Enstitüler / Institutes
Permanent URI for this communityhttps://hdl.handle.net/11727/1390
Browse
Item 20-49 Yaş arası gebe kadınların vitamin d destekleri kullanım durumları ile beslenme ve depresyon durumlarının karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2020) Çukurovalı Soykurt, Seniha; Kızıltan, GülGebelik döneminde yeterli vitamin D alımı maternal ve fetal sağlığın devamlılığı ile olumsuz sonuçların önlenmesi açısından önemlidir. Vitamin D, gebelik ve plasenta ile ilişkili klasik olmayan işlevlerinin önemi üzerinde durmaktadır. Bu çalışma, 20-49 yaş arası gebelerin beslenme durumları, beslenme alışkanlıkları ve vitamin D destek kullanım durumu ile depresyon durumu arasındaki ilişkinin saptanması amacıyla planlanmış ve yürütülmüştür. Araştırma, Aralık 2018 ile Ocak 2019 tarihleri arasında Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniği’ne başvuran 20-49 yaş arası 150 gebe üzerinde yürütülmüştür. Bireylerin kişisel bilgileri, depresyon durumu, fiziksel ve besin tüketimindeki değişikliklere ilişkin bilgileri saptamaya yönelik anket formu uygulanmıştır. Gebelerin, besin tüketimleri ve beslenme durumları değerlendirilmiş, biyokimyasal parametreleri analiz edilmiştir. Çalışmada yer alan bireylerin yaş ortalaması 28.58 ± 5.94 yıl olarak saptanmıştır. Çalışmada yer alan bireylerin 75’i vitamin D kullanmakta, kalan 75’i kullanmamaktadır. Çalışmada yer alan bireylerden vitamin D kullananların ilk üç ayda kazanılan ağırlık ortancası 3.00 (IQR=4), kullanmayanların 4 (IQR=2) olarak saptanmıştır. Vitamin D kullanımı ile ilk üç ayda kazanılan vücut ağırlığı değerleri istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermiştir (p<0.005). Bireylerin serum D vitamini değerleri gebelik öncesi ve gebelik döneminde istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermiştir (p<0.001). Çalışmada yer alan bireylerden vitamin D kullananların Beck Depresyon Ölçek puan ortancası 9.00 (IQR=6), kullanmayanların 33.00 (IQR=13) olarak saptanmıştır. Vitamin D kullanımı ile ilgili puanlarda istatistiksel olarak anlamlı farklılık vardır (p<0.001). Sonuç olarak, vitamin D eksikliği ya da yetersizliğinin depresyonla ilişkili olduğunu gösteren, özellikle epidemiyolojik çalışmalardan elde edilen kanıtlar olmasına karşın, bu kanıtlar klinik çalışmalardan elde edilen sonuçlarla henüz yeterince desteklenmemektedir. Bu durumun detaylı incelenmesi için daha büyük çaplı çalışmalara ihtiyaç vardır. The sufficient intake off vitamin D during a women pregnancy is very important to prevent potential health problems and insure the health of both mother and baby troughout the pregnancy. The most recent research focused on the importance of functions which do not have a known connection with pregnancy, the placenta and vitamin D. This work of research, was planned and implemented with the purpose of determining the probable correlation between the development of depression and the condition of women who take vitamin D supplements. Their food intake, their eating habits and their attitude towards food were taken into account. Research was conducted on 150 pregnant women aged between 20-49 admitted to Ankara Ataturk Training and Research Hospital the Obstetrics and Gynecology Department between December 2018 and January 2019. A questionnaire consisted of personal information and data gathered from each of the participants to determine the affect on their food intake, depressive mood and physical dietary changes. Serum vitamin D levels were analyzed in Ankara Atatürk Training and Research Hospital Biochemistry Laboratory. In the clinic, general characteristics, food consumption and nutritional status of pregnant women who underwent physical examination were evaluated and biochemical analyzes were performed. The average age of participants in the study was found to be 28.58 ± 5.94 years. 75 of the individuals in the study used vitamin D and the remaining 75 did not used. The median weight gain in the first three months was found to be 3.00 (IQR= 4) and 4 (IQR = 2), respectively. On the basis of the use of vitamin D, the weight values obtained in the first three months showed a statistically significant difference. Serum vitamin D values of the individuals demonstrated statistically significant differences before and during pregnancy. The mean Beck Depression score was found to be 9.00 (IQR= 6) and 33.00 (IQR = 13), respectively. Relative scores were found to be statistically significant (p <0.001). As a result of the research, although evidence from vitamin D deficiency or insufficiency is associated with depression, especially from epidemiological studies, this evidence is not yet sufficiently supported by the results from clinical trials. Further studies are needed to investigate this situation in detail.Item 2010-2014 yılları arasında Türkiye'de halka açık şirketlerde manipülasyon üzerine beneısh modeli ile ampirik çalışma(Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2017) Tekin, Eda; Akdoğan, NalanFinansal bilgi manipülasyonunun ortaya çıkarılması ile ilgili çalışmalar, şirketlerin kar açıklamalarına ilişkin tahminler ile gerçekleşenlerin normal bir dağılım göstermediğinin farkedilmesi ile ortaya çıkmıştır. Geçtiğimiz yıllarda birden fazla model ortaya koyulmuştur. Bu modellerden manipülasyonu ortaya çıkaran en başarılı modeller regresyon bazlı modeller olmuştur. Halka açık şirketlerin bağımsız denetimden geçmesi, kullanıcıların etkin bilgiye ulaşması adına önem arz etmektedir. Yatırımcılar, şirketlerin ortaya koyduğu finansal tabloların güvenirliliğini kabul ederek yatırım tercihlerini yönlendirmektedirler. Bu nedenle finansal tablo düzenleyicilerinin, piyasalarda şirketleri adına gerçek verileri sunmaları önemlidir. Bu tezde, Türkiye’de halka açık, borsada işlem gören ve bağımsız denetime tabi finansal tablolar kullanılarak, yatırımcılara sunulan finansal bilginin manipüle edilip edilmediği araştırılmıştır. SPK bültenleri ve bağımsız denetim raporları incelenerek, finansal bilgi manipülasyona ilişkin ceza ya da yaptırımlarla karşılaşan firmalar ile bu firmalar ile aynı sektörde işlem yapan firmalar belirlenmiştir. Seçilen firmalar, Beneish (1999) modeli kapsamında probit analizine tutulmuştur. Analize tabi tutulan 73 şirket için ortaya çıkan katsayılar kullanılarak modelin gücü test edilmiş ve K-kümeleme analizi yönteminden yararlanarak kontrol şirketlerin manipülasyon yapıp yapmadıklarının tahmin edilme olasılığı hesaplanmıştır. Finansal bilgi manipülasyonu tahmininde model açısından sadece Borsa İstanbul’da işlem gören, halka açık ve bağımsız denetimden geçmiş şirketlerin finansal tabloları ele alınmıştır. Bu nedenle bu model ile halka kapalı şirketler için finansal bilgi manipülasyonu tahmini yapıldığı takdirde doğru sonuçlar alınamaması söz konusu olabilir. Studies of the discovery of the manipulation of financial information have emerged with the realization that companies do not have a normal distribution of estimates of profit disclosures. Over the past several years, more than one model has been introduced. The most successful model of manipulation from these models has been regression-based models. Independent auditing of publicly held companies is important for the efficient access of users. Investors are directing their investment preferences by accepting the reliability of the financial statements presented by the companies. For this reason, it is important that financial statement regulators present actual data on behalf of their companies in the markets. In this thesis, it is researched whether the financial information presented to the investor is manipulated by using publicly traded, traded and unadjusted financial statements in Turkey. CMB bulletins and independent auditing reports have been examined and companies that face penalties or sanctions related to the manipulation of financial information and companies operating in the same sector as these companies have been identified. Selected firms were included in the probit analysis under the Beneish (1999) model. The power of the model was tested using the coefficients generated for the 73 firms that were analyzed and the likelihood of estimating whether the control companies were manipulating by calculating the K-cluster analysis method was calculated. In terms of modeling the manipulation of financial information, financial statements of companies publicly traded in Istanbul, publicly traded and independent audited were handled. For this reason, this model may not be able to obtain accurate results if manipulation of financial information for publicly traded companies is estimated.Item 3T3L1 Hücrelerinde fruktotoksite ve mitokondriyal disfonksiyon(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Kınık, Sibel; Ataç, Fatma BelginObezite dünyada epidemi düzeyinde problem olan bir enerji dengesi bozukluğudur. Obezitenin artışında mısır şurubundan elde edilen fruktoz tüketimi büyük oranda sorumludur. Mitokondri hücrede enerji dengesini sağlamada çok önemli bir organel olarak obezitedeki metabolik bozukluklarda anahtar rol oynar. Obezitede besin yüklenmesi mitokondride yanlış katlanmış protein birikimine yol açabilir. Mitokondriyal kalite kontrol sistemleri şaperon ve proteazlardan oluşur ve nukleusa geri sinyaller göndererek hatalı proteinleri uzaklaştırarak mitokondriyal dengeyi sağlamaya çalışır. Preadipositten olgun yağ hücresine farklılaşma bir dizi transkripsiyon faktörlerinin çok iyi işleyişi ile düzenlenir. Yağ hücresi bu sırada artmış enerji gereksinimini mitokondri ile sağlar. Besin, ilaç ve genetik faktörler yağ hücresindeki mitokondriyal fonksiyonu bozabilir. Yüksek dozda işlenmiş fruktoz alımı ile visseral yağlanmanın arttığı ve mitokondriyon fonksiyonunun bozulduğu bilinse de mekanizmalar çok iyi anlaşılamamıştır. Fruktoz alımı ile obezite arasındaki ilişki nedeniyle, bu çalışmada fruktozun yağ hücre farklılaşmasındaki etkisini inceledik. Aynı zamanda 3T3-L1 preadiposit hücrelerinde fruktozun adipogenez sırasında mitokondri fonksiyonlarına olası zararlı etkisini göstermeyi hedefledik. Adiposit farklılaşması oil red-O boyama ile gösterildi. Tüm deney şartlarında fruktoz uygulanarak ve uygulanmadan mitokondriyal ve adiposit biyogenez genleri (Peroksizom proliferatör-aktive edici reseptör gamma (PPARγ), PPARγ koaktivator 1 alfa (PGC-1α), CCAAT enhancer-binding protein alfa (CEBPα), ve beta (CEBPβ) ve mitokondriyal katlanmamış protein yanıtı ile ilgili stres genlerinin (mitokondriyal “heat shock” protein 60 ve 70 (mtHsp60, mtHsp70), Mitochondrial processing peptidase β subunit (MPPβ, Pmpcb), Clp-like proteaz (Clpp), Endonükleaz G (Endog) ve “ubiquinol-cytochrome-c reductase complex assembly factor 1” (Uqcc) ifadelenmeleri 2, 4, 6 ve 8. günlerde çalışıldı.Sonuç olarak, fruktoz uygulanan 3T3L1 hücrelerinde olgun yağ hücresine dönüşümün arttığı görüldü. CEBPα, CEBPβ, Pmpcb, Clpp, EndoG, Uqcc genlerinin ifadelenmesi fruktoz uygulanan hücrelerde anlamlı olarak yüksekti. Çalışmamız fruktozun yağ hücresindeki mitokodriyal fonksiyonlarda bozucu etkilerini göstermiştir. Obesity is an energy balance disorder and a worldwide growing epidemic problem. It has been proposed that increased obesity rates may be due to increased consumption of fructose derived from dietary high-fructose corn syrup. As mitochondria are the primary organelles regulating metabolic and energy homeostasis, mitochondrial dysfunction is thought to play a key role in the pathogenesis of metabolic disorders in obesity. In obesity, nutrient overloading may lead to the accumulation of misfolded proteins in mitochondria. The mitochondrial quality control machinery is mainly composed of chaperones and proteases, which are up-regulated through a retrograde signaling pathway to the nucleus to degrade and remove damaged mitochondrial proteins maintaining mitochondrial homeostasis. Differentiation of preadipocytes into adipocytes is a highly regulated process whereby a series of transcription factors. During adipogenesis, adipocyte differentiation