Enstitüler / Institutes
Permanent URI for this communityhttps://hdl.handle.net/11727/1390
Browse
Item 13. Yy – 14. Yy Yunus Emre dönemi giyim kültürü ve çağdaş koleksiyon örneği(Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2023) Zeynep Ülkü, Düğer; Pınar, TürkdemirMilli kültürler arasında eski ve köklü bir geçmişe sahip olan Türk kültürü, Türklerin İslamiyet’i kabul etmesiyle birlikte, mimari, musiki, mutfak, geleneksel tezyin adı verilen; hat, tezhip, ebru gibi el sanatları ve el dokumacılığı, giyim, nakış gibi alanlarda değişimleri beraberinde getirmiştir. Türk-İslam sentezinin etkisiyle çeşitlenen bu dünya sanatlarının, önemini asırlardır koruduğu görülmektedir. Bu bağlamda 13. ve 14. yüzyıllar arasında tarihi kaynaklardan edinilen bilgiler doğrultusunda, dönemin giyim kültürü özellikleri çeşitli başlıklar altında; genel giyim kültürü, kadın giyim kültürü, saray giyim kültürü ve divan giyim kültürü olarak incelenmiştir. Literatürde, 13. ve 14. yüzyıl Selçuklu Dönemi, İslam kültürünün izlerinin sürdüğü “açık fikirli ve hoşgörülü” Anadolu Selçuklu hükümdarlarına ayrıca “manevi iklimin huzuruna katkı sağlayan” tasavvuflar ile bir anılmaktadır. Bu dönemde yaşayan Yunus Emre gibi şairler de dönemin önemli mutasavvıfları arasında anılmaktadır. Yunus Emre, döneminde olduğu kadar bugün de “insanlık yolunu aydınlatan” tasavvuf ekolleri arasında yer almaktadır. Bu tezde, Yunus Emre’nin yaşamış olduğu dönemin özellikleriyle birlikte; sosyal sınıflara göre ayrılan giyim kültürü ve vermek istediği mesajlarını günümüzde yaşatmak amacıyla figüratif ve simgesel öğelerle, desenlerle, doku ve yüzey çalışmalarıyla o dönemin kültürünü yansıtabilen modernize edilmiş bir çağdaş koleksiyon tasvirlenmeye çalışılmıştır. Koleksiyon, Eskişehir Büyükşehir Belediyesinin önderliğinde kurulacak olan Yunus Emre Müzesi’nde, dönemin kültürünü günümüze uyarlayarak yaşatmak amacıyla hazırlanmıştır. Turkish culture, which has an old and deep-rooted history among national cultures, has been called architecture, music, cuisine, traditional decoration “adornment” with the acceptance of Islam by the Turks; It brought together handicrafts such as calligraphy, illumination, marbling, and those in the fields of change such as, weaving, clothing, and embroidery. It is seen that these world arts, which are diversified by the users of the Turkish- Islamic patronage, have preserved their importance for centuries. In this context, in line with the information obtained between the 13th and 14th periods, the clothing culture characteristics of the period are under various headings; It’s examined general clothing culture, women's clothing culture, palace clothing culture and divan clothing culture. In the literature, the 13th and 14th Century Seljuk Period is associated with the "openminded and tolerant" Anatolian Seljuk rulers, who continued the Islamic culture, and also with Sufis that "contributed to the peace of the spiritual climate". Poets such as Yunus Emre, who lived in this period, are also mentioned among the important mystics of the period. Yunus Emre is among the schools of Sufism that "illuminated the path of humanity" as it was in his time. In this thesis, along with the characteristics of the period in which Yunus Emre lived; In order to keep the family clothing culture and desired messages alive according to social classes, it has been tried to depict a modernized contemporary collection that can reflect the culture of that period with figurative and symbolic displays, patterns, texture and surface works. The collection has been prepared in Yunus Emre Museum, which will be established under led by Eskişehir Metropolitan Municipality, with the aim of keeping the period culture alive by adapting it to the present.Item 19. Yüzyılda İzmir’de gündelik hayat ve kentsel mekânın üretimi: Frenk sokağı(Başkent Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, 2025)Doğu Akdeniz’den Asya’ya açılan bir kapı niteliği taşıyan İzmir, yüzyıllar boyunca değişen ticaret ağları ile Osmanlı İmparatorluğu ve Akdeniz’in önemli ticaret merkezi haline gelmiştir. 