Başkent Üniversitesi Yayınları

Permanent URI for this communityhttps://hdl.handle.net/11727/13092

Browse

Search Results

Now showing 1 - 6 of 6
  • Item
    Apandektomide Farklı Bir İnsizyon
    (Başkent Üniversitesi, 2007-09) M. Haberal,; M. C. Yağmurdur,; G. Moray,; H. Karakayalı
    Kliniğimizde akut apandisit ön tanısıyla laparatomi planlanan hastalarda klasik olarak tanımlanan ve kullanılmakta olan Mc Burney insizyonundan farklı biçimde, pararektal yapılan ve kas dokusunu disseke etmeyen fasya-preperitoneal yağ dokusu-periton planında çalışılan bir insizyon türü kullanılmaktadır.. Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı tarafından 1 Ocak 1998-31 Temmuz 2007 tarihleri arasında akut apandisit nedeniyle ameliyat edilen 598 hasta retrospektif olarak incelenerek hastalar iki grupta değerlendirildi. Grup 1 (n=142) de yukarıda tanımladığımız insizyon kullanılırken, Grup 2 de (n=456) klasik Mc Burney ve paramedian insizyonlar ile apandektomi yapılmıştır. Bu retrospektif klinik çalışmada sözkonusu insizyon tipinin, klasik Mc Burney/paramedian insizyonu uygulanan hastalar ile karşılaştırılması yapılarak sonuçları değerlendirilmiştir Sonuç olarak, rektus abdominis kasının lateralinden yapılarak preperitoneal dokunun ve peritonun disseke edilmesiyle yapılan Grup 1’de kullanılan insizyon, komplikasyonlu ve obez hastalarda, gebelerde ve ek patolojik durum olasılığında cerrahi girişim için daha rahat erişim sağlamakta, kanama ve dolayısıyle yara enfeksiyonunun daha az olması nedeniyle de avantaj sağlamaktadır. A New Incision for Appendectomy In our clinic, we use a different pararectal incision that requires facia-preperitoneal fat tissue-peritoneal dissection but not muscular dissection for appendectomy. This incision is different from the classic McBurney and paramedian incisions that have been previously used. We evaluated the results of 598 acute appendicitis patients who underwent appendectomy between January 1, 1998, and July 31, 2007, at the Baskent University Faculty of Medicine in Ankara, Turkey. The study was composed of 2 groups: in group 1 (n=142), the appendectomy was performed using our new incision, and in group 2, the appendectomy was performed using the McBurney or paramedian incision. The groups were compared, and the postoperative results were assessed. We conclude that our new incision type provides better access for appendectomy, especially in patients with complicated appendicitis, obese patients, pregnant women, and in those with concomitant pathological conditions. Additionally, hemorrhage and wound infection were rarely seen in patients in group 1 when compared with patients in group 2.