program requires large amount of energy and biogenesis of mitochondria is stimulated. Nutritional, pharmacological, and genetic impairments of adipose mitochondrial function lead to the dysregulation of homeostasis. Highly refined fructose intake increases visceral adiposity and mitochondrial dysfunction although the mechanism(s) remain unclear Given the potential connections between fructose intake and obesity, we examined the effects of fructose on adipocyte differentiation. Also we want to show the detrimental impacts of fructose on the mitochondrial dysfuction during adipogenesis in 3T3-L1 preadipocyte cells. Adipocyte differentiation was shown with oil red-O staining. In all experimental conditions with and without fructose, expression rates of mitochondrial and adipocyte biogenesis genes (peroxisome proliferator-activated receptor gamma (PPARγ), PPARγ coactivator-1 alpha (PGC-1α), CCAATenhancer binding protein alpha (CEBPα), CCAAT-enhancer binding protein beta (CEBPβ) and also stress genes related to mitochondrial unfolded protein response (mitochondrial heat shock protein 60 (mtHsp60), mitochondrial heat shock protein 70 (mtHsp70), mitochondrial-processing peptidase subunit beta (Pmpcb), Clp like protease (ClpP), endonuclease G (Endog), ubiquinolcytochrome c reductase complex assembly factor 1(Uqcc) were measured on the second, fourth, sixth and eighth days of the experiment. We demonstrated that, fructose treatment of 3T3-L1cells incubated in standard differentiation medium increases adipogenesis. Expression of CEBPα, CEBPβ, Pmpcb, Clpp, Endog, Uqcc genes were significantly higher in fructose applied cells. Our study showed the deleterious effects of fructose on mitochondrial functions in adipocytes.Item Açık veri yetenek olgunluk modeli(Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2022) Çaldağ, Murat Tahir; Gökalp, EbruAçık veri girişimlerinin olgunluk seviyelerinin değerlendirmesi, verimliliği, kaliteyi, performansı, şeffaflığı, paydaş katılımını ve iş birliğini artırmak için hayati önem taşır. Bu nedenle, kamu ve özel kurumlardaki yöneticiler, bu faydaları elde etmek için mevcut açık veri olgunluk düzeyinin değerlendirilmesine ve bir sonraki seviyeye çıkmak için sistematik iyileştirmeleri içeren bir yol haritasına ihtiyaç duymaktadır. Yapılan çok sesli literatür taraması sonucunda açık veri alanında yapısal ve kapsamlı bir olgunluk modeli ihtiyacı tespit edilmiştir. Bu doğrultuda ISO/IEC 330xx standartları ailesinin temel alındığı bir Açık Veri Yetenek Olgunluk Modeli (AVYOM) olarak adlandırılan süreç yetenek olgunluk modeli geliştirilmiştir. AVYOM yapısal bir yaklaşım ile açık veri süreçlerini objektif ve tekrar edilebilir ölçütler ile değerlendirmekte ve yeteneklerini iyileştirmek için bir rehber oluşturmaktadır. AVYOM stratejik yönetişim, örgütsel yönetim, paydaş katılımı yönetimi, veri yönetişimi, açık veri yönetimi ve destekleyici süreçler olmak üzere altı süreç grubu ve yirmi bir süreçten oluşmaktadır. Önerilen modelin uygulanabilirliği ve kullanışlılığı üç farklı örgütte çoklu vaka çalışması ile geçerlenmiştir. The maturity assessment of open data initiatives is vital to increase efficiency, quality, performance, transparency, stakeholder participation, and collaboration. Therefore, administrators in public and private institutions requires assessment of their current maturity level of open data and a roadmap including systematic improvements for proceeding to the next level in order to achieve the benefits. Results of the performed multivocal literature review presents the necessity of a maturity model on open data. According to ISO/IEC 330xx family of standards a process capability maturity model named Open Data Capability Maturity Model (ODCMM) is developed. ODCMM provides a structural approach on assessment and improvement of open data processes and capabilities for the creation of an improvement guide with objectivity and repeatability. ODCMM consists of twenty-one processes and six process groups which are Strategic governance, organizational management, stakeholder engagement management, data governance, open data management and supporting processes. Proposed models’ usability and applicability has been validated with multiple case studies including three organizations.Item Ağırlık yönetimi beslenme bilgisi ölçeğinin Türkçe’ye uyarlanması ve hafif şişman/şişman üniversite öğrencilerine verilen ağırlık yönetimi eğitiminin çeşitli parametreler üzerindeki etkisinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2022) Onbaşı, Zeki Çağın; Akçil Ok, MehtapBu araştırma iki aşamalı olarak planlanmış olup, ilk aşamada Ağırlık Yönetimi Beslenme Bilgisi Ölçeği’nin (AYBBÖ) Türkçe uyarlaması için geçerlik ve güvenirlik çalışması yapılmış, ikinci aşamada ise hafif şişman/şişman üniversite öğrencilerine verilen ağırlık yönetimi eğitiminin çeşitli parametreler üzerindeki etkisi değerlendirilmiştir. Çalışmanın ilk aşaması yaş ortalaması 20.6±1.50 yıl olan 392 üniversite öğrencisi ile yapılmıştır. Kırk üç maddeden oluşan AYBBÖ’nün, orijinal ölçekte olduğu gibi beş faktör (boyut) altında toplandığı sonucuna varılmıştır. Her boyuttaki maddelerin faktör yükü 0.40’ın üzerinde ve toplam varyans açıklama yüzdesi %47.3 olarak bulunmuştur. AYBBÖ puanı ile alt boyutlarının korelasyonu incelendiğinde, tüm alt boyutların puanları AYBBÖ toplam puanı ile pozitif korelasyonlu olup istatistiksel açıdan önemli bulunmuştur (p<0.0001). AYBBÖ’nin güvenirlik (iç tutarlılık) analizinde toplam ölçek maddeleri arasında orta düzeyde güvenilirlik sağlanmıştır (Cronbach’s alfa=0.75). Çalışmanın ikinci aşaması ise yaş ortalaması 21.0±1.27 yıl olan 18 kadın ve 7 erkek olmak üzere toplamda 25 üniversite öğrencisi ile yapılmıştır. Araştırma kapsamında çalışmaya katılan üniversite öğrencilerine Türkiye Beslenme Rehberi (TÜBER) 2015 kaynak alınarak hazırlanmış ağırlık yönetimi eğitimi 4 ay boyunca, on beş günde bir kez en az 30 dakikalık olacak şeklinde toplamda 9 kez çevrim içi olarak verilmiştir. Eğitimlerden önce çalışmaya katılan üniversite öğrencilerine çevrim içi yöntemler kullanılarak anket formu, AYBBÖ, Sağlıklı Beslenmeye İlişkin Tutum Ölçeği (SBİTÖ), besin tüketim sıklık formu ve antropometrik ölçüm formu uygulanmıştır. Eğitimlerin bitişinden 2 hafta sonrasında AYBBÖ, SBİTÖ, besin tüketim sıklık formu ve antropometrik ölçüm formu tekrar uygulanmıştır. Çalışmanın ikinci aşamasına katılan bireylerin eğitim öncesi AYBBÖ puan ortalamaları 23.6±4.95 puan iken, eğitim sonrası 35.6±4.06 puan olarak yükselmiş ve bu değişim anlamlı bulunmuştur (p<0.05). Eğitim öncesi ve sonrası SBİTÖ gruplarındaki değişim istatistiksel olarak önemli bulunmuş olup, eğitim öncesi orta düzey tutuma sahip olan bireylerin eğitim sonrası yüksek ve ideal tutuma sahip oldukları belirlenmiştir (p<0.05). Üniversite öğrencilerinin eğitim öncesi günlük enerji alım ortalamaları 2568.3±692.06 kkal iken, eğitim sonrası 2126.3±530.95 kkal olarak azalmış ve bu değişim istatistiksel olarak önemli bulunmuştur (p<0.05). Bireylerin günlük enerjilerinin protein ve yağlardan gelen oranı, posa, n-3 yağ asidi, sıvı, A vitamini, B2 vitamini, B6 vitamini, folat, C vitamini, kalsiyum, fosfor, potasyum ve magnezyum alımları anlamlı şekilde yükselmiştir (p<0.05). Bireylerin vücut ağırlığı, BKİ’leri, bel çevreleri ve bel kalça oranları eğitim sonrası anlamlı şekilde azalmıştır (p<0.05). Sonuç olarak verilen ağırlık yönetimi eğitimi üniversite öğrencileri, beslenme bilgi düzeylerini artırmış, besin tüketimlerini ve antropometrik ölçümlerinin olumlu şekilde gelişmesini sağlamıştır. The present study was planned in two stages, at the first stage of the study validity and reliability studies were performed for the Turkish version of the Weight Management Nutrition Knowledge Questionnaire (WMNKQ), and at the second stage of the study, the effect of weight management education given to overweight/obese university students on various parameters were evaluated. The first stage of the study was conducted on 392 university students with a mean age of 20.6±1.50 years. WMNKQ consisting of 43 items, was gathered under five factors (dimensions) as in the original questionnaire. The factor load of the items in each dimension was found over 0.40 and the percentage of total variance explanation was found 47.3%. When the correlation of the WMNKQ score and its subdimensions is examined, scores of all sub-dimensions were positively correlated with the total score of WMNKQ and found to be statistically significant (p<0.0001). In the reliability (internal consistency) analysis of WMNKQ, moderate reliability was achieved among the total scale items (Cronbach's alpha=0.75). The second stage of the study was conducted on 25 university students, 18 females and 7 males, with a mean age of 21.0±1.27 years. Within the scope of the research, weight management education intervention, which was prepared based on the Turkey Dietary Guidelines (TUBER) 2015, was given to university students online 9 times, at least 30 minutes, once every fortnight, for 4 months. Before the intervention, a questionnaire form, WMNKQ, Attitude Scale for Healthy Nutrition (ASHN) food frequency questionnaire and anthropometric measurement form were applied to university students using online methods. Two weeks after the end of the intervention, WMNKQ, ASHN, food frequency questionnaire and anthropometric measurement form were applied again. While the mean WMNKQ score was 23.6±4.95 points before the intervention, it increased to 35.6±4.06 points after the intervention and this change was found to be significant (p<0.05). The change in ASHN groups before and after the intervention was found to be statistically significant, and it was determined that the individuals who had a moderate attitude before the intervention had a high and ideal attitude after the intervention (p<0.05). While university students' mean daily energy intake was 2568.3±692.06 kcal before the intervention, it decreased to 2126.3±530.95 kcal after the intervention, and this change was found to be statistically significant (p<0.05). In addition to this, the daily average energy rates from proteins, energy rates from fats, fibre, n-3 fatty acids, liquids, vitamin A, vitamin B2, vitamin B6, folate, vitamin C, calcium, phosphorus, potassium, magnesium and iodine intakes of individuals significantly increased (p<0.05). Individuals' body weight, BMI, waist circumference and waist-hip ratios decreased significantly after the intervention (p<0.05). As a result, the weight management education given to university students increased their nutritional knowledge level and provided a positive development in their food consumption and anthropometric measurements.Item Ağız içi sıcaklık değişimlerinin farklı materyallerle hazırlanan inley restorasyonları ve diş dokuları üzerindeki termal stres etkisinin üç boyutlu sonlu elemanlar stres analiz yöntemi ile incelenmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2015) Çelik Köycü, Berrak; İmirzalıoğlu, PervinSıcak ve soğuk yiyecek ve içeceklerin günlük alımı esnasında oral kavitede ani sıcaklık değişimleri meydana gelmektedir. Bu çalışmada, alt 1. molar dişte farklı restoratif materyaller kullanılarak hazırlanan Sınıf 2 MOD inley restorasyonlarda ağız içi sıcaklık değişimleri sonucu restorasyon ve diş dokularında oluşan zamana bağlı sıcaklık dağılımı ve termal stresler incelenmiştir. Ayrıca termal ve mekanik yüklemenin birlikte yapılması ile çiğneme kuvvetleri taklit edilerek meydana gelen termomekanik stresler de üç boyutlu sonlu elemanlar analiz yöntemi ile değerlendirilmiştir. Mandibular 1. Molar dişin üç boyutlu sonlu elemanlar modeli Hypermesh (Altair Engineering, Inc.) programı kullanılarak oluşturulmuştur. Alt 1. molar diş ve çevreleyen kemik dokusu üç boyutlu olarak modellenmiştir. Model; mine, dentin, pulpa, çevreleyen kemik dokusu, periodontal ligament, inley restorasyonları (Tip 2 dental altın, seramik ve kompozit rezin) ve adeziv rezin simanı içermektedir. Çalışmanın ilk