15. yüzyıl ve 16. yüzyıl boyunca küçük bir yerli liman olan İzmir, 17. yüzyılda ticarete bağlı olarak gelişmeye başlamıştır. Özellikle 19. yüzyılda hem Osmanlı kentleri hem de diğer Akdeniz liman kentleri arasında toplumsal yapısı ve kentsel gelişimiyle öne çıkmıştır. Deniz ticaretinin dışında 19. yüzyılda kara ve demiryolu bağlantılarıyla da Doğu Akdeniz ve Ege ticaret yollarında kilit noktası olmuştur. İzmir’in tarihsel süreçte üstlendiği liman kenti kimliği ise, ekonomik canlılığının artışına ve buna bağlı olarak şehrin demografik yapısını da doğrudan etkilemiştir. Kente farklı coğrafyalardan göçler gerçekleşmiş, bu durum nüfusun ve gündelik hayatın çeşitlenmesine zemin hazırlamıştır. Frenk, Rum, Türk, Yahudi ve Ermeni toplulukların bulunduğu kent, bu çok kültürlü yapısıyla kozmopolit bir karakter kazanmış; söz konusu toplulukların gündelik hayat ihtiyaçları ve sosyal gereksinimleri doğrultusunda tiyatrolar, kafeler, birahaneler ve kulüpler gibi çeşitlenen mekânlar, kent yaşamını hem işlevsel hem de sosyal açıdan renklendirmiştir. İzmir’de gündelik yaşamın, ticaretin ve sosyal etkileşimin odak noktalarından biri olan Frenk Sokağı ise, Batılı yaşam tarzı ile çok kültürlü yapının izlerini taşımaktadır. Bu özellikleriyle Frenk Sokağı, 19. yüzyıl ve öncesinde kent dokusunda ayrışan ve mekânsal olarak gelişen önemli bir kentsel mekândır. Çeşitli işlevlere sahip yapılarla çevrili olan bu sokak, yalnızca alışverişin değil, farklı topluluklar arasında etkileşim alanı olmuştur. Tarihsel süreçte etkilendiği fiziksel yıkımlara rağmen, 20. yüzyılın başlarına kadar şehrin hem gündelik hayatta hem de ticari açıdan önemli kentsel mekânlarından biri olma niteliğini sürdürmüştür. 19. yüzyıl öncesinden başlayarak Cumhuriyet’in ilanına kadar uzanan dönemde İzmir’in önemli kentsel mekânlarından biri olan Frenk Sokağı üzerinden kentin mekânsal dönüşümünü ve gündelik yaşam pratiklerini incelemeyi amaçlayan bu tez çalışması, aynı zamanda kentin sosyal yapısını ve çok kültürlü kimliğini bu sokağın geçirdiği değişimler üzerinden irdelemektedir. Ayrıca çalışma, 19. yüzyıl İzmir’inde gündelik ve eğlence hayatını çoğunlukla Kordon boyu üzerinden ele alan mevcut araştırmalardan farklı olarak hem mekânsal odağı hem de ele aldığı tarihsel dönem itibariyle Frenk Sokağı’na odaklanarak özgün bir bakış açısı sunmaktadır. Bu kapsamda, Frenk Sokağı’nın tarihsel süreçte mekânsal dönüşümünü analiz edebilmek amacıyla döneme ait kent haritaları ve planları kronolojik bir yaklaşımla analiz edilmiş; ticaret rehberleri, reklam broşürleri, kartpostallar ve gazete ilanları gibi çeşitli kaynaklardan yararlanılmıştır. Çalışmanın sonucunda, elde edilen bulgular doğrultusunda, Frenk Sokağı’nın fiziksel yapısında, işlevsel çeşitliliğinde ve gündelik hayatın etkileşim alanlarında yüzyıllar içerisindeki meydana gelen değişim; çevresindeki kent dokusu ve diğer kentsel mekânlarla birlikte bütüncül bir şekilde değerlendirilmiştir. İzmir, located as a gateway from the Eastern Mediterranean to Asia, has historically become an important commercial center through its evolving trade networks, both within the Ottoman Empire and across the Mediterranean. During the 15th and 16th centuries, İzmir remained a small local port; however, it began to grow in the 17th century as trade activities expanded. Especially in the 19th century, the city distinguished itself among Ottoman towns and other Mediterranean ports with its urban development and social structure. In the 19th century, İzmir’s strengthening railway and overland connections, in addition to maritime trade, turned the city into a key node on the Eastern Mediterranean and Aegean trade routes. Its long-standing identity as a port city significantly contributed to the increase in its economic vitality and directly impacted its demographic structure. Migrations from different regions diversified the city's population and enriched its daily life. The presence of Frank, Greek, Turkish, Jewish, and Armenian communities endowed İzmir with a cosmopolitan character; the social and cultural needs of these groups led to the emergence of diverse spaces such as theaters, cafés, beer halls, and clubs, which collectively enriched urban life both functionally and socially. Frank Street, one of the main centers of daily life, trade, and social interaction in İzmir, emerged as a space where Western lifestyles and multicultural elements coexisted. Surrounded by buildings serving multiple functions, the street was not only a commercial hub but