  • Item
    Karaciğer veya Böbrek Transplantasyonu Olan Hastalarda HLA Klas II ve HLA-G İlişkisi
    (Başkent Üniversitesi, 2005-05) B Baştürk; A . Haberal; D. Bal; F. Koçer; H. Karakayalı; M. Haberal
    Amaç: İmmün sistemin hastalıklara karşı cevabında önemli rol oynayan insan lökosit antijenleri transplantasyonda dokunun kabulünde veya reddedilmesinde etki eden en önemli faktörlerden birisidir. Son yıllarda yapılan çalışmalar HLA-G molekülünün toleransla ilişkili olabileceğini göstermiştir. Bu çalışmada klasik HLA molekülleri ile HLA klas I molekülleri içinde yer alan ve klasik olmayan HLA-G molekülünün ilişkisinin ortaya konması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmaya karaciğer veya böbrek transplantasyonu olmuş 40 hasta alındı. Hastaların doku grupları PCR-SSP yöntemi belirlendi. HLA-G serum seviyeleri ELIZA yöntemi ölçüldü. İstatistiksel değerlendirmelerde ki kare testi kullanıldı. Sonuçlar: Serumda solubl HLA-G seviyeleri ölçülen 40 hastadan HLA-G serum seviyesi düşük bulunan 13 hastanın (%32) 7’sinde (%53.8) HLA DRB1 *11 allel varlığı, 5 hastada (%38.4) HLA DRB1 *04 allel varlığı saptandı. Yorum: Çalışmanın sonuçları değerlendirildiğinde HLA DRB1 *11 allel sıklığı ile sHLA-G serum seviyesi düşüklüğü arasında ilişki olduğu saptandı. Bu ilişkinin bilinmesi DRB1 *11 alleli taşıyan kişilerin immün tolaransının daha az olabileceğini ve DRB1 *11 alleli ile birlikteliği sık görülen hastalıklara karşı, transplantasyon hastalarında, otoimmün hastalıklarda ve malign hastalıklarda immün sistem cevabının önceden bilinmesini sağlayabilir. HLA-G associated with HLA-Class II antigens in liver and kidney transplant patients Background: Recent studies suggest that the immunogenicity of human leucocyte antigen (HLA) incompatibility should be considered in the context of the HLA phenotype of the recipient. The HLA DR phenotype of the responder is thought to be predictive of the strength of the alloimmune response. The HLA-G molecule, a nonclassic MHC class I antigen, exhibits limited tissue distribution and exerts multiple immunoregulatory functions. Aim: We sought to analyze the correlation between soluble HLA-G levels and the HLA-DR phenotype by studying 40 liver/kidney transplant patients. sHLA-G levels were measured with ELISA, and HLA-DR phenotyping was performed using a standard PCR-SSP method. Results: sHLA-G levels decreased in 13 of 40 patients (32%), 7 of them (53.8%) carried the HLA DRB1 *11 (DR5) antigen, and 5 of them (38.4%) carried the HLADRB1 *04 antigen. When patients with increased levels of sHLA-G were examined, it was found that only 3 of them (11.1%) carried the HLA DRB1 *11 (DR 5) antigen. Discussion: We found a positive correlation between presence of the HLA DRB1 *11 (DR5) antigen and decreased levels of sHLA-G. Patients with the HLA DRB1 *11 (DR5) antigen had decreased immune functioning. Testing for this phenotype may be a positive indicator for progression of autoimmune diseases, malignancies, and rejection risk in transplantation
  • Item
    Yanık Yoğun Bakım Ünitesinde Yatan Hastalarda İzole Edilen Mikroorganizmalar ve Antibiyotik Duyarlılığı: Başkent Üniversitesi Ankara Yanık Ünitesi Deneyimi
    (Başkent Üniversitesi, 2005-01) Ö. Başaran; A. E. Sakallıoğlu; F. Ergin; M. Deniz; H. Karakayalı; M. Haberal
    Amaç: Bu çalışmanın amacı yeni hizmete giren yanık merkezimizde yatan hastalardaki enfeksiyon ajanlarının dağılımını, antibiyotik duyarlığını ortaya koymaktır. Materyal ve Metod: Eylül 2003-Mayıs 2004 arasında yanık merkezinde yatarak izlenen 35 hasta retrospektif olarak incelendi. Yaş ve cinsiyet dağılımı, yanık nedeni, yanık alanı genişliği, klinik yara enfeksiyonu bulguları, sürüntü, doku ve kan kültürü sonuçları değerlendirildi. Sonuçlar: Hastaların 19’u haşlanma (%54,3), 7’si alev (%20), 5’i metal veya ısı kaynaklarına kontakt (%14.3), 2’si buhar (%5), 1’i elektrik ve 1’i elektrik