aşamasında; ağız içi başlangıç sıcaklığın 36 °C olduğu kabul edilmiş ve 36 °C’den 4 ve 60 °C’ye ulaşan sıcaklık değişimi 2 sn süreyle taklit edilerekmodelde oluşan zamana bağlı sıcaklık dağılımı incelenmiştir. İkinci aşamada, sıcaklık dağılım analizinde 2. saniyedeki sıcaklık değerleri temel alınarak termal stres analizi yapılmıştır. Restorasyonlar ve diş dokularında meydana gelen termal stresler hesaplanmıştır. Son aşamada 2 sn süreyle 4 °C ve 60 °C sıcaklık uygulaması ile eş zamanlı olarak yapılan 200 N mekanik yükleme sonucu oluşan stres paterni incelenmiştir. Yapılan termal ve termomekanik stres analizleri sonucu mine, dentin, restoratif materyaller ve simanda 2. saniyenin sonunda oluşan von Mises, basma, çekme ve makaslama stresleri değerlendirilmiştir. Çalışmamızda incelenen restoratif materyallerin termal özellikleri farklı olmasına rağmen, her iki sıcaklık koşulu (4 °C ve 60 °C) için de, 2. saniye sonunda diş dokuları (mine, dentin, pulpa) ve restorasyonlarda meydana gelen sıcaklık dağılımı her üç restorasyon modeli arasında benzerdir. Pulpada görülen sıcaklık değişimi pulpada hasar meydana getirdiği belirtilen 42 °C’ye ulaşmamıştır. Sıcaklık değişimleri sonucu oluşan en yüksek termal stres değerleri minede servikal bölgede yoğunlaşmıştır. Sıcak uygulaması ile karşılaştırıldığında, 4 °C sıcaklık koşulları daha yüksek termal stres değerleri oluşturmuştur. Eş zamanlı termomekanik yükleme koşulları, diş dokuları ve restoratif materyallerde yüksek stres değerleri meydana getirmiştir. Termomekanik yükleme sonucu restoratif materyallerin kendi yapısında oluşan ve diş dokularına iletilen stresler restorasyon modelleri arasında karşılaştırıldığında, değerlerin birbirine yakın olduğu görülmüştür. Ancak rezin simanda meydana gelen stres dağılımı karşılaştırıldığında, kompozit rezin inley modelinde daha düşük stres değerleri görülmektedir. Dental altın ve seramik inleylerde gingival taban ve aksiyal duvarda oluşan streslerin simanda adeziv başarısızlık meydana getirebilecek büyüklükte olduğu gözlenmiştir. İncelenen restorayonlar arasında kompozit rezin inleylerin adeziv başarısızlığın önlenmesi açısından daha iyi bir seçenek olabileceği öngörülmüştür. During daily consumption of hot and cold food and drinks, rapid thermal changes occur in the oral cavity. In this study, temperature distribution by time and thermal stresses that result from oral temperature changes were investigated on a mandibular tooth restored by three different class 2 MOD inlay restoration. In addition, with the simultaneous thermal and mechanical loading the impact of mechanical loads on the stress distribution was evaluated by using 3-dimensional finite element analysis. The 3-D finite element model of mandibular first molar was created by the Hypermesh software program(Altair Engineering, Inc.). The model includes enamel, dentin, pulp, surrounding bone, periodontal ligament, inlay restorations of Type 2 dental gold alloy, ceramic and composite resin and adhesive resin cement. In the first part of the study, the tooth was assumed to initially have a temperature of 36 °C and temperature distributions were calculated by the time in the model, after simulated temperature changes from 36°C to 4 or 60°C for 2 s time period. In the second step, the thermal stress analysis was performed based on the temperature values at 2 s and the thermal stresses on the tooth structures and restorations were evaluated. In the last step, stress patterns were analyzed after simulated temperature changes from 36°C to 4 or 60°C for 2 seconds with 200-N mechanical loading. After the thermal and thermomechanical stress analysis, von Mises, compressive, tensile and shear stresses at 2 s which occured in enamel, dentin, restorative materials and resin cement were evaulated. Although the thermal properties of restorative materials which evaulated in our study significantly differ, the temperature distribution at 2 s in tooth structures (enamel, dentin, or pulp) and restorative materials were similar in the three restoration models, for both thermal conditions. The pulpal temperature rise did not exceed the threshold temperature of 42 ºC for pulpal damage. Temperature changes generated maximum thermal stresses at the cervical region of the enamel. 4 °C cold conditions caused higher stresses compared with hot conditions. Simultaneous thermomechanical loads caused high stress patterns in inlay-restored teeth. In the simultaneous thermomechanical loading conditions, type II gold alloy, ceramic, and composite resin inlays showed similar stress distribution in the tooth structures and restorative materials. However, when the stress distribution in the resin cement compared, composite resin inlay model exhibited lower stress patterns. The stresses that occured at the gingival floor and axial walls of gold and ceramic inlays were high magnitude which may contribute to adhesive failure. Composite resin inlays may be the better choice to avoid adhesive failure.Item Akustik travmalarda vestibüler uyarılmış myojenik potansiyeller (vemp)(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2022) Akın Öçal, F. Ceyda; Erbek, Selim S.Bu çalışmanın amacı Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görevi esnasında patlamaya maruz kalan, beraberinde sensorinöral işitme kaybı gelişmiş olan hastalarda geç dönemde baş dönmesinin servikal ve oküler vestibüler uyarılmış miyojenik potansiyeller (cVEMP, oVEMP) ve Baş Dönmesi Engellilik Envanteri (BEE) ile değerlendirilmesidir. Çalışmaya 22 sağlıklı erişkin gönüllü (44 sağlıklı kulak) ve blast travma geçirmiş 25 askeri personel (43 hasta kulak) hasta grubu olarak dahil edilmiştir. Kontrol ve hasta grubuna hem 500 Hz Tone-Burst (TB) hem 500 Hz Narrow Band (NB) Level Specific (LS) CE-Chirp uyaran ile cVEMP ve oVEMP testleri yapılmıştır. Hasta grubuna ayrıca Baş Dönmesi Engellilik Envanteri (BEE) doldurtulmuştur. 44 sağlam kulağın hepsinden hem TB hem de NB LS CE-Chirp uyaran ile cVEMP ve oVEMP yanıtları alınmıştır. Kontrol grubunda cVEMP ve oVEMP testinde P1 ve N1 latansı NB LS CE-chirp uyaran kullanıldığında, TB uyarana göre istatistiksel olarak anlamlı kısa izlenmiştir. P1N1 amplitüdü NB LS CE-chirp uyaran kullanıldığında, TB uyarana göre istatistiksel olarak anlamlı büyük izlenmiştir. Ayrıca hem cVEMP hem oVEMP’de NB LS CE-chirp uyaranda, TB uyarana göre istatistiksel olarak anlamlı düşük eşik izlenmiştir. Hasta grubun Baş Dönmesi Engellilik Envanteri (BEE) ortalaması 14.80 ± 23.38 (0-88.00) bulunmuştur. Hasta grubunda etkilenen 43 kulağın 3’ünde hem NB LS CE-Chirp uyaranla hem de TB uyaranla cVEMP yanıtı alınmamıştır. 43 kulağın 38’inde TB uyaran ile oVEMP yanıtı alınırken, 40’ında NB LS CE-Chirp uyaran ile oVEMP yanıtı alınmıştır. TB ve NB LS CE-chirp uyaran ile yapılan cVEMP ve oVEMP testlerinde kontrol ve hasta grubu arasında P1 latans, N1 latans ve P1N1 amplitüd açısından istatistiksel olarak anlamlı fark izlenmemiştir. Sonuç olarak blast travma sonrası geç dönemde otolit organların fonksiyonlarının etkilenmediği görülmüştür. In this study, the presence of dizziness in the late period was investigated in patients working in the Turkish Armed Forces who exposed to blast trauma with a test battery consisting of cervical and ocular vestibular evoked myogenic potentials (cVEMP and oVEMP) and dizziness handicap inventory (DHI). Twenty-two healthy adult volunteers (44 healthy ears) and 25 military personnel (43 patient ears) who had blast trauma were included in the study. The cVEMP and oVEMP tests with both 500 Hz tone burst (TB) and 500 Hz Narrow Band (NB) Level Specific (LS) CE-Chirp stimuli were applied to the control and patient groups. The patient group also filled in the Dizziness Handicap Inventory (DHI). cVEMPs and oVEMPs were obtained in all 44 healthy ears in response to both TB and NB LS CE-chirp stimuli. In control group P1 and N1 latencies were significantly shorter in NB LS CE-chirp stimulus than in TB stimulus in cVEMP and oVEMP tests. When the NB LS CE-chirp stimulus was used, the P1N1 amplitude was statistically significantly larger than TB stimulus. In addition, a statistically significant lower threshold was observed in both cVEMP and oVEMP tests in NB LS CE-chirp stimulus compared to TB stimulus. The mean score of the Dizziness Handicap Inventory (DHI) of the patient group was 14.80 ± 23.38 (0-88.00). In the patient group, cVEMP responses were not obtained in 3 of 43 affected ears in response to both TB and NB LS CE-chirp stimuli. While TB oVEMP response was obtained in 38 of 43 ears, NB LS CE-Chirp oVEMP response was obtained in 40 ears.In cVEMP and oVEMP tests there was no significant difference in comparison of P1 latency, N1 latency and P1N1 amplitude between control and patient groups for both TB stimulus and NB LS CE-chirp stimulus. As a result, it was observed that the functions of otolith organs were not affected in the late period after blast trauma.Item Akut periferik vestibüler sistem patolojilerinde CHIRP ve tone burst uyaranla vestibüler uyarılmış miyojenik potansiyellerin karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2021) Aydın, Berna Deniz; Erbek, Hatice SeyraBu çalışmada, akut periferik vestibüler sistem patolojilerinde, CHIRP ve tone burst uyaranla vestibüler uyarılmış miyojenik potansiyelleri karşılaştırmak amaçlanmıştır. Çalışma, Başkent Üniverstitesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Anabilim Dalı’ nda, Şubat 2020- Nisan 2021 tarihleri arasında, 24 Meniere Hastalığı/ endolenfatik hidrops, 14 benign pozisyonel paroksismal vertigo (BPPV), 12 vestibüler nörinit hastası ve 54 sağlıklı birey ile gerçekleştirilmiştir. Tüm katılımcılara, 500 Hz tone burst (TB) ve 500 Hz Level Specific (LS) CE-CHIRP uyaranla, servikal ve oküler vestibüler uyarılmış miyojenik potansiyeller (sVEMP, oVEMP) testleri uygulanmıştır. 24 Meniere Hastalığı/ endolenfatik hidrops hastasına, ek olarak, 1000 Hz TB ve 1000 Hz LS CE-CHIRP uyaranla sVEMP ve oVEMP testleri uygulanmıştır. Sağlıklı katılımcılarda, CHIRP uyaranla, daha kısa sVEMP P1 latansı, daha kısa sVEMP N1 latansı, daha düşük sVEMP eşik, daha kısa oVEMP P1 latansı, daha kısa oVEMP N1 latansı, daha yüksek oVEMP amplitüd ve daha düşük oVEMP eşik değerleri elde edilmiştir. Hastaların semptomatik kulaklarında, CHIRP uyaranla, daha kısa sVEMP P1 latansı, daha kısa sVEMP N1 latansı, daha düşük sVEMP eşik, daha kısa oVEMP P1 latansı, daha kısa oVEMP N1 latansı, daha düşük oVEMP eşik değerleri elde edilmiştir. Hastaların asemptomatik kulaklarında, CHIRP uyaranla daha kısa sVEMP P1 latans, daha kısa sVEMP N1 latans, daha kısa oVEMP P1 latans, daha kısa oVEMP N1 latans, daha yüksek oVEMP amplitüd ve daha düşük oVEMP eşik değerleri elde edilmiştir. Dar bant LS CE-CHIRP uyaranın VEMP testinde etkili bir uyaran olduğu sonucuna varılmıştır. This study aims to compare the CHIRP and tone burst stimulation in vestibular evoked myogenic potentials in acute peripheral vestibular system pathologies. The cervical and ocular vestibular evoked myogenic potentials (cVEMP, oVEMP) tests with 500 Hz tone burst (TB) and 500 Hz Narrow Band Level Specific (NB LS) CE-CHIRP stimuli were applied to the 24 Meniere Disease/ endolymphatic hydrops, 14 benign paroxysmal positional vertigo, 12 vestibular neuritis and 54 healthy individuals between February 2020 and April 2021 at Başkent University, Department of Otorhinolaryngology. In healthy participants, statistically significant, shorter cVEMP P1 latency, shorter cVEMP N1 latency, lower cVEMP threshold, shorter oVEMP P1 latency, shorter oVEMP N1 latency, higher oVEMP amplitude, lower oVEMP threshold values were obtained with CHIRP stimulus. In symptomatic ears of patients, statistically significant, shorter cVEMP P1 latency, shorter cVEMP N1 latency, lower cVEMP threshold, shorter oVEMP P1 latency, shorter oVEMP N1 latency, lower oVEMP threshold values were obtained with CHIRP stimulus. In nonsymptomatic ears of patients, statistically significant, shorter cVEMP P1 latency, shorter cVEMP N1 