also an urban space, where different communities encountered. Despite physical destructions over time, the Frank Street maintained its significance as one of İzmir’s prominent urban spaces well into the early 20th century. This thesis aims to examine İzmir’s spatial transformation and everyday life practices through the case study of Frank Street, a key urban space from the pre-19th century period until the proclamation of the Republic. It also evaluates the transformations of the street in relation to the city's social structure and multicultural identity. Whereas existing research often focuses on leisure and everyday life in 19th-century İzmir by concentrating on the Kordon promenade, this study focused on Frank Street within a wider temporal frame. In this context, historical maps and urban plans were chronologically analyzed to trace the spatial development of the street. Moreover, a variety of sources such as trade guides, yearbooks, advertisement brochures, postcards, and newspaper advertisements were used. Based on the findings, the changes in the physical structure, functional diversity, and areas of social interaction on Frank Street are evaluated in a comprehensive way, together with the surrounding urban fabric and other spatial components.Item 1950 sonrası Ankara’nın değişen kent yaşamı ve pastanelerin mekânsal dönüşümü(Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2023) Zeynep, Gökaydın Yenal; Betül Bilge, Özdamar13 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre önce, Ankara başkent olarak kabul edilmiştir. Başkent Ankara’nın imar süreci yeni yönetiminin başarısı ile özdeşleşen geniş perspektifli bir modernleşme vizyonu ile şekillenmiştir. Kurtuluş Savaşı süresince de önemli bir merkez konumuna sahip olan Ankara, başkent ilan edilmesiyle yeni bir anlam da yüklenmiştir. Sahip olduğu kentsel kurgu, Cumhuriyet yönetiminin oluşturmak ve yaygınlaştırmak istediği modern yaşam- mekân kurgusuna planlı çalışmalara da ev sahipliği yapmıştır. Bu bağlamda, kentsel devinimin mekânsal karşılıkları çoğalmış ve dönüşerek yeniden oluşmuş ve/veya gelişmiştir. Ankara kent planlama çalışmaları günümüz kent akslarının oluşumunu ve okunmasını da mümkün kılmıştır. Tarihsel süreçte, Ankara kent kurgusunda meydana gelen değişimlerin, siyasi ve ekonomik gelişmelerden etkilendiği anlaşılmıştır. Bu etkenler paralelinde Ankara’da yeme-içme mekânlarının ve pastanelerin de çeşitliliği artmıştır. Çalışmanın ana konusunu oluşturan pastaneler, süreç içinde kent yaşamında oluşan bu devinimden etkilenmiş, konumlarında ve iç mekân kurgularında farklılıklar oluştuğu görülmüştür. Çalışmanın temel amacını Ankara’da hizmet veren ve süreç içerisinde de hizmet devamlılığı gösteren pastanelerin, modern kent yaşamındaki mekânsal değişimlerinin, kent akslarıyla birlikte izlenmesi ve araştırılması oluşturmaktadır. Bu kapsamında kent aksları, Ankara kent planlamalarına dayandırılarak 3 dönem içerisinde ele alınmıştır. Çalışmanın genel çerçevesi, araştırmaya temel oluşturacak biçimi ile 1923-2020 yılları arası Ankara kent yaşamında hizmet veren pastane oluşumları üzerinden okunmuştur. Bu bağlamda, kent aksları üzerinde yapılanma gösterdiği anlaşılan pastaneler, sosyal hayatın içinde yer alan kullanıcısı ile olan etkileşimi çerçevesinde değerlendirilmiştir. Ayrıca pastane sahipleri, işletmecileri ve dönem tanıkları ile yapılan sözlü görüşmeler ile elde edilen veriler çalışmada kullanılmıştır. Araştırma nitel yöntemi esas alan tarihsel süreç okumasını üç aşamalı bir model üzerine kurgulamıştır. Birinci aşamada; kent kurgusu, haritalar kullanılarak irdelenmiştir. İkinci aşamada çalışılan pastanelerin, oluşan kent aksları üzerindeki bölgesel konumları belirlenmiştir. Çalışmanın üçüncü aşamasında; Flamingo Pastanesi, Funda Pastanesi, Hüdaverdi Pastanesi üzerinden okumalar yapılmıştır. Kent kurgusunda konumları- kent aksları ile ilişkisi, yakın çevre- mekân ilişkisi, mekân kurgusu; açık, yarı açık ve kapalı alan ilişkisi, iç mekân kurgusunun değişimi ve/veya gelişimi kapsamında yapılan çalışmalar (İç Mimar/Mimar ile çalışılması) ve iç mekân kurgusu- mekân içi ilişkiler ve kullanıcı etkileşimi incelenmiştir. Elde edilen bulgular değerlendirildiğinde; Ankara kent kurgusunda meydana gelen değişimlerin pastane mekânlarının konumlarında, iç mekân