ve alev yanığı (%2) nedeniyle yatırılmıştı. Ortalama yanık alanı genişliği %16.71 (%1-%50) idi. Olguların tümünden sürüntü, yara enfeksiyonu şüphesi oluşan olgularda ise doku ve kan kültürleri alındı. En sık üreyen mikroorganizma Staphylococcus epidermidis, ikinci sıklıkta ise Staphylococcus aureus olarak belirlendi. Klinik yara enfeksiyonu olan hastalarda üreyen Staphylococcus epidermidis ve Staphylococcus aureus suşlarının kolonize olanların aksine metisiline dirençli olduğu gözlemlendi. Yorum: Yanık ünitelerinin kendi mikrobiyal kolonizasyonlarını ve zaman içinde gelişen flora ve antibiyotik direnci değişikliklerini ortaya koyması gereklidir. Bu sayede septik atakların erken tanı ve uygun ampirik antibiyotik tedavisi sağlanarak enfeksiyon ilişkili morbidite ve mortalitenin kontrol altına alınacağı görüşündeyiz. Isolated Microorganisms and their Antibiotic Resistance in Burn Patients Under Intensive Care: Experience at the Başkent University Ankara Burn Center Objective: The aim of this study was to determine the distribution of microbial flora and antibiotic resistance in burn patients treated in the intensive care unit of a burn center in Turkey. The center’s current methods for preventing, diagnosing, and treating these infections are discussed. Materials and methods: The cases of 35 patients hospitalized in the Başkent University Ankara Burn Center between October 2003 and May 2004 were retrospectively analyzed. The data recorded for each case were age, sex, cause of burn, total body surface area burned (TBSA), clinical signs of wound infection, results of swab, tissue, or blood cultures, and antibiotic resistance. Results: Nineteen of the case were scald burns (54.3%), 7 were flame burns (20%), 5 were contact burns (14.3%), 2 were steam burns (5.7%), 1 was an electrical burn (2.9%), and 1 was an electrical + flame burn (2.9%). The mean total body surface area burned was 16.7% (range, 1-50%). Swab cultures were done in all cases, whereas tissue and blood cultures were performed only if wound infection was suspected. Staphylococcus epidermidis was the bacterium most frequently isolated and S. aureus was the next most frequent isolate. All strains of S. epidermidis and S. aureus detected in the infected burn wounds were methicillin-resistant, whereas the colonized strains were methicillin-sensitive. Conclusion: It is crucial for each burn center to determine the types of microorganisms that colonize burn wounds, to assess time-related changes in the flora, and to determine antimicrobial resistance patterns for the main microorganisms that cause these infections. This center-specific knowledge facilitates rapid treatment of imminent septic episodes with appropriate empirical antibiotics, and can thus reduce overall infection-related morbidity and mortality
  • Item
    Donör Hastaneleri Eğitim Programı
    (Başkent Üniversitesi, 2005-01) İ. Tokalak; H. Karakayalı; R. Erdal; M. Haberal
    Tüm dünyada organ ve doku bağışını dolayısıyla da nakil sayılarını arttırabilmenin ilk yolu, toplumun her kesimini organ ve doku bağışı ve nakli hakkında bilgilendirmek ve verilen bu bilgilerin sürekliliğini ve güncelliğini de sağlayabilmektir. Tüm sağlık çalışanları organ bağışında, özellikle kadavradan yapılacak olan bağış sürecinde anahtar rol üstlenmektedir. Ancak bu sektörün profesyonellerinin bu konudaki ciddi bilgi açığı, tüm sağlık çalışanlarını ve toplumun her kesimini olumsuz yönde etkilemiştir. Tüm dünyada, oluşan bu olumsuz durumun düzeltilebilmesi ve öncelikle sağlık çalışanlarının bilgi açığının kapatılmasının tüm toplumu olumlu yönde etkileyeceği gerçeğinden yola çıkılarak uluslararası ve ulusal gereksinimlere göre eğitim programları oluşturulmaya başlanmıştır. Bu programlardan en önemlileri Avrupa Donör Hastaneleri Eğitim Programı (European Donor Hospital Education Programme-EDHEP), sağlık çalışanlarının eğitimi için