latency, shorter oVEMP P1 latency, shorter oVEMP N1 latency, higher oVEMP amplitude, lower oVEMP threshold values were obtained with CHIRP stimulus. As a conclusion, NB LS CE-CHIRP is an effective stimulus for VEMP tests.Item Algılanan liderlik tarzının görev performansı üzerindeki etkisinde işe tutulmanın ve ototelik kişiliğin rolü(Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2022) Sarı, Serkan; Basım, H. NejatBu çalışmanın amacı, algılanan liderlik tarzı ile görev performansı arasındaki ilişkiyi incelemek ve bu ilişkiye etkisinde pozitif psikoloji öncülüğünde günümüzde yaygın olarak hakkında araştırma yapılan işe tutulma ve ototelik kişiliğin bu ilişkideki rolünü ortaya çıkarmaktır. Bu değişkenlerin birbiri ile etkileşimlerini tespit etmek için araştırmaya yönelik kuramsal taramalar doğrultusunda hipotezler geliştirilmiş ve araştırma modeli oluşturulmuştur. Araştırma değişkenleri kapsamında oluşturulan araştırma modeli, 508 çalışandan oluşan örneklem grubundan anket yöntemi ile veri toplanarak test edilmiştir. Araştırmada SPSS 25.0, PROCESS 4.0 ve AMOS 20.0 yazılımları kullanılarak korelasyon, doğrulayıcı faktör, regresyon analizleri yapılmıştır. Bu araştırma kapsamında ortaya konulan kuramsal model görgül araştırma ile test edilmiştir. Araştırma değerlendirildiğinde; algılanan liderlik tarzının görev performansı ve işe tutulmaya olan etkisi anlamlı ve olumlu, işe tutulmanın görev performansı üzerindeki etkisi de anlamlı ve olumlu yöndedir. Algılanan liderlik tarzının görev performansı üzerindeki etkisinde işe tutulmanın kısmi aracılık rolü vardır. Yazın taramasında, algılanan liderlik tarzı ile işe tutulma arasında ve işe tutulmanın görev performansına etkisinde ototelik kişiliğin olumlu yönde bir düzenleyici rol alabileceği belirtilmiş olsa da araştırmanın sonuçlarında ototelik kişiliğin düzenleyici rolü olmadığı analizler sonucu görülmüştür. Bu bağlamda elde edilen bulguların, yazında önemli bir kuramsal boşluğu dolduracağına, araştırmacılara, yöneticilere, çalışanlara ve uygulamacılara faydalı olarak yeni bakış açıları kazandıracağına inanılmaktadır. The aim of this study is to examine the relationship between perceived leadership style and task performance, and to reveal the role of autotelic personality and involvement in this relationship, which is widely researched today led by positive psychology. In order to determine the interactions of these variables with each other, hypotheses were developed in line with the theoretical surveys for the research and a research model was created. The research model, which was created within the scope of the research variables, was tested by collecting data from a sample group of 508 employees with the survey method. Correlation, confirmatory factor and regression analyzes were performed using SPSS 25.0, PROCESS 4.0 and AMOS 20.0 software. The theoretical model put forward within the scope of this research has been tested with empirical research. When the research is evaluated; The effect of perceived leadership style on task performance and retention is significant and positive, and the effect of retention on task performance is also significant and positive. Retention has a partial mediating role in the effect of perceived leadership style on task performance. Although it was stated in the literature review that the autotelic personality could play a positive moderator role between the perceived leadership style and being hired, and in the effect of being hired on task performance, it was seen as a result of the analyzes that the autotelic personality did not have a moderator role in the results of the research. It is believed that the findings obtained in this context will fill an important theoretical gap in the literature and will provide useful new perspectives to researchers, managers, employees and practitioners.Item Alışılmamış imalat yöntemlerinin seçiminde bir karar destek sisteminin geliştirilmesi(Başkent Üniversitesi Fen Bilimler Enstitüsü, 2024) Kargın, Leman; İç, Yusuf TanselBu tez çalışmasında Alışılmamış İmalat Yöntemlerinin (AİY) seçimi için bir Karar Destek Sistemi (KDS) geliştirilmiştir. Geliştirilen KDS’de öncelikle literatürde gerçekleştirilmiş çalışmalardan yola çıkarak yapılacak işlemlere uygun AİY’ler veri tabanından belirlenerek bir alternatif setinin oluşturulması sağlanmıştır. Ardından literatürde yaygın bir şekilde AİY seçiminde kullanılmış olan AHP ve TOPSIS yöntemleri bütünleşik olarak uygulanarak işe en uygun AİY’nin belirlendiği bir seçim modeli oluşturulmuştur. Sonrasında elektro kimyasal delik delme işlemi özelinde bu işlemle delinmiş deliklerin görüntülerini görüntü işleme teknikleriyle işleyen, ön eleme ve AHP-TOPSIS modeli sonucu belirlenmiş olan AİY için uygun işleme parametrelerinin de önerildiği ikinci seviye bir model KDS’ye entegre edilmiştir. Son aşamada ise görüntü işleme teknikleri ile elde edilen farklı performans yanıtlarına sahip olan farklı parametre setlerinden oluşan alternatifler TOPSIS modeline aktarılarak performans yanıtlarına kullanıcının atayacağı ağırlık değerlerine göre en uygun parametre kombinasyonunun tespitinin sağlandığı bir en iyileme modülü de KDS’ye eklenmiştir. Böylece AİY seçim sürecinin tüm değerlendirme ve analiz aşamalarını içeren bütünleşik bir KDS ortaya konabilmiştir. Geliştirilen KDS ileriki dönemlerde diğer AİY’lerin işlemler özelindeki görüntülerinin veri tabanına yüklenmesi ile diğer işlemler için de işleme parametresi değeri verebilecek bir yapıda oluşturulmuştur. KDS, Python programlama dili kullanılarak geliştirilmiş ve uygulama çalışmaları ile KDS’nin işlevselliği gösterilmeye çalışılmıştır. In this thesis, a decision support system (DSS) was developed for the selection of Nontraditional Manufacturing Processes (NTMPs). In the developed DSS, first of all, based on the studies carried out in the literature, suitable NTMPs were determined from the database, and an alternative set was created. Then, AHP and TOPSIS methods, which have been widely used in the selection of AHPs in the literature, were integrated into the DSS to determine the most suitable NTMP for the defined operation. Afterward, a second level model was integrated into the DSS, which processes the images of the holes drilled with this process with image processing techniques, specifically for the electrochemical hole drilling process, and also recommends the appropriate processing parameters as a result of the pre-screening module and AHP-TOPSIS model. In the last stage, alternatives consisting of different parameter sets with different performance responses, obtained through image processing techniques, were transferred to the TOPSIS model, and an optimization module was integrated into the DSS, which enables the determination of the most appropriate parameter combination according to the weight values assigned by the user to the performance responses. Thus, an integrated DSS that includes all evaluation and analysis stages of the NTMP selection process was developed. The developed DSS was created in a structure that can provide processing parameter values for other processes in the future by uploading process-specific images of other NTMPs to the database. DSS was developed using Python programming language, and the functionality of DSS was tried to demonstrate with application studies.Item Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan Türk göçmenlerin beslenme alışkanlıklarının kültürel değişiminin belirlenmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Aysin, Elif Adil; Kızıltan, GülAmerika’da günümüze kadar farklı göçmen grupların beslenme alışkanlıklarının kültürel değişimi incelenmiştir. Türk göçmenlere ait bir çalışma mevcut değildir. Bu çalışma, göçmen Türk toplumunda beslenme alışkanlıklarının kültürel değişimleri değerlendirmek amacıyla planlanmış ve yürütülmüştür. Bu çalışmaya Türkiye’de doğmuş, Amerika’ya göç etmiş, ABD'nin İndiana Eyaleti-lndianapolis ve çevresinde yaşayan, 19 yaş ve üstü yetişkin bireyler alınmıştır. Çalışmaya Aralık 2017-Nisan 2019 tarihleri arasında kronik, metabolik ve psikiyatrik herhangi bir hastalığı ve madde bağımlılığı olmayan ve besin alimim etkileyecek herhangi bir ilaç kullanmayan, gebe ve emzikli olmayan bireyler dahil edilmiştir. Çalışma 61 ’i kadın 26’sı erkek olmak üzere toplam 87 birey üzerinde yürütülmüştür. Bireylerin kişisel bilgileri, antropometrik ölçümleri anket formuna kaydedilmiş, diyetin kültürleşme durumunu belirlemeye yönelik Batı Diyeti Ölçeği (Westem Dietary Acculturation) kullanılmış, ayrıca beslenme durumunu saptamaya yönelik 24 saatlik besin tüketim kayıdı ile beslenme alışkanlıklarını belirlemeye yönelik besin tüketim sıklık formu uygulanmıştır. Bu çalışmaya katılan bireylerin yaş ortalaması erkeklerde 39.9±10.27 yıl, kadınlarda 39.4±7.71 yıldır. Bireylerin %28.7’si 6-10 yıl, %27.6’sı 15 yıl üzeri, %25.3’ü ise 2-5 yıldır Amerika’da yaşamaktadır. Göç ettikten sonra bireylerin %52’si yeme alışkanlıkların değiştiğini, %17’si kesinlikle değiştiğini, %23’ü ise değişiklik olmadığını belirtmiştir. Bireylerden yeme alışkanlıkları değişmedi diyenlerin Batı diyeti ölçeği skorları daha düşük olup, değişti ve kesinlikle değişti diyenlerin batı diyeti ölçeği skorları daha yüksektir (p<0.05). Hem erkek hem kadınların göç öncesinde daha az sıklıkla öğün atlarken göç sonrası daha sık öğün atladıkları saptanmıştır. Göçten önce erkeklerde en çok öğle yemeği, kadınlarda sabah kahvaltısı atlanırken, göçten sonra hem erkeklerde hemde kadınlarda öğle yemeği en çok atlanan öğün olmuştur. Yalnız yaşayan bireyler ile Türk eş ve ailesi ile yaşayan bireylerin Batı ölçeği skoru ortalaması sırasıyla 7.5±2.37 ve 5.36±1.92’dir (p<0.05). Kadınlarda vücut ağırlık ortalaması 65.0±9.89 kg, erkeklerin vücut ağırlık ortalaması 83.1±11.43 kg’dır. Göçten sonra vücut ağırlık değişimleri değerlendirildiğinde; kadınlarda ortalama 5.6±6.15 kg erkeklerde ise ortalama 8.1±7.48 kg ağırlık kazanımı saptanmıştır. Amerika’ya göçten sonra ağırlık değişimi ile Batı ölçeği skoru arasındaki ilişki önemli bulunmuştur (p<0.05). Kadınlarda BKİ ortalaması 24.8±4.54 kg/m2 erkeklerde ise 27.2±3.11 kg/m2 dir. Bireylerin Amerika’da yaşam sürelerine göre BKİ’leri kıyaslandığında 11-15 yıl yaşayanlar ile, 16 yıl üzeri Amerika’da yaşayanların BKİ’leri arasındaki fark istatistiksel olarak önemli bulunmuştur (p<0.05). Fiziksel aktivite, tüketilen CHO, glikoz miktarı, früktoz miktarı, bel/kalça oranı ile Batı diyet ölçeği arasındaki ilişki istatistiksel olarak önemli bulunmuştur (p<0.05). Bireylerin beslenme durumları ve besin tüketim alışkanlıkları değerlendirildiğinde diyetle enerji alım ortalamaları erkeklerde 1594.3±573.34 kkal (891.9-3593 kkal), kadınlarda 1306.4±386.49kkal (336.1-2280.8 kkal) olarak bulunmuştur. Genel olarak göçten sonra bireylerin yoğurt, ayran tüketimlerinde azalma olduğu saptanmıştır. Beyaz peynir, kaşar peynir tüketimleri azalırken krem peynir tüketimlerinde artış olmuştur. Bireylerin kırmızı et, tavuk, yumurta tüketimleri artmıştır. Kurubaklagil, tam tahıl/kepekli ekmek, kahvaltılık tahıl tüketimleri artarken, bulgur ve beyaz ekmek tüketimleri azalmıştır. Ayrıca börek-çörek tüketiminde de azalma olmuştur. Yeşil yapraklı ve diğer sebzelerin tüketimde, meyve tüketimde azalma olmuştur. En fazla tüketim artışı kahve tüketimde olmuştur. Göç sonrası toplumların beslenme alışkanlıklarında, besin tüketimlerinde ve antropometrik ölçümlerinde farklılıklar oluşmaktadır. Göç sonrası oluşabilecek beslenme ve diyet ile ilişkili önlenebilir hastalıklar için farkındalığın oluşturulup, göçmenlerin sağlığının korunması ve iyileştirilmesi için diyetin kültürel değişiminin iyi anlaşılması, değerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır. Nutritional habits of different immigrant groups in the US have been studied to date. So far, There is no study on Turkish immigrants. This study was planned and conducted to evaluate the cultural changes of Nutritional Habits in immigrant Turkish society. In this study, 19 years of age and older adult individuals were bom in Turkey, who emigrated to the United States and they live in Indianapolis-Indiana and surrounding areas were taken. The study was conducted between December 2017 and April 2019. individuals who do not have any chronic-metabolic or psychiatric diseases, are not addictive and do not use any drugs that affect food intake, non-pregnant and non-lactating were included. The study was conducted on a total of 87 individuals, of which 61 were female and 26 were male. Personal information and anthropometric measurements of the individuals were recorded in the questionnaire, Westem Dietary Acculturation was used to determine of dietary acculturation, and 24-hour food consumption record was used to determine the nutritional status and the food consumption frequency form was used to determine the eating habits. The mean age of the participants was 39.9 ± 10.27 years in males and 39.4 ± 7.71 years in females. 