kurgularının şekillenmesinde ve dönüşmesinde etkileri olduğu görülmüştür. Tez kapsamında belirlenen pastane mekânlarının konum değişimlerinde ev iç-dış mekân kurgularının dönemlerde ticari sürdürülebilirlik, hizmet kalitesi, ürün çeşitliliği ve kullanıcı isteklerini değerlendirdiği ve bu bağlamda konum ve mekânsal değişimlerini planladığı anlaşılmıştır. Kent kurgusu-mekân ilişkisinin araştırmaya açık bir konu olduğu anlaşılmış, bu kapsamda pastane mekânları ile ilgili yapılacak iç mimari çalışmalarda tasarım yaklaşımının şekillenmesinde elde edilen bulguların kullanılmasının mümkün olduğu görülmüştür. İç mimarlık alanında ortaya konacak tasarım yaklaşımlarında; mekân tasarımı, mekân akışı ve kullanıcı ilişkisinin tanımlanması ve planlanmasında; yakın çevre, açık- yarı açık- kapalı alan ve kullanıcı ilişkisinin- etkileşiminin bütüncül olarak ele alınmasının işlevsel, estetik ve süründürülebilir mekân tasarımlarını destekleyeceği olacağı düşünülmektedir. Shortly before the proclamation of the Republic on 13 October 1923, Ankara was accepted as the capital. The reconstruction process of the capital Ankara has been shaped by a broad perspective modernization vision identified with the success of its new administration. Ankara, which had an important center position during the War of Independence, gained a new meaning with its declaration as the capital. Its urban fiction also hosted planned works on the modern life-space fiction that the Republican administration wanted to create and spread. In this context, the spatial counterparts of urban movement have multiplied and transformed, re-formed and/or developed. Ankara city planning studies also made it possible to form and read today's city axes. In the historical process, it has been understood that the changes that have taken place in Ankara's urban setting have been affected by political and economic developments. Parallel to these factors, the diversity of eating and drinking places and patisseries in Ankara has also increased. The patisseries, which are the main subject of the study, were affected by this movement that occurred in urban life in the process, and it was seen that there were differences in their locations and interior space setups. The main purpose of the study is to monitor and research the spatial changes in modern urban life of the patisseries that serve in Ankara and show continuity in the process, together with the city axes. In this context, city axes were handled in 3 periods based on Ankara city planning. The general framework of the study was read through the patisserie formations that served in the city life of Ankara between the years 1923-2020, as a basis for the research. In this context, patisseries, which are understood to be built on city axes, are evaluated within the framework of their interaction with the user in social life. In addition, the data obtained through oral interviews with pastry shop owners, operators and witnesses of the period were used in the study. The research has built the historical process reading, which is based on the qualitative method, on a three-stage model. In the first stage; The urban setting was analyzed using maps. In the second stage, the regional positions of the patisseries on the city axes were determined. In the third stage of the study; Readings were made at Flamingo Patisserie, Funda Patisserie, Hüdaverdi Patisserie. Positions in the urban setting- their relationship with the city axes, the close environment-space relationship, the spatial setup; The relationship between open, semi-open and closed space, the change and/or development of the interior space setup (working with an Interior Architect) and interior space-internal relations and user interaction were examined. When the obtained findings are evaluated; It has been observed that the changes in the city setup of Ankara have effects on the positions of the patisseries, the shaping and transformation of the interior space setups. It has been understood that in the change of location of the patisserie places determined within the scope of the thesis, the indoor-outdoor setting of the house evaluates the commercial sustainability, service quality, product variety and user requests in the periods, and in this context, plans the location and spatial