ileri bir model olarak geliştirilen eğitim programı (Donor Action-DA) ve Transplant Koordinatörleri Eğitim Programı (The Transplant Procurement Management Course-TPM)’dır. Aynı gereksinim ülkemiz için de geçerlidir. Bu yüzden de ülkemizin bir modeli olabileceğini düşündüğümüz doku ve organ kaynağı ve nakli merkezlerinde çalışan tüm personelin bilgi düzeyini artırmaya yönelik Donör Hastaneleri Eğitim Programı planlanmıştır. Oluşturulan bu eğitim programı donör hastanesi ve transplantasyon merkezi bulunan tüm illere yayılmalı ve sağlık çalışanlarında konu ile ilgili bilincin oluşturulması temel amaç olmalıdır. Sağlık çalışanlarının transplantasyon ile ilgili bilgilerini artırmak, transplantasyon çalışmalarını geliştirmenin, organ bağış ve donör temini çalışmalarına büyük bir tutarlılık ve standart getirmenin bir yoludur. Bu örnek eğitim programı, gelecekte ülkemizdeki transplantasyon ile ilgilenen donör kaynağı ya da transplantasyon merkezi olan tüm sağlık kurumlarında “Türkiye Donör Hastaneleri Eğitim Programı-TÜDHEP” olarak uygulanacak eğitim programına bir model oluşturabilecektir. Donor Hospital Education Program The first step toward increasing rates of tissue and organ donation (and transplantation activities) is through public education and maintenance of this information. Healthcare professionals play a critical role in this education, especially regarding cadaveric donation. Without the sharing of their knowledge, information gaps and discontinuity in procedures and techniques among the professional community will continue that will adversely affect the attitudes and policies of other healthcare professionals as well as the lay public. To eliminate this information gap and the lack of standard procedures and techniques, many countries sought to improve their educational programs according to national and international needs. Some of the most important examples of this include the European Donor Hospital Education Programme, Donor Action, and the Transplant Procurement Management Course. A similar program is needed for Turkey. We propose a nationwide Donor Hospital Education Program to improve the knowledge base of all healthcare professionals working in donor and transplant centers in Turkey and to standardize procedures and techniques among the profession. Improving the level of knowledge among healthcare professionals is the best way to improve transplantation activities and standardize the donation process. This educational program may be the model for all donor and transplant centers in Turkey implementing the Turkish Donor Hospital Education Program (TUDHEP).
  • Item
    Kadavradan Transplantasyon Yapılan Organ Kardefli Böbrek Alıcılarının Geç Dönem Sonuçları
    (Başkent Üniversitesi, 2003-09) M. C. Yağmurdur; R. Emiroğlu; H. Karakayalı; M. Haberal
    Özet Amaç: Bu çalışmada, aynı kadavradan böbrek transplantasyonu yapılan organ kardeşi böbrek alıcılarında uzun dönemde greft ve hasta sağkalımını etkileyen faktörlerin araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmada, 1985-2001 yılları arasında 56 kadavradan böbrek transplantasyonu yapılan 112 böbrek alıcısı retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Çalışmada 112 hasta, ameliyat zamanlamasına göre her biri 56 hastadan oluşan iki gruba ayrıldı (Grup 1 önce ameliyata alınan, Grup 2 sonra ameliyata alınanlar). Ameliyatlar aynı transplant ekibi tarafından gerçekleştirildi. Her iki hasta grubunda da prednizolon, azathioprine ve cyclosporine A’dan oluşan düşük doz immünsupresyon protokolü uygulandı. Grup 1’de 7, Grup 2’de 5 hastada cyclosporine A’dan Tacrolimus’a dönüşüm yapıldı. Demografik özellikler, akut rejeksiyon ataklarının sayısı, serum kreatinin düzeyleri, kreatinin klirens değerleri, graft ve hasta sağkalım oranları, ameliyat sonrası komplikasyonla, alıcı vücut ağırlıkları, soğuk iskemi zamanları ve de novo malignansiler