed in the first group. The central incisors of the second group showed 4,63 mm retraction and 7,13° tipping and no intrusion. Only the difference in tipping movement of the incisors was statistically significant between two groups (p<0,05). Therefore, 0,88 mm significant retrusion of A- point was seen in the first group (p<0,05). On the other hand, 0,88° significant decrease in mandibular plane was found in the second group (p<0,001). No significant maxillary first molar movement was noted in the first group thus no anchorage loss occurred. The first molars in the second group showed 0,63 mm distal tipping which was considered significant (p<0,001). Both groups showed approximately 2 mm of upper and lower lip retrusion. Cast model measurements proved 2,38 mm decrease of intercanine distance in the first group (p<0,001), 2,75 mm decrease in the second group (p<0,01), no change of intermolar distance in both groups. En-masse retraction of the upper anterior teeth with microscrew implants showed faster rate of tooth movement, more translational incisor retraction, no molar movement and reduction of A-point. On the other hand, two-step retraction of upper anterior teeth showed more tipping of the incisors, distal tipping of upper molars and reduction of mandibular plane angle.
  • Thumbnail Image
    Item
    Kronik böbrek hastalarında tamamlayıcı tıp uygulamaları
    (Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2009) Özdemir, Aydan Akyüz; Erdal, Rengin
    Kronik böbrek hastalığı(KBH) günümüzde major halk sağlığı sorunlarından biri olarak kabul edilmektedir. Kronik böbrek hastalarının hastalığın veya tedavinin yol açtığı sorunlar ile baş etme yöntemi olarak tamamlayıcı tıp uygulamalarını tercih etme oranları da her geçen gün artmaktadır. Bu çalışmada, Kronik böbrek hastalarının tamamlayıcı tıp uygulamalarından hangilerini, ne kadar süredir kullandıkları ile kullandıkları uygulamalar hakkında bilgi edindikleri kaynakların öğrenilmesi, kullanım ile hastaların demografik özellikleri arasında ilişki olup olmadığının değerlendirilmesi amaçlanmış ve Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Nefroloji Bilim Dalı’na bağlı Ankara, Adana Alanya, İskenderun merkezlerinde hemodiyaliz tedavisi gören 388 hasta dahil edilmiştir. Veriler araştırmacı tarafından literatür taraması sonucunda hazırlanan anket ile toplanmıştır. Çalışmaya dahil edilen hastaların, 204 erkek (%52,6) ve 104 kadındı (% 47,4) ve yaş ortalamaları 48,87± 15,9 ( 18–85, ortanca= 50) yıldır. Çalışmaya katılan hastaların %58’i tamamlayıcı tıp uygulamalarından en az birini kullandıklarını belirtmişlerdir. Hastaların eğitim düzeyleri (p=0,045) ile tamamlayıcı tıp kullanma durumları arasında anlamlı bir ilişki saptanmıştır. Ayrıca hastalar tarafından uygulanan tamamlayıcı tıp yöntemlerinin maliyeti, bu yöntemlere olan inançları, bu yöntemlerin iyi gelmesi veya zararlı olma durumu, bu yöntemleri hastalıklarından önce veya sonra kullanma durumu ile hastaların hemodiyaliz tedavisi gördükleri merkez arasında anlamlı bir ilişki görülmüştür (p<0,001). Hastaların bilgi edindikleri kaynaklar ile kullandıkları yöntemler arasında anlamlı ilişki kitle iletişim araçları ile yakın çevreleri olarak saptanmıştır(p<0,001). Bu çalışmanın sonuçları kronik hastalık tedavisi gören hastaların tamamlayıcı tıp uygulamalarından en çok dini inançları doğrultusundaki yöntemleri tercih ettiklerini, bu uygulamaların en çok eğitim düzeyi düşük hastalarda görüldüğünü, bilgi edinmek için kitle iletişim araçları ile yakın çevresini tercih ettiklerini ve hastalık öncesinde bu yöntemleri kullananların hastalık sonrasında da kullanma oranlarının daha yüksek olduğunu göstermiştir. Chronic Kidney Disease is accepted as one of the major public health problems. Chronic Kidney Disease patients are using complementary medicine applications to cope with the disease and its’ outcomes. The percentage of complementary medicine applications’ usage among Chronic Kidney Disease patients is rising every other day. The aim of this study is to gather information about the complementary medicine applications used by the Chronic Kidney Disease patients, and its’ relation to demographic factors. In this study, 388 Chronic Kidney Disease patients included who are in hemodialysis therapy program at Ankara, Adana, Alanya, İskenderun Başkent University Dialysis Centers. The data is collected by interview to the patients with a questionnaire. The questionnaire is prepared according to the information gathered from other studies by the researcher. The patients’ mean age is 48,87± 15,9 years and median age is 50 years with a range of 18–85 years. The participants distrubution between gender is 204 male (52,6%) and 104 female (47,4%). The results of this study showed that 58 % of the participants are using one of the complementary medicine applications. Among the users of complementary medicine applications most users are low educated and believe that these applications are beneficial (p<0,001). As a source of information most of the patients using one of the complementary medicine applications prefer either mass media or relatives and friends (p<0,001). Most employed complementary medicine applications are the ones related to their religion. The results of this study reflected that the Chronic Kidney Disease patients treated by hemodialysis and using at least one of the complementary medicine applications are low educated, believes in the benefits of the applications they are using and chooses the religion based applications among other complementary medicine applications.