changes. It has been understood that the relationship between urban construction and space is a subject open to research, and in this context, it has been seen that it is possible to use the findings obtained in shaping the design approach in interior architectural studies to be made about patisserie spaces. In the design approaches to be put forward in the field of interior architecture; in the definition and planning of space design, space flow and user relationship; It is thought that a holistic approach to the close environment, open-semi-open-closed space and user relationship-interaction will support functional, aesthetic and sustainable space designs.Item 1977’den 2019’a Star Wars filmlerinde mekân üzerinden Edward W. Said perspektifinde oryantalizm analizi(Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2023) Ekin Can, Seyhan; Adnan, TepecikEdward W. Said öncesi Oryantalizm farklı kültürleri araştırmak, gözlemlemek gibi olumlu ve/veya tarafsız bir yöntem olarak kabul edilirdi. Tarih boyunca birçok bilim, sanat gibi alanlarda oryantalistler araştırmalar ve çalışmalar yapmaktaydı. Fakat 1970'ler sonrası Oryantalizm kavramı Edward W. Said ile birlikte günümüzde yaygın olarak kabul edilen anlamı olan; doğunun batı toplumlarını görme biçimi olarak gelişmiştir. Bilim kurgunun kökeni bir edebi eser olan Mary Shelley'ye ait Frankenstein adlı eseri ile 1818 yılında doğduğu kabul edilmektedir. İlk üretiminden günümüze kadar birçok eserle de temsil edilmiş, teknoloji çağı ile birlikte 'vizyon' katma değeri ile önemini artırmıştır. 1902 yılında ilk sinema örneği olan 'A Trip to the Moon' adlı eser de bir bilim kurgu hikayesini temel alarak, ilk temsiliyeti ile bilim kurgu ve sinema ikilisinin ilişkisinin kuvvetli temelini atmıştır. Sinema tarihi ile ortak bir başlangıca sahip olmaları, bilim kurgu kavramı ile sinemanın bir başka değerinin görülmesini sağlamıştır. Adorno gibi popüler kültürü bir fikir aktarım aracı olarak gören düşünürler tarafından sinema bir fikir aktarım aracı olarak görülmektedir. Bu bağlamda sinemanın temelinden bu yana var olan bilim kurgu sinemasında oryantalizmin yeri tezin temellerini oluşturmaktadır. İlk filmi 1977 yılına ait olup günümüze kadar devam eden 'Star Wars' markası, 1970'ler sonrası ortaya çıkan Edward W. Said perspektifinde oryantalizm kavramının incelenmesi tezin amacını oluşturmaktadır. Bu amaç doğrultusunda Star Wars filmlerinde mekan kurgularının Edward W. Said perspektifinde oryantalist temsiliyetleri incelenecektir. Before Edward W. Said, Orientalism was regarded as a positive and/or unbiased method of researching and observing different cultures. Throughout history, many scholars and artists conducted studies and works as Orientalists. However,After Edward W. Said, the concept of Orientalism took on its widely accepted meaning, which is the way the West perceives the East, in the late 1970s. The origin of science fiction is attributed to Mary Shelley's literary work, "Frankenstein," published in 1818. It has been represented by numerous works since its inception and has gained importance with the addition of a 'vision' value, especially in the age of technology. The first cinematic example, the film "A Trip to the Moon" in 1902, based on a science fiction story, laid the strong foundation for the relationship between science fiction and cinema. Having a common beginning with the history of cinema, the concept of science fiction and cinema have made it possible to see another value.Thinkers like Adorno, who view popular culture as a means of transmitting ideas, perceive cinema as a medium for conveying ideas. In this context, Orientalism forms the basis of the thesis in science fiction cinema, which has existed since its inception. Starting with the first film in 1977 and continuing to the present, the 'Star Wars' franchise serves as the focal point for examining the concept of Orientalism through Edward W. Said's perspective, which emerged in the late 1970s. In line with this objective, the spatial constructions in Star Wars films will be analyzed for their Orientalist representations from Edward W. Said's perspective.Item 1980 sonrası Ankara’da özel galeri mekânlarının toplumsal temsiliyeti ve mekânsal izleri(Başkent Üniverstesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2023) Ayşe