28.7% of individuals have been living in the USA for 5-10 years, 27.6% över 15 years and 25.3% for 2-5 years. After migration, 52% of the individuals stated that their eating habits changed, 17% defınitely changed, 23% stated that there was no change. The Westem diet scale scores of the individuals who stated that their eating habits did not change were lower, changed and those who said that they certainly changed the westem diet scale scores were higher (p <0.05). It was found that both men and women skipped meals less frequently before migration and more frequently after migration. The most skipped meals before migration was lunch for male while breakfast was skipped in women, both men and women were the most skipped meals is lunch after migration. The mean Westem scale score of the individuals living alone and those living with the Turkish spouse and family was 7.5 ± 2.37, 5.36 ± 1.92, respectively (p <0.05). The mean body weight of women was 65.0 ± 9.89 kg and the mean body weight of men was 83.1 ± 11.43 kg. When body weight changes are evaluated after migration; mean weight gain was 5.6 ± 6.15 kg for females and 8.1 ± 7.48 kg for males. The relationship between weight change after migration to America and Westem scale score was found to be signifıcant (p<0.05). The mean BMI in women was 24.8 ± 4.54 kg/m2 and in men it was 27.2 ±3.11 kg/m2. When the BMI of the individuals were compared according to the duration of their stay in the USA, the difference between the BMI of those who lived 11-15 years and those who lived in the USA över 16 years was found to be statistically signifıcant (p<0.05). The relationship between the Westem diet scale and physical activity, amount of CHO consumed, amount of glucose, amount of fructose and Waist / Hip ratio were found to be statistically signifıcant (p<0.05). When the nutritional status and food consumption habits of the individuals were evaluated, the average energy intake was found to be 1594.3 ± 573.34kcal (891.9-3593kcal) in males and 1306.4 ± 386.49kcal (336.1-2280.8 kcal) in women. In general, after the migration, it was determined that the consumption of yoghurt and ayran was decreased. White cheese, cheddar cheese consumption decreased while cream cheese consumption increased. Red meat, chicken, egg consumption of individuals increased. While the consumption of legumes, whole grain / whole wheat bread and breakfast cereals increased, the consumption of bulgur and white bread decreased. There was also a decrease in the consumption of pastries. There was a decrease in consumption of green leafy and other vegetables, consumption of fruit. The highest consumption increase was in coffee consumption. There are differences in nutritional habits, food consumption and anthropometric measurements of post-migration societies. It is important to understand and evaluate the cultural change of the diet in order to protect and improve the health of migrants by creating awareness for nutrition and diet- related preventable diseases that may occur after migration.Item Amorf kalsiyum fosfat içerikli verniğin dentin hassasiyeti üzerine etkinliğinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2010) Bozok, Yasin; Alaaddinoğlu, Emine ElifDentin hassasiyeti, popülasyonun büyük bölümünü etkileyen önemli bir klinik sorundur. Başka bir defekt ya da hastalık olmayan dişte termal, dokunma, ozmotik veya kimyasal ajanlara cevaben açık dentin yüzeyinde oluşan kısa süreli ve keskin ağrı olarak belirti vermektedir. Dentin yüzeyinin açığa çıkması atrizyon, erozyon, abrazyon lezyonlarıyla ya da hatalı diş fırçalama sonucu ortaya çıkan dişeti çekilmesi ortama açılabilir. Hastalar yeme, içme, diş fırçalama ve solunum sırasında dentin hassasiyeti nedeniyle rahatsızlık duyarlar. Klinik muayeneler sonucunda dentin hassasiyetinin prevalansının %4-74 arasında değiştiği görülmüştür. Dentin hassasiyetinin mekanizmasını açıklayabilmek için önerilen teoriler arasında en çok kabul göreni hidrodinamik teoridir. Bu teoriye göre dentin tübüllerinin içindeki sıvının hareketi sonucunda diş yapısında dentin içinde ve pulpa dokusunda bulunan duyusal sinirler aktive olurlar. Dentin hassasiyetinin tedavi yöntemlerinden biri açığa çıkmış dentin tübüllerinin tıkanmasıdır. Bu işlem için çeşitli materyal ve yöntemler kullanılabilir. Bizim çalışmamızda dentin tübüllerini tıkayarak dentin hassasiyetini tedavi etmek için dört farklı malzeme kullanılmıştır. Bu çalışmanın amacı dentin hassasiyeti tedavisinde kullanılan amorf kalsiyum fosfat içerikli ajanın etkinliğinin karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesidir. Altı erkek ve ondört kadın hasta bu çalışmaya dahil edilmiştir. Toplam 100 diş ve 20 hasta çalışılmıştır. Hassasiyeti olan dişler rastgele beş gruba ayrılmıştır. Bu gruplardaki dişlere sırasıyla Gluma hassasiyet giderici (Gluteraldehit), Fluor Protector (%0,1 flor), Enamel Pro vernik (amorf kalsiyum fosfat ve %5 flor), Bisblock (oksalik asit) uygulanmış ve beşinci diş kontrol olarak belirlenmiş. Klinik parametrelere ait ölçümler, sondalama derinliği (SD), gingival indeks (GI), plak indeksi (PI), dişeti çekilmesi (REC), tüm dişlerin altı bölgesinden yapıldı. Çalışmamızda hastaların değişik uyaranlara verdiği cevabı ölçmek için görsel ağrı skalası kullanıldı (VAS). Tedaviden önce ve tedaviden hemen sonra, birinci, dördüncü ve onaltıncı haftalarda ağrı skalası ölçümleri kaydedildi. Çalışmamızın sonucuna göre test edilen tüm materyaller dentin hassasiyetinin tedavisinde etkili olmuştur. En başarılı sonuçlar Gluma ve Bisblock ile elde edilirken, Enamel Pro ve Fluor Protector orta seviyede etki göstermiştir. Çalışma boyunca kullanılan materyallerin hiçbirinden kaynaklanan bir komplikasyon kaydedilmedi. Tarama elektron mikroskobisi ile yapılan incelemelerde dentin tübüllerinin Gluma ve BisBlock gruplarında kısmen veya tamamen kapandığı, Bisblock örneklerinde oksalat kristallerinin tübül içerisine kadar ilerlediği gözlendi. Fluor Protector grubunda yüzeyel olarak tübül ağızlarının daraldığı veya tıkandığı bulgulanırken Enamel Pro örneklerinde dentin parçalarının tükürük içerisinde saklanmaması nedeniyle, bu durum son derece sınırlı seviyede idi. Sonuç olarak Enamel Pro vernik Gluma veya BisBlock kadar olmasa da dentin duyarlılığının giderilmesinde kullanılabilecek bir ajandır. Dentin hypersensitivity is an important clinical problem affecting a large part of population. Dentin hypersensitivity is characterized by short and dull pain derived from exposed dentin in response to chemical, thermal, tactile or osmotic stimuli which cannot be explained as any other dental defect or pathology. The etiology of dentin exposure is multifactorial. Dentin tubules exposed as a result of attrition, abrasion, erosion lesions or gingival recessions due to incorrect toothbrushing etc. Dentin hypersensitivity may disturb the patient during eating, drinking, brushing and breathing. Clinical examinations demonstrated that the prevalence of dentinal hypersensitivity changes between %4–74. Several theories have been proposed to explain the mechanism while the hydrodynamic theory being currently accepted. According to this theory fluids within the dentinal tubules are disturbed by several stimuli and this fluid changes result in activation of sensory nerves in the pulp/inner dentine region of the tooth. Treatment of dentinal hypersensitivity by occluding exposed dentinal tubules is achieved by several materials and methods. In our study four different materials have been used to occlude exposed dentinal tubules. The aim of this study was to investigate and compare the clinical effectiveness of amorphous calcium phosphate formula varnish. Six men and fourteen women were included to the study. A total of 100 teeth in 20 patients were studied. Hypersensitive teeth were divided into five groups. Gluma desensitizer (Glutaraldehide), Fluor Protector (0,1 fluoride), Enamel Pro varnish (amorphous calcium phosphate formula with 5% fluoride), BisBlock (Oxalic Acid) were applied randomly to teeth and the 5th tooth was assigned as control. Full mouth periodontal parameters including probing depths (PD), gingival index (GI), plaque index (PI), gingival recession (REC) were measured at six sites for each tooth. A visual analogue scale (VAS) was used to determine responses to different stimuli. VAS scores were recorded before and after treatment, first week, fourth week and sixteenth week. According to the results of our study, all materials were effective for the treatment of dentine hypersensitivity. Best results were obtained with Gluma and BisBlock. Enamel Pro Varnish (amorphous calcium phosphate) and Fluor Protector were mildly effective. No complications were recorded for any of the materials. Dentin tubules were partially or fully occluded for Gluma and BisBlock specimens, oxalate crystals were located deeply in the tubules. Dentin tubule openings were narrowed or superficially occluded for Fluor Protector group while limited occlusion was observed for Enamel Pro varnish because the specimens were not stored in saliva. In the limits of this study Gluma and BisBlock were very effective in treating dentinal hypersensitivity while Enamel Pro varnish not effective as thm could be used as an alternative agent.Item Ankara devlet opera ve balesi müdürlüğü teknik personelinde kronik hastalık durumu ile risk faktörlerinin saptanması ve yapılan eğitimin bilgi, tutum ve davranış değişikliklerine etkisi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2021) Sağlam Pınar, Selin; Erdal, RenginTanımlayıcı özelliği olan bir müdahale araştırması olan bu çalışmanın amacı: Ankara Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü’nün sanat teknik birimlerinde çalışanların sağlık durumlarını saptamak ve kronik hastalıklara yönelik eğitim programı hazırlayarak, eğitim materyali geliştirmek, uygulamak ve verilen eğitimin etkinliğini değerlendirmektir. Çalışmaya 152 kişi dahil edilmiştir. Veri kaynaklarını; yüz yüze uygulanan anket formları ‘T.C. Sağlık Bakanlığı tarafından Türk toplumunda geçerlilik ve güvenilirliği saptanan Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından hazırlanan DSÖ STEPS Aracı Anketi’ ile kurum işyeri hekimliğinin sağlık kayıtları oluşturmuştur. Verilerin analizinde: SPSS bilgisayar paket programı kullanılacak, frekans ve yüzde dağılımlarının eğitim öncesi ve eğitim sonrası değerlerinin karşılaştırılarak ilişkilerin ki-kare testi ve bağımlı gruplarda t testi ile değerlendirilmesi yapılmıştır. Araştırma grubunun %47’sinin sigara içtiği, %46’sının alkol kullandığı, %95’inin yemeklerde sürekli tuz kullandığı, %49’unun hiçbir egzersiz yapmadığı, %20’sinin kan basıncının yüksek olduğu, %10’unun diyabet tanısı aldığı ve %74 ‘ünün beden kitle indeksinin normal değerlerin üstünde olduğu görülmüştür. Eğitim sonrası sistolik kan basınçlarında ve beden kitle indekslerinde istatistiksel olarak anlamlı bir düşüş görülmüştür. Bir yıl süreyle görsel olarak atölyelerde kullanılan posterler ve verilen eğitimin kısa sürede bile olsa etkili olduğu görülmüştür. Bu çalışmada elde edilen sonuçlar ışığında, kronik hastalıkların önlenmesi ve kontrolünde iş yerlerinde kronik hastalıklar konusunda eğitimler planlanmalıdır. Bu eğitimler sadece teorik olarak değil, broşür ve posterler ile bütünleşik halde verilmelidir. The purpose of this study, which is a descriptive intervention research, is to determine the health status of the employees in the art technical units of the Ankara State Opera and Ballet Directorate and to prepare a training program for chronic diseases, to develop and apply training materials and to evaluate the effectiveness of the training provided. 