çalışıldı. Sonuçların analizinde Wilcoxon signed rank ve ki Kare testleri kullanıldı. Sonuçlar: Her iki grupta HLA uyum oranları benzer bulundu. Ortalama soğuk iskemi zamanı Grup 1 ve 2’ de sırasıyla 22.1±8.7 ve 23.3±9.1 saat olarak bulundu (p>0.05). Ameliyat sonrası ilk 1 ay içindeki akut rejeksiyon oranları her iki grupta benzerdi. Serum kreatinin düzeyleri ve kreatinin klirens değerlerinde ameliyat sonrası ilk 1 ayda farklılık bulunmadı (p>0.05). Bir, 3 ve 5 yıllık graft sağkalım oranları Grup 1 ve Grup 2’de sırasıyla %97 vs %92,% 74 vs %77 and %27 vs% 24, olarak bulundu. Hemodialize dönüş oranları Grup 1 de %18(n=10), Grup 2’de %23(n=13) olarak bulundu (p>0.05). Bütün takip süresince yapılan kontrollerde proteinüri oranı (günde 200 mg ve üzeri) Grup 2’de Grup 1’e oranla yüksek bulundu (ki kare, p=0.03). Grup 1’de 1, Grup 2’de 2 hastaya ikinci defa böbrek transplantasyonu yapıldı. Grup 1‘de 1 hastada, Grup 2’de 2 hastada olmak üzere toplam 3 hastada post-transplant malignansi saptandı. İlgi çekici olarak aynı donorden organ transplantasyonu yapılan iki alıcıda T hücreli lenfoma tanısı kondu. Ayrıca vücut ağırlıkları, rejeksiyon oranları, ve graft sağkalım oranları her iki grupta da benzer bulundu. Yorum: Sonuç olarak, soğuk iskemi zamanı ve HLA uyumu ve immünsupresif protokolü aynı olan organ kardeşi kadavra böbrek alıcılarının uzun ve kısa dönemde sonuçları farklılık göstermemiştir. Analysis of Long-Term Results for Transplantation of Paired Cadaveric Kidneys Aim: The aim of this study was to identify factors that may affect long-term graft and patient survival in paired cadaveric kidney transplantation. Outcomes for 112 renal transplant patients who received paired cadaveric kidneys between 1985 and July 2001 were retrospectively evaluated. Material and Methods: Two study groups were established according to the timing of the transplantation. The Group I (n=56) patients received the first kidney in each pair, and the Group II (n=56) patients received the second kidney. All the surgeries were performed by the same transplantation team, and the same triple-drug low-dose immunosuppression protocol (prednisolone, azathioprine and cyclosporine A) was used in both groups. Cyclosporine A was converted to tacrolimus in seven patients in Group I and five patients in Group II. The two groups were compared with respect to demographic characteristics, HLA mismatches, cold ischemia time, recipient body weight at the time of transplantation, serum creatinine level and creatinine clearance rate after transplantation, number of acute rejection episodes, frequency of return to hemodialysis, types and frequencies postoperative complications, de novo malignancies, and graft and patient survival rates. Results: Groups I and II were similar with respect to numbers of HLA mismatches and mean cold ischemia time (22.1±8.7 and 23.3±9.1 hours, respectively; p>0.05). The mean recipient body weights, rates of acute rejection in the first month post-surgery, and the mean serum creatinine levels and creatinine clearance rates at 30 days post-transplantation were also statistically similar (p>0.05 for all). The 1-, 2- and 5-year graft survival rates for Group I vs Group II were 97% vs 92%, 74% vs 77% and 27% vs 24%, respectively (p>0.05 for all). The two groups were similar with respect to frequency of return to hemodialysis (10/56 vs 13/56; p>0.05). Three patients (one in one in Group I and two in Group II) underwent re-transplantation, and three patients (one in one in Group I and two in Group II) developed posttransplant malignancies. Interestingly, post-transplantation T-cell lymphoma developed in both patients who received the kidneys from one donor. Conclusion: When cold ischemia times, numbers of HLA mismatches, and immunosuppressive protocols are similar, the short- and long-term outcomes for paired cadaveric-kidney transplantations are comparable.