Sıdıka, Uysal; Betül Bilge, ÖzdamarBaşkent ilan edilmesi ile birlikte Ankara’da modern yeni yaşamın oluşumuna dair çalışmalar başlamıştır. Bürokrasinin başkenti olan şehrin kültür ve sanatta da cumhuriyetin temsiline yakışır olması amaçlanmıştır. Bu amaçlar yapısal çerçevede mekânsal karşılıklarını bularak, Ankara’nın şehirleşme sürecinde etkili olmuştur. Modern toplumun yeni mekânlarından biri olarak karşımıza çıkan sanat galerileri yalnızca eserlerin sergilenmesinde ve pazarlanmasında aracı olmakla kalmamış, toplum ve sanat ilişkisini bağlayıcı görev üstlenmiştir. Bu nedenle galeri mekânları yalnızca sergileme yapılan mekânlar olarak kalmamış, toplum için birer sosyalleşme alanı olarak alternatif mekânlara dönüşmüştür. Cumhuriyetin ilk yıllarında, cumhuriyet ideolojisini toplum yaşamına dahil edebilmek için görsel bir bellek oluşturmayı hedefleyerek başlayan sergiler, modern insanı oluşturabilmek amacıyla birer kültür alanı olarak da faaliyet göstermiştir. Zaman içerisinde kullanıcı profilinde ve sanat ortamında meydana gelen değişimler paralelinde galerilerin sergileme fonksiyonuna ek olarak yüklendikleri fonksiyonlar da değişmiştir. Bu çalışma 1980 yılı sonrası Ankara’daki özel sanat galerinin toplumsal temsiliyetlerini, sergileme fonksiyonuna ek olarak yüklendikleri işlevleri ve mekânsal karşılıklarını ele almıştır. Çalışma kapsamında ele alınan sergileme mekânları, ek fonksiyonları bünyesinde barındıran, günümüzde aktif olarak faaliyet gösteren özel galerilerden seçilmiş ve her birinin yüklendikleri işlevlerinin kendi dönemi içinde farklılaşması ile sınırlandırılmıştır. Çalışmada süreç içerisinde devlet politikalarından, ekonomik faaliyetlerden etkilenerek değişim gösteren kültür sanat ortamının ve bu doğrultuda dönüşen galerilerin mekânsal yansımaları; kullanıcı, sanatçı ve yöneticilerin perspektifinden kişisel görüşmeler ile ele alınarak aktarılmıştır. With the proclamation of the capital city, studies on the formation of a modern new life in Ankara began. It is aimed that the city, which is the capital of the bureaucracy, befits the representation of the republic in culture and art. These aims have been effective in the urbanization process of Ankara by finding their spatial counterparts in the structural framework. Art galleries, which appear as one of the new spaces of modern society, not only act as an intermediary in the exhibition and marketing of works, but also undertake the task of binding the relationship between society and art. For this reason, gallery spaces have not only remained as exhibition spaces, but have turned into alternative spaces as socialization areas for the society. In the first years of the Republic, the exhibitions, which started with the aim of creating a visual memory in order to incorporate the republican ideology into social life, also operated as cultural spaces in order to create the modern human being. Parallel to the changes in the user profile and the art environment over time, the functions that the galleries are loaded with in addition to the exhibition function have also changed. This study deals with the social representations of the private art gallery in Ankara after 1980, their functions in addition to the exhibition function and their spatial counterparts. The exhibition spaces discussed within the scope of the study were selected from private galleries that are actively operating today and that contain additional functions, and are limited by the differentiation of their functions within their own period. In the study, the spatial reflections of the culture and art environment, which was affected by state policies and economic activities, and the galleries transformed in this direction; from the perspective of users, artists and managers, it has been discussed and conveyed through personal interviews.Item 2001 sonrasından 2022'ye gelen süre içerisinde islamofobi'nin Almanya ve İngiltere'de gösterdiği değişiklik(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2023) Uslu, Ahsen İrem; Mercan, Süleyman Sezginİslamofobi konusu oldukça derin bir havuzu oluşturmaktadır. Dolayısıyla geçmişten günümüze pek çok araştırmacının dikkatini çekerek bu alanda çeşitli çalışmaların (İslamofobi’nin değerlendirilmesi konusunda yapılan vaka analizleri, Batı medyasının