152 people were included in the study. Data sources; face to face questionnaire forms from the WHO STEPS Tool Survey prepared by the World Health Organization (WHO), whose validity and reliability have been determined by the Ministry of Health of Turkish Republic and the health records of workplace doctor. In the analysis of the data: SPSS computer package program will be used, comparing the pre-training and post-training values of frequency and percentage distributions, and evaluating the relationships with the chi-square test and t-test in dependent groups.47% of the study group smoked, 46% consumed alcohol, 95% constantly used salt in meals, 49% did not exercise, 20% had high blood pressure, 10% were diagnosed with diabetes and It was observed that the body mass index of 74% was above normal values. A statistically significant decrease in systolic blood pressure and body mass index was observed after the training. It has been observed that the posters used visually in the workshops for a year and the training provided were effective even in a short time. In the light of the results obtained in this study, trainings on chronic diseases should be planned in workplaces in the prevention and control of chronic diseases. These trainings should be given not only theoretically, but also integrated with brochures and posters.Item Anne ve kızlarında besin okuryazarlığı, yeme farkındalığı ve beslenme durumu arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bİlimleri Enstitüsü, 2022) Bor, Hakan; Saka, MendaneAnne ve kızlarında sosyal ortamlarının, kültürel ve eğitim düzeylerinin farklılık göstermesiyle beraber ortaya çıkan besin okuryazarlığı ve yeme farkındalığı düzeylerindeki farklılıklar beslenme durumunu etkileyebilmektedir. Bu çalışma anne ve kızlarında besin okuryazarlığı, yeme farkındalığı ve beslenme durumu arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amacıyla planlanmış ve yürütülmüştür. Bu çalışmanın diğer bir amacı da Algılanan Besin Okuryazarlığı (ABO) Ölçeği’nin geçerlilik ve güvenirliğinin yapılmasıdır. Çalışma Şubat-Ekim 2021 tarihleri arasında Gümüşhane Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi’nde eğitim gören 128 kız öğrenci ve 128 kız öğrenci annesinin oluşturduğu rastgele seçilmiş toplam 256 gönüllü anne-kız üzerinde yürütülmüştür. Gönüllülere demografik bilgiler anketi, Türkçe ’ye uyarlanan Algılanan Besin Okuryazarlığı Ölçeği (ABO), Yeme Farkındalığı Ölçeği-30 (YFÖ-30), besin tüketim sıklığı anketi, antropometrik ölçümler formu, Uluslararası Fiziksel Aktivite Anketi-Kısa Form (IPAQ) ve fiziksel aktivite saptama formu online olarak uygulanmıştır. Katılımcıların antropometrik ölçümleri beyana dayalı olarak alınmıştır. Ayrıca araştırmacı tarafından anket formlarının nasıl doldurulacağı konusunda öğrencilere eğitim verilmiş ve annelerine ait anketleri, annelerine uygulamaları istenmiştir. Annelerin yaş ortalaması 47.72±5.56 yıl, kızların yaş ortalaması ise 21.82±1.34 yıldır (p<0.05). Annelerin kızlara göre besin okuryazarlığı puanının daha yüksek olduğu bulunmuştur (sırasıyla; 3.65±0.40, 3.50±0.42) (p<0.05). Anne ve kızların yeme farkındalığı puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olmadığı saptanmıştır (sırasıyla; 3.47±0.44, 3.50±0.40) (p>0.05). Anneler ve kızlar IPAQ ölçeğine göre sırasıyla %49.2 ve % 54.7 ile minimum aktif grubunda yer almıştır (p>0.05). Anne ve kızların besin okuryazarlığı puanlarıyla vücut ağırlığı ve BKİ arasında negatif yönde bir ilişki olduğu saptanmıştır (p>0.05). Anne ve kızların yeme farkındalığı puanlarıyla vücut ağırlığı ve Beden Kütle İndeksi (BKİ) arasında negatif yönde anlamlı bir ilişki olduğu saptanmıştır (p<0.05). Annelerin besin okuryazarlığı puanıyla enerji (kkal), karbonhidrat (g), protein (g) ve Doymuş Yağ Asitleri (DYA) (g) alımları arasında negatif yönde anlamlı bir ilişki olduğu belirlenirken, kızların besin okuryazarlığı puanıyla enerji (kkal), karbonhidrat (g), yağ (g), Çoklu Doymamış Yağ Asitleri (ÇDYA) (g), omega 6 (g) ve omega 6/omega 3 oranı arasında negatif yönde anlamlı, protein (%), omega 3 (g) alımları arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki olduğu tespit edilmiştir (p<0.05). Annelerin yeme farkındalığı puanıyla enerji (kkal), protein (g), DYA (g), Tekli Doymamış Yağ Asitleri (TDYA) (g) ve kolesterol (mg) alımları arasında negatif yönde anlamlı bir ilişki olduğu belirlenirken, kızların yeme farkındalığı puanıyla enerji (kkal), karbonhidrat (g), protein (g), yağ (g), DYA (g), ÇDYA (g) ve omega 6 (g) yağ asitleri alımları arasında negatif yönde, protein (%) alımları arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki olduğu saptanmıştır (p<0.05). Sonuç olarak, annelerin kızlara göre besin okuryazarlığı puanlarının geleneksel yemek hazırlama becerilerine daha fazla sahip olduklarından ötürü daha yüksek çıktığı ve bu farkın hem düşük fiziksel aktivite düzeyi hem de kültürel yanlış beslenme alışkanlıklarından dolayı BKİ değerlerine olumlu yansımadığı düşünülmektedir. Anne ve kızlarında besin okuryazarlığı, yeme farkındalığı ve beslenme durumu arasındaki ilişkinin daha iyi anlaşılması için daha geniş kapsamlı çalışmalar yapılması gerekmektedir. Differences in food literacy and mindful eating levels, which occur with the differences in social environments, cultural and educational levels, can affect their nutritional status in mothers and daughters. This study was planned and conducted to evaluate the relationship between food literacy, eating awareness and nutritional status in mothers and daughters. Another purpose of this study is to establish the validity and reliability of the Self Perceived Food Literacy (SPFL) Scale. The study was carried out on 256 volunteer mother-daughter, consisting of 128 female students and 128 female student mothers studying at Gümüşhane University Faculty of Health Sciences between February and October 2021. Demographic information questionnaire, Self Perceived Food Literacy Scale adapted into Turkish (SPFL), Mindful Eating Questionnare-30 (MEQ-30), food consumption frequency questionnaire, anthropometric measurements form, International Physical Activity Questionnaire-Short Form (IPAQ) and physical activity determination form were applied to the volunteers online. The anthropometric measurements of the participants were taken based on their statement. Also the students were trained by the researcher on how to fill in the questionnaires and they were asked to apply their mothers’ questionnaires to their mothers. The mean age of the mothers is 47.72±5.56 years, and the mean age of the girls is 21.82±1.34 years (p<0.05). It was found that the mothers' food literacy scores were higher than the girls (respectively; 3.65±0.40, 3.50±0.42) (p<0.05). There was no statistically significant difference between the mothers' and daughters' mindful eating scores (respectively; 3.47±0.44, 3.50±0.40) (p>0.05). According to the IPAQ scale, mothers and daughters were in the minimum active group with respectively 49.2% and 54.7% (p>0.05).It was determined that there was a negative relationship between food literacy scores of mothers and daughters and body weight and Body Mass Index (BMI) (p>0.05). It was determined that there was a negative significant relationship between mindful eating scores of mothers and daughters and body weight and BMI (p<0.05). While it was determined that there was a negative significant relationship between mothers' food literacy score and energy (kcal), carbohydrate (g), protein (g), Saturated Fatty Acids (SFA) (g) intakes, it was determined that there was a negative significant relationship between girls' food literacy score and energy (kcal), carbohydrate (g), fat (g), Polyunsaturated Fatty Acids (PUFA) (g), omega 6 (g) intakes and omega 6/omega 3 ratio and a positive significant relationship between girls' food literacy score and protein (%), omega 3 (g) intakes (p<0.05). While it was determined that there was a negative significant relationship between mothers' mindful eating score and energy (kcal), protein (g), SFA (g), Monounsaturated Fatty Acids (MUFA) (g) and cholesterol (mg) intakes, it was determined that there was a negative significant relationship between girls' mindful eating score and energy (kcal), carbohydrate (g), protein (g), fat (g), SFA (g), PUFA (g) and omega 6 fatty acids (g) intakes and a positive significant relationship between girls' mindful eating score and protein (%) intakes (p<0.05). As a result, it is thought that the food literacy scores of the mothers are higher than the girls because they have more traditional food preparation skills and this difference is not positively reflected in BMI values due to both low physical activity level and culturally wrong eating habits. More comprehensive studies should be done to understand better the relationship between food literacy, mindful eating and nutritional status in mothers and daughters.Item Anterior diş şekillerinin yüksek gülme hattına sahip hastalarda estetik parametreler üzerine etkisi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2022) Sakallı, Onur Altuğ; Erkut, SelimGülümseme insanın kendisini ifade ettiği sözlü olmayan iletişimin en iyi yollarından birisidir. Gerek estetik kaygılar ile gerekse de diş kayıpları nedeni ile gülüşün yeniden tasarlanması gerektiği durumlarda anterior diş şekillerinin belirlenmesi çok önemlidir. Özellikle yüksek diş eti görünürlüğü (gummy smile) olan hastalarda diş şekilleri gülüş sırasında kapladığı yer açısından fark yaratacaktır. Anterior diş şekilleri çeşitli literatürlerde yüz şekli ile ilişkilendirilse de herhangi bir bağlantının olmadığını öne süren yayınlar da vardır. Yapılan çalışmalarda popülasyonda gummy smile’a sahip bireylerin oldukça yaygın olduğu gösterilmiştir. Bundan dolayı da kliniğe başvuran hastaların büyük bir çoğunluğunda gummy smile olacağını varsayılabilir. Gummy smile hastalarında uygulanacak olan restoratif işlemler de estetik açıdan daha zorlayıcı olacaktır. Tez çalışmasında diş formu farklarının özellikle yüksek diş eti görünürlüğü olan hastalarda estetik kabul edilebilirlik açısından değerlendirilecektir. Sonrasında yüz şekilleri ile diş şekilleri karşılaştırılıp günlük klinik kullanımında anterior diş şekillerini değiştirerek estetik olarak daha kabul edilebilir sonuçlara nasıl ulaşılacağı amaçlanmaktadır. Adobe Photoshop CS programı kullanılarak onam alınmış modellerin yüzleri birleştirilerek kimliksiz bir yüz oluşturulmuştur. Daha sonra elde edilen bu yüz literatürde yer alan kare, oval ve üçgen formlara göre ayarlanmıştır. Modellerden elde edilen diş fotoğrafları literatürde yer alan kare, oval ve üçgen formlara getirilip yüzler ile birleştirilmiştir. Birleştirilen yüzlerde diş eti seviyeleri normal ve gummy smile seviyesinde olacak şekilde ayarlanmıştır. Diş eti rengi ve dudak rengi algısını da değerlendirmek için dudak rengi ve diş eti rengindeki kırmızı rengi %20 oranında arttırılıp azaltılarak yeni modeller elde edilmiştir. Elde edilen modeller Free Online Surveys (www.freeonlinesurveys.com) internet sitesi kullanılarak mobil uyumlu bir anket haline getirilmiştir. Çalışma sonuçlarına göre gruplarda diş şekilleri ve yüz şekilleri arasında bir uyum büyük oranda gözlenmemiş olup gummy smile diş eti seviyesinde diş görünürlüğü en fazla olan kare modeller en az oranda tercih edilmiştir. Diş eti dağılımı daha dengeli olan oval ve üçgen diş formları daha yüksek oranda tercih edilmiştir. Sonuçlara göre %20 oranında daha kırmızı dudak rengi bütün çalışma gruplarınca yüksek oranda tercih edilmiş olup diş eti rengi açısından bakıldığında da normal diş eti rengi daha yüksek oranda estetik bulunmuştur. Çalışma sonuçlarının özellikle yüksek estetik beklentiye sahip ve de gummy smile hastalarına uygulanan ön bölge restorasyonlarında diş formlarını değiştirerek beğeni oranını nasıl arttırabileceğine dair klinisyenlere bir rehber olması amaçlanmaktadır. Bu çalışma Başkent Üniversitesi Tıp ve sağlık Bilimleri Araştırma Kurulu tarafından onaylanmış (Proje no:D-KA22/01) ve Başkent Üniversitesi Araştırma Fonunca desteklenmiştir. Smiling is one of the best ways of non-verbal communication in which people express themselves. It is very important to determine the anterior tooth shapes in cases where the smile needs to be redesigned for not only aesthetic concerns but also for tooth loss. Especially in patients with high gingival visibility (gummy smile), tooth shapes makes a difference in terms of the space they occupy during smiling. Although anterior tooth shapes are associated with face shape in various doctrines, there are also studies suggesting that there is no such connection. Studies have shown that individuals with a gummy smile are very common in the population. Therefore, it can be assumed that the majority of patients who apply to the clinic will have a gummy smile. Restorative procedures to be applied in gummy smile patients will also be more aesthetically challenging. In the thesis study, tooth form differences are evaluated in terms of aesthetic acceptability, especially in patients with high gingival visibility. Afterwards, it is aimed to compare the face shapes and tooth shapes and how to achieve more aesthetically acceptable results by changing the anterior tooth shapes in daily clinical use. An unidentified face was created, using the Adobe Photoshop CS program, combining the faces of the models whose consent was taken. Later, this face was adjusted in accordance with the doctrine, in square, oval and triangular forms. The dental photographs obtained from the models were combined with the faces that were brought into square, oval and triangular forms in the doctrine. The gingival levels were adjusted to be normal and gummy smile levels in the joined faces. In order to evaluate the perception of gingival color and lip color, new models were obtained by increasing and decreasing the red color in the lip and gingival color by 20%. Obtained models were turned into a mobile compatible survey using the Free Online Surveys (www.freeonlinesurveys.com) website According to the results of the study, no substantial harmony was observed between the tooth shapes and face shapes in the groups, and the square models with the highest tooth visibility at the gummy smile gingival level were preferred the least. Oval and triangular tooth forms with a more balanced gingival distribution were preferred at a higher rate. According to the results, 20% redder lip color was highly preferred by all study groups, and in terms of gingival color, normal gingival color was found to be more aesthetically pleasing. It is aimed that the results of the study would be guidance for clinicians on how to increase the rate of appreciation by changing the tooth forms in anterior region restorations applied especially to patients with high aesthetic expectations and gummy smile. This study was approved by the Baskent University Medical and Health Sciences Research Board (Project no: D-KA22/01) and was supported by the Baskent University Research Fund.Item Artık blok destekli U-Net mimarisi kullanarak görüntü steganografisi ve gizli veri boyutunun analizi(Başkent Üniversitesi Fen Bilimler Enstitüsü, 2024) Şener, Dilara; Güney, SeldaGünümüz iletişim sistemlerinde veri güvenliği, hayati bir öneme sahiptir. Temel amaç, hassas bilgilerin yetkisiz kişilerin eline geçmeden veya anlaşılamayacak şekilde güvenli bir biçimde hedefe iletilmesidir. Dijital teknolojideki gelişmeler ve cihazların yaygınlaşması veri güvenliği konusunda yeni zorlukları da beraberinde getirmektedir. Özellikle bankacılık, sağlık sektörü ve özel yaşam gibi alanlarda veri güvenliği daha da önem kazanmıştır. Bu bağlamda, steganografi gibi veri gizleme yöntemleri, kötü niyetli erişimlerden korunma amacıyla öne çıkmaktadır. Steganografi, önemli bilgileri fark edilmeden dijital medyaların içine gizleyerek, bu bilgilerin sadece gönderici ve alıcı tarafından bilinmesini sağlayan bir yöntem olması nedeniyle bilgi güvenliği alanında sıkça kullanılan yöntemlerden biridir. Bu tez çalışmasında, temel amaç, artık blok destekli U-Net mimarisi kullanılarak 256x256 boyutlarındaki renkli mesaj görüntülerinin aynı boyutlardaki kapak görüntülerine etkili bir şekilde gizlenmesini sağlamaktır. Literatürdeki çalışmalarda genellikle görüntü segmentasyonu amacıyla kullanılan klasik U-Net mimarisi, bu çalışmada veri gizleme ve çıkarma amacıyla düzenlenerek kullanılmıştır. Modelin test edilmesi aşamasında, iki farklı analiz yapılmıştır. İlk analiz kapsamında, literatürdeki mevcut çalışmalardan farklı olarak, Linnaeus 5 veri seti kullanılarak 32x32, 64x64, 128x128, ve 256x256 olmak üzere farklı boyutlardaki renkli mesaj görüntülerinin kapak görüntüsü üzerindeki etkisini incelemiştir. İkinci analiz kapsamında, farklı karakteristik özelliklere sahip görüntüler üzerinde genelleştirme yeteneğini ölçmek amacıyla model, Linnaeus 5 veri setine ek olarak ImageNet ve Labeled Faces in the Wild (LFW) veri setleri ile de test edilmiş ve ölçüm metrikleri elde edilmiştir. Elde edilen sonuçlar literatürde yer alan diğer çalışmalarla kıyaslanmıştır. Gerçekleştirilen kapsamlı literatür taramasından elde edilen mevcut bilgiler çerçevesinde, çalışmanın literatürdeki mevcut derin öğrenme algoritmalarına kıyasla Tepe Sinyal-Gürültü Oranı (Peak Signal to Noise Ratio, PSNR) ve Yapısal Benzerlik İndeksi Ölçümü (Structural Similarity Index, SSIM) açısından umut verici sonuçlar verdiği değerlendirilmektedir. Elde edilen analiz sonuçları hem yüksek veri gizleme kapasitesi hem de yüksek algılanamazlık düzeyinin elde edildiğini göstermektedir. Tez çalışması kapsamında ayrıca kapak görüntüleri karmaşıklık düzeylerine göre kategorize edilerek iki ayrı kategorideki bu resimlere aynı gizli görüntülerin gizlenmesiyle elde edilen ölçüm sonuçları değerlendirilmiştir. Böylece, karmaşıklık düzeyine göre optimum kapak resmi seçilmesi konusunda istatistiksel bir değerlendirme yapılmıştır.In modern communication systems, data security is of paramount importance. The primary goal is to ensure that sensitive information is transmitted to the intended recipient securely and unintelligibly to unauthorized individuals. Advancements in digital technology and the proliferation of devices have introduced new challenges in data security. In fields such as banking, healthcare, and personal privacy, the importance of data security has become increasingly critical. In this context, methods of data concealment like steganography have gained prominence for their ability to protect against malicious access. Steganography, by discreetly embedding crucial information within digital media, ensures that the data is only known to the sender and the receiver, making it a frequently employed method in the field of information security. This thesis is primarily focused on employing the U-Net architecture, which is supported by residual blocks, for the efficient concealment of colored message images of 256x256 dimensions within cover images of identical size. The classical U-Net architecture, traditionally used for image segmentation in the literature, has been adapted in this study for data hiding and extraction. During the testing phase of the model, two distinct analyses were conducted. Differing from existing studies, the first analysis investigated the impact of colored message images of various sizes (32x32, 64x64, 128x128, and 256x256) on the cover image using the Linnaeus 5 dataset. The second analysis aimed to measure the generalization capability of the model on images with different characteristics, employing additional datasets such as ImageNet and Labeled Faces in the Wild (LFW), and the results were compared with other studies in the literature. Comprehensive analyses have shown promising results in terms of Peak Signal to Noise Ratio (PSNR) and Structural Similarity Index Measure (SSIM) compared to current deep learning algorithms in the literature, to the best of our knowledge. The results demonstrate both a high capacity for data concealment and a high level of imperceptibility. Additionally, as part of the thesis work, cover images categorized based on their complexity levels and evaluates the measurement results obtained by embedding the same secret images into these two different categories. This provides a statistical assessment for selecting the optimum cover image based on complexity level.Item Ateşli silah kullanan bireylerde patlayıcı gürültünün efferent sistem üzerine etkisinin araştırılması(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2021) Kılınç, Fatma; Erbek, Hatice SeyraBu çalışmada, ateşli silah kullanan bireylerde kontralateral supresyon testi (MOC) ile gürültünün efferent sistem üzerine etkisi olup olmadığı araştırılmıştır. Çalışmaya 18-55 yaş arası 45 ateşli silah kullanan ve 45 sağlıklı toplam 90 gönüllü birey katılmıştır. Başkent Üniversitesi Kulak Burun Boğaz (KBB) polikliniğinde, çalışmaya katılan tüm bireylere genel KBB muayenesi yapıldıktan sonra sonra saf ses odyometrisi, konuşma odyometrisi yüksek frekans odyometrisi, Distorsion Product Otoakustik Emisyon (DPOAE) testi kontralateral gürültü yokluğunda ve varlığında yapılmıştır. Elde edilen sonuçlar her iki grup arasında karşılaştırılmıştır. Saf ses odyometrisi ve konuşma odyometrisi, sonuçları karşılaştırıldığında ateşli silah kullanan bireylerin işitme, konuşmayı alma ve ayırt etme eşikleri normal işitme sınırlarında elde edilmiş olsa da kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p<0,05). Gruplar frekanslara göre kontralateral supresyon değerleri açısından ayrı ayrı değerlendirildiğinde, gruplar arasında 8 kHz dışında tüm frekanslarda anlamlı farklılık elde edilmiştir(p<0,05). Elde edilen veriler doğrultusunda ateşli silah kullanan bireylerin patlayıcı gürültüye maruz kalınması sonucunda gürültünün efferent işitsel sistem üzerinde bozucu etkisi olduğu görülmüştür. Yoğun gürültüye maruz kalan bireylerin hem işitme hem de psikolojik ve fizyolojik sağlıklarının bozulabileceği göz önüne alındığında insan sağlığı açısından korumanın ve erken tespitin önemi anlaşılmaktadır. Bu nedenle bu alanda daha fazla araştırmaya ihtiyaç olduğu görüşündeyiz. In this study, the effect of noise on the efferent system was investigated by the contralateral suppression test (MOC) in individuals using firearms. A total of 90 volunteers between the ages of 18-55, 45 using firearms and 45 healthy individuals, participated in the study. Pure tone audiometry, speech audiometry high frequency audiometry, Distorsion Product Otoacoustic Emission (DPOAE) test were performed in the absence and presence of contralateral noise in Başkent University Otorhinolaryngology (ENT) outpatient clinic, after a general ENT examination was performed on all individuals participating in the study. The results obtained were compared between both groups. When pure tone audiometry and speech audiometry results were compared, although the hearing, speech acquisition and discrimination thresholds of individuals using firearms were obtained within normal hearing limits, it was found to be significantly higher than the control group (p <0.05). When the groups were evaluated separately in terms of contralateral suppression values according to the frequencies, a significant difference was obtained between the groups at all frequencies except 8 kHz (p <0.05). In line with the data obtained, it was observed that the noise had a disruptive effect on the efferent auditory system as a