  • Item
    Transplantasyon Koordinasyonunda Kalite Yönetim Sistemi Uygulamalar›
    (Başkent Üniversitesi, 2003-05) İ. Tokalak; R. Emiroğlu; Ö. Başaran; H. Karakayalı; N. Bilgin; M. Haberal
    Kadavradan organ bağışı oranlarının artırılması amacı ile birçok dünya ülkesinde transplantasyon koordinasyon modelleri oluşturulmuştur. Çalışmaların verimliliğini artırmak, kadavra organ sayısını artırmak, bilimsel kurallara göre ve tıbbi etik anlayışına uygun, adaletli organ ve doku dağıtımını ve kabulünü sağlamak için sisteme transplantasyon koordinatörleri entegre edilmiştir. Ancak bazen ilgililer ve sorumlular arasındaki koordinasyon ile ilgili bilgi yetersizliği, bazen de greftlerin bir an önce nakil için kullanılabilme telaşı, yasal ve etik olması gereken bu süreçte sorunlar yaşamaya neden olmaktadır. Bu sürecin başarıya ulaşması için tam, zamanında ve eksiksiz bir şekilde bildirimlerin yapılması, görev tanımlarına ve işleyiş prosedürlerine uygun, standart bir modelin olması gerekmektedir. En iyiye ulaşma bazı modern teknikler yardımıyla olmakta, hem hizmeti sunanların hem de hizmeti alanların (hastaların) sürekli ve tam memnuniyetini sağlamakla gerçekleşmektedir. Kalite Yönetim Sistemleri uygulamaları ile, uluslararası geçerliliği olan göstergelerdeki standartlara uygun tanı, tedavi ve bakım hizmetlerinin yanı sıra, tüm hizmet süreçlerinde hastaların ve sağlık çalışanlarının beklenti ve gereksinimleri tam olarak karşılanabilmektedir. Genel performansta iyileşme, iyi düzenlenmiş ve fonksiyon gösteren koordinasyon birimleri; çalışanlar arasındaki ilişkilerin daha iyi bir düzeye gelmesi, verimliliğin artması, transplantasyon yapılmış hasta ve yakınlarının memnuniyetinin artması, beyin ölümü tespiti, donör tespiti; kadavradan temin edilecek greft sayılarının arttırılarak transplantasyon sayılarının yükseltilmesine önemli katkılarda bulunacaktır. Koordinasyon sürecinin daha hızlı ve daha kısa zamanda gerçekleştirilebilecek standart bir sistem yapısına dönüştürülmesi Kalite Yönetim Sistemleri Uygulamaları’nın yararını açıkça göstermektedir. Hata oranının minimum olduğu, her sürecinin denetlendiği, daha iyiye ulaşmak amacıyla projelerin üretildiği bir ulusal koordinasyon modeli ile transplantasyon çalışmaları bir adım daha ileriye gidecektir. Countries around the world have tried many different transplantation system models aimed at increasing cadaveric organ donation. Transplant coordinators have been included in these models to improve performance management activities overall, increase cadaver-organ donation, and ensure appropriate sharing of organs and tissues in accordance with scientific, ethical and legal issues. Having such a coordinator in place minimizes potential miscommunication among professionals in the transplantation team. Success with the organ donation and transplantation process requires full and timely notification of all team members, and demands a system with clear job definitions and procedural descriptions. Quality Management Systems may be applied to all health care services in order to meet international standards in general, to enhance the satisfaction of internal and external customers, and to meet the needs of transplant coordinators. Improvements in the general performance of transplant coordinators, and well-organized, functional transplantation coordination units have several benefits. These features promote good relationships among the professionals on the transplant coordination team; increase the number of cadaveric donors that are made available; and enhance the satisfaction of transplant recipients and their families. All these effects combined help to boost transplantation rates. Used in this way, Quality Management Systems can help transform the transplant coordination process into a practical, standardized system. A national transplant coordination model that has minimal error rates and is supervised at every stage would definitely enhance transplantation activities in Turkey.