kullandığı ırkçı söylemler, 11 Eylül Saldırısı sonucunda Batı’nın Müslümanlara karşı bakışı vb.) yapılmasına neden olmuştur. Fakat, bu araştırmayı diğer araştırmalardan özgün kılan nokta; Batı’nın İslam’a ve Müslümanlara karşı olan algısını anlamlandırmaya çalışmasıdır. Yani tek bir ülke seçip bunun üzerinden genel bir sonuca ulaşmak yerine İslamofobi konusunda eylemleri ve söylemleriyle ön plana çıkan Almanya ile bu alanda çok fazla kendini göstermeyen ama arkadan arkaya İslam karşıtı tutumunu devam ettiren İngiltere örnekleri üzerinden gidilecektir. Böylece, 11 Eylül 2001 ve sonrasından günümüze gelene kadar ki süreçte bu ülkelerin İslam karşıtı tutumlarında bir değişiklik olup olmadığını ve bunun sonucunda hangisinin bir diğerine göre İslamofobi konusunda daha fazla derinleşme yaşayıp yaşamadığı tespit edilmeye çalışılacaktır. Almanya ve İngiltere örnekleri üzerinden konuyu karşılaştırmalı bir şekilde ele almadan önce konunun alt yapısını oluşturmak için ilk olarak, İslamofobi’nin Batı nezdinde nasıl ele alınarak tanımlandığından ve onu besleyen unsurlardan (yabancı düşmanlığı, köktencilik vb.) bahsedilip sonrasında Avrupa’nın İslam’a karşı neden fobi geliştirdiği ve zaman içerisinde bu fobide bir değişiklik olup olmadığı ortaya koyulacaktır. Son bölümde de örnek iki ülke olarak seçilen Almanya ve İngiltere’yi İslamofobi konusunda verdikleri tepkileri anlamak bağlamında karşılaştırmalı bir şekilde ele alarak hem benzer ve farklı oldukları yönleri hem de 2001’den 2022 yılına kadar ki süreçte İslamofobi’ye karşı verdikleri tepkilerin değişiklik gösterip göstermediği açıklanacaktır. Bu noktada süreç analizini gerçekleştirebilmek için uluslararası ve ulusal nitelikteki kurum ve kuruluşların raporlarından, yerel üniversitelerin bu kapsamda hazırladıkları değerlendirmelerden, ulusal ve uluslararası haber kaynaklarından, Alman ve İngiliz medyasının İslam ve Müslümanlara karşı kullandığı söylemlerden yararlanılarak yukarıda belirtilen bu zaman aralığı içinde bir değişimin olup olmadığının ortaya konması amaçlanmıştır.The subject of Islamophobia creates a very deep pool. Therefore, it has attracted the attention of many researchers from the past to the present and has led to various studies such as case studies on the evaluation of Islamophobia, racist rhetoric used by the Western media, the West's view of Muslims as a result of the September 9/11 Attack, etc. in this field. However, the point that makes this research unique from other studies is; it is trying to make sense of the West's perception of Islam and people who have adopted this belief. In other words, instead of choosing a single country and reaching a general conclusion, it will be gone through the examples of Germany, which stands out with its actions and discourses on Islamophobia, and England, which does not show itself much in this area. Thus, it will be tried to determine whether there has been a change in the anti-Islamic attitudes of these countries in the process from and after September 11 2001, and as a result, whether one of them has experienced more deepening in Islamophobia than the other. Before discussing the subject in a comparative way through the examples of Germany and England, in order to create the infrastructure of the subject firstly, explaining how Islamophobia is handled and defined by the West and the factors that feed it (xenophobia, fundamentalism, etc.) will be discussed. Afterwards, it will be revealed why Europe has developed a phobia against Islam and whether there has been a change in this phobia over time. In the last chapter, By considering Germany and England, chosen as the two sample countries, in a comparative way in order to understand their reactions to Islamophobia, it will be explained both their similarities and differences and whether their reactions to Islamophobia have changed in the period from 2001 to 2022. At this point, so as to carry out the process analysis, the reports of international and national institutions and organizations, the evaluations prepared by local universities in this context, national and international news sources, from the discourses used by the German and British media against Islam and Muslims were benefitted. At the same time, it is aimed to reveal whether there has been a change in the Islamophobic perception of these countries over a 20-year period.Item 2012-2022 yıllarında yaşanan önemli finansal skandallar ve ACFE raporlarının incelenmesi(Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2023) Ece, Ferhatoğlu; Özge, Sezgin AlpHilenin tarihi çok uzun yıllara dayanmaktadır ve günümüzde hala var olan bir sorundur. Tamamen engellenemez ancak iç kontroller ve devam eden denetimlerle kontrol altına alınabilir. Ayrıca yapılan denetimler işletme ile ilgili herhangi bir sorunun olup olmadığına dair bilgi vermeye yardımcı olabilir. İç kontrolün etkin bir şekilde çalışması için belirli bir kontrol ortamı gereklidir. İç kontrol sistemlerinin etkinliğini değerlendirmek için COSO (2012) tarafından kılavuzlar yayınlanmıştır. Bu çalışmanın amacı, insanoğlunun varoluşundan beri yaşamın içinde olan hilenin neden kaynaklandığını, türlerini, teorilerini ve işletmelerin hileye karşı alabilecekleri önlemleri açıklamaktır. Hileye maruz kalkmaktan kaçınmak, her işletme için büyük önem arz etmektedir. Geçmişte yaşanan birtakım skandallar sonucunda işletmeler hile konusuna çok önem vermektedir. ACFE’nin yayımladığı raporlar sayesinde de yıllar içerisinde ne türlü değişimler olduğunu rahatlıkla görülmektedir. Çalışmanın yazına katkısı olarak işletme yöneticilerine, çalışanlara, müşterilere ve hileye maruz kalan herkese yol göstermesi düşünülmektedir. The history of cheating goes back many years and it is a problem that still exists today. It cannot be completely prevented, but it can be brought under control with internal controls and ongoing audits. In addition, audits can help provide information on whether there are any problems with the business. A specific control environment is necessary for internal control to work effectively. Guidelines have been published by COSO (2012) to evaluate the effectiveness of internal control systems. The aim of this study is to explain why fraud, which has been in life since the existence of human beings, originates, types, theories and measures that businesses can take against cheating. Avoiding fraud is of paramount importance for any business. As a result of some scandals in the past, businesses attach great importance to fraud. Thanks to the reports published by ACFE, it is easily seen what kind of changes have occurred over the years. As a contribution to the literature of the study, it is thought to guide business managers, employees, customers and everyone who is exposed to fraud.Item 3-6 Yaşa yönelik resimli öykü kitaplarının çevre etiği görüşleri çerçevesinde incelenmesi(Başkent Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, 2024) Afre Sultan, Kaya; Sibel Çiğdem, GüneysuÇocukların doğa algısını şekillendirmesi ve çevreye karşı olumlu tutumlar kazanmasına yardımcı olması sebebiyle doğa ve çevre temalı resimli öykü kitaplarının okul öncesi eğitimde ve çocuk edebiyatında büyük önemi vardır. Bu tez çalışmasında, nitel araştırma yöntemi kullanılarak 3-6 yaş aralığındaki çocuklara yönelik doğa ve çevre temalı resimli öykü kitaplarının antroposentrik ve ekosentrik çevre etiği görüşleri çerçevesinde incelenmesi amaçlanmıştır. Bu amaç doğrultusunda, Ankara ilindeki üç üniversiteye bağlı anaokullarının kitaplık ve kütüphanelerinde yer alan resimli öykü kitapları arasından araştırmanın örneklem ölçütlerine uyan 21 resimli öykü kitabı belirlenmiş ve betimsel analiz yöntemi ile incelenmiştir. Çevre etiği kapsamında doğanın değerinin, doğadaki varlıklar arasındaki bağlantının, insan ve doğa arasındaki ilişkisinin öykülerde nasıl ele alındığı öykülerin içeriksel özellikleri bakımından derinlemesine incelenerek analiz edilmiştir. İncelenen 21 resimli öykü kitabının 10’unda ekosentrik görüşün, 6’sında ise antroposentrik görüşün baskın olduğu görülmüştür. 5 kitapta ise her iki çevre etiği görüşüne dair unsurlar yer almakta olup, baskın bir çevre etiği görüşünün bulunmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Bulgulardan elde edilen sonuçlar, doğa ve çevre temalı resimli öykü kitaplarının, doğanın içsel bir değere sahip olduğuna dair bir anlayış barındırması, insanı doğanın bir parçası olarak sunması, doğadaki tüm varlıklar arasında kuvvetli bir bağ olduğunu vurgulaması gerektiğini ortaya koymuştur. Ayrıca, doğa ve çevre temalı öykülerin ekosentrik sayılabilmesi için yalnızca