result of the exposure of individuals using firearms to explosive noise. Considering that both hearing and psychological and physiological health of individuals exposed to intense noise may be impaired, the importance of protection and early detection in terms of human health is understood. Therefore, we think that more research is needed in this area.Item Automated Audio Captioning with Acoustic and Semantic Feature Representation(Başkent Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, 2023) Ozkaya Eren, AysegulToday, audio data is increasing rapidly with the developing technology and the increasing amount of data. Therefore, there is a need for understanding and interpretation of the content of audio data by human-like systems. Generally, audio processing studies have focused on speech recognition, audio event/scene, and tagging to process audio data. Speech recognition aims to translate a spoken language into text. Audio event/scene and tagging studies make single or few-word explanations of an audio recording. Unlike the previous studies, automatic audio captioning aims to explain an environmental audio record with a natural language sentence. This thesis explores the importance of using semantic information to improve audio captioning performance after a detailed literature study on audio processing, image/video, and audio captioning. In this context, computational models have been developed using linguistic knowledge (subject-verbs), topic model, knowledge graphs, and acoustic events for audio captioning. As a methodology, the contributions of different features, word embedding methods, deep learning architectures and datasets, and the contribution of semantic information to audio captioning were examined. Within the scope of the studies, two publicly open audio captioning datasets were used. The success of the models proposed in the thesis was compared with the studies using the same datasets. The results show that the proposed methods improve AAC performance and give results comparable to the literature. Günümüzde gelişen teknoloji ve artan veri miktarı ile birlikte ses verileri de hızla artmaktadır. Bu nedenle, ses verilerinin içeriğinin insan benzeri sistemler tarafından anlaşılmasına ve yorumlanmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Genel olarak ses işleme çalışmaları konuşma tanıma, ses olay/sahne tanıma ve ses etiketlemeye odaklanmıştır. Konuşma tanıma, konuşulan bir dili metne çevirmeyi amaçlar. Ses olay/sahne tanıma ve etiketleme sistemleri, bir ses kaydına tek veya birkaç kelimelik açıklamalar yapar. Otomatik ses başlıklandırma ise önceki çalışmalardan farklı olarak çevresel bir ses kaydını doğal bir dil cümlesi ile açıklamayı amaçlar. Bu tez, ses işleme, görüntü/video ve ses başlıklandırma üzerine ayrıntılı bir literatür çalışmasının ardından ses başlıklandırma performansını iyileştirmek için anlamsal bilgileri kullanmanın önemini araştırmaktadır. Bu bağlamda, otomatik ses başlıklandırma için dilbilimsel (özne-fiiller), konu modeli, bilgi çizgesi ve akustik olaylar kullanılarak sayısal modeller geliştirilmiştir. Metodoloji olarak, farklı özniteliklerin, kelime gömme yöntemlerinin, derin öğrenme mimarilerinin ve veri kümelerinin katkıları ve semantik bilginin ses başlıklandırmaya katkısı incelenmiştir. Çalışmalar kapsamında iki adet ses başlıklandırma veri seti kullanılmıştır. Tezde önerilen modellerin başarısı, aynı veri setlerini kullanan çalışmalarla karşılaştırılmıştır. Sonuçlar, önerilen yöntemlerin otomatik ses başlıklandırma performansını iyileştirdiğini ve literatürle karşılaştırılabilir sonuçlar verdiğini göstermektedir.Item Bağımsız denetim sürecinde kanıt toplama ve görüş oluşturmada analitik inceleme tekniklerinin uygulanması(Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2021) Tanrıverdi, Özge; Akdoğan, NalanBu çalışmada, bağımsız denetim süreci incelenirken kanıt toplama ve oluşturma aşamalarında analitik inceleme prosedürlerinin (AİP) uygulanması ve konu hakkında örnek bir uygulama ile denetçi tarafından sürecin ilerleyişi ortaya konmaya çalışılmıştır. Ekonominin büyümesi, şirketlerin kendi içlerindeki yapılarının karmaşıklığı ve sınırlarının genişlemesi ile denetim alanı önem kazanmıştır. Denetçi tarafından şirketler hakkında hile ve hataların ortaya çıkarılıp makul bir güvence sağlamak amacıyla bazı teknikler kullanarak denetim faaliyeti gerçekleştirilmektedir. Kullanılmakta olan bu teknikler; fiziki incelme, gözlem, yeniden hesaplama, soruşturma ve analitik incelemelerdir. Bağımsız denetim süreci planlama, yürütme ve tamamlama olmak üzere üç aşamadan oluşmaktadır. Kullanılan denetim tekniklerinden analitik inceleme prosedürleri, zaman içinde, denetimin 3 aşamasında kullanılması gerekli hale gelmiştir. Çalışmanın amacı, bağımsız denetim sürecinde kanıt toplama ve görüş oluşturma aşamalarında analitik inceleme prosedürlerinin etkisini incelemektir. Yapılan incelemeler ve değerlendirmeler sonucunda da denetim kanıtlarının kalitesinin, kabul edilebilir hata düzeyi ve riskleri minimum düzeye indirme konusundaki önemi ve görüş oluşturmadan önce tekrar prosedürleri uygulayarak daha objektif ve doğru karar vermedeki önemi saptanmıştır. In this study, it is endeavored to reveal implementation of the analytical review procedures (ARP) in evidence collection and creation stages and the progression of the process by the auditor via a sample practice on the subject matter when examining the independent audit process. The field of audit has gained importance upon growth of the economy, the complexity of the internal structures within the companies and expansion of the boundaries thereof. Auditing activities are carried out by the auditor using some techniques in order to detect frauds and errors about the companies and to provide reasonable assurance. The techniques currently used in this respect are physical examination, observation, recalculation, investigation and analytical examinations. The independent auditing process consists of three stages: planning, execution and completion. In time, the analytical review procedures, considered to be one of the audit techniques used, have become necessary to be used in 3 stages of the audit. The purpose of the study is to examine the impact of the analytical review procedures on evidence collection and opinion building stages in the independent audit process. As a result of the reviews and evaluations, the importance of the quality of the audit evidences on acceptable error level and minimizing the risks and the importance of making more objective and accurate decisions by applying repetitive procedures before building opinions have been determined.Item Bağlam kapsamında örgütler arası ağ düzenekleri dayanıklı ev aletleri sektörü örneği(Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007) Sözen, Hulusi Cenk; Sargut, A. SelamiÖrgütlerin kendilerine fayda yaratmak amacıyla diğerleriyle ne tip ağ ilişkileri kuracakları ve bu amaçla yapı içerisinde kendilerini nasıl konumlandıracakları gibi sorular, örgüt kuramı alanında tartışmalara neden olmaktadır. Granovetter (1973), ticari etkileşimlerle sınırlı olan zayıf bağların fayda yaratacağını iddia ederken; Bordieu (1983), Coleman (1988) ve Podolny (2001) asıl güçlü bağların örgütler üzerinde olumlu etki yaratabileceğini ileri sürmektedir. Burt (1992) ise, örgütlerin birbirleri ile ilişkisi olmayan tarafların bağlantısını sağlamada üstlendikleri aracılık rolünün ağ ilişkilerinin niteliğinden daha önemli olduğunu vurgulamaktadır. Ancak, ağ ve yerleşiklik çalışmaları, aktör ağlarına odaklanırken, bu aktör ağları üzerinde kurumsal bağlamın etkilerini göz ardı etmektedir. Bu eksikliği gidermek amacıyla bu çalışma, makrokurumsal bağlam ile örgütler arası ağ düzenekleri arasındaki ilişkiyi araştırmayı hedeflemiştir. Bu amaçla, devlet ve bankacılık sistemi gibi ana kurumların ekonomilerde üstlendiği role göre farklı iş örgütlenmelerinin oluşacağını ileri süren Whitley’in (1992, 1994 ve 1999) “Ulusal İş Sistemleri” yaklaşımından yararlanılmıştır. Devletin ekonomiye müdahalesinin yüksek olduğu bir bağlamda doğan örgütlerin, mevcut örgütler arası ağ ilişkilerinde güçlü bağlarının zayıf bağlara göre oranının daha yüksek olacağı, ekonomideki etkisinin düşük olduğu bir bağlamda doğan örgütlerin mevcut ilişkilerinde zayıf bağların oranının daha yüksek olacağı ileri sürülmüştür. Benzer bir farklılığın aracılık rolleri bakımından da söz konusu olacağı iddia edilmiştir. Araştırma, Türkiye’de devletin ekonomiye müdahalesinin yüksek olduğu 1980 öncesi ve kısmen azaldığı 1980 sonrasındaki dönemde kurulan örgütler üzerinde gerçekleştirilmiştir. Dayanıklı ev aletleri sektöründen iki firma seçilmiş, ağ düzeneği araştırma yöntemleri kullanılarak örgütler arası ağ ilişkileri belirlenmiş ve niteliklerine göre sınıflandırılmıştır. Sonuçlar, bu çalışmada ileri sürülen önerileri desteklemektedir. 1980 öncesinde kurulan firmanın mevcut ağ ilişkilerinde güçlü bağlarının oranının 1980 sonrasında kurulan firmaya göre daha yüksek olduğu saptanmıştır. 1980 sonrasında kurulan firmanın ise, zayıf ilişkilerinin oranının daha baskın olduğu belirlenmiştir. Küme içi bağların kurulmasını hedefleyen iç aracılık rollerinin oranının 1980 öncesinde kurulan firmada belirgin biçimde yüksek olduğu, dış çevreyle bağlantıyı sağlayan dış aracılık rollerinin oranının 1980 sonrasında kurulan firmada oldukça baskın olduğu belirlenmiştir. Questions such as what type of network relations organizations establish with the others and how they locate themselves within the structure for their own benefit are subject to arguments in organization theory. Contrary to Granovetter’s (1973) opinion that supports weak ties of limited commercial interactions would create benefits, according to Bordieu (1983), Coleman (1988) and Podolny (2001) it is the strong ties that provide benefits for the organizations. On the other hand, Burt (1992) emphasizes the brokerage roles of the organizations for providing relations between the irrelevant parties being more important than the type of the network relations. But, network and embeddedness studies which focus on network relations ignore possible effects of institutional context on networks. For this reason, this study aims to search the relation between interorganizational networks and macroinstitutional context. For this purpose Whitley’s (1992, 1994 and 1999) “National Business Systems” approach has been used that emphasizes formation of different business organizations are due to the roles of major institutions such as the state and financial system in an economy. It was asserted that the ratio of strong ties compared to the weak ties, are expected to be higher for the organizations that emerge in a context where state intervention to the economy is high, and ratio of weak ties would be higher for the organizations that emerge in a context where degree of state intervention is low. It has also been mentioned that a similar difference is valid for the brokerage roles. The research conducted on two organizations established before 1980 and after 1980 where a significant difference exists in terms of state intervention to the economy in Turkey. Two firms were chosen from the durable home appliances sector. Their interorganizational network connections were determined and classified using network research methodologies. The research results supported the main idea and purpose of this study. After the comparison it was found that the ratio of strong ties of the firm established before 1980 being higher than the firm established after 1980. It was found that the ratio of weak ties of the firm established after 1980 being significantly higher than the firm established before 1980. The internal brokerage roles which strengthen in group cohesion was found higher in the firm established before 1980, the external brokerage roles which provide organizations connections with the other actors in the external environment was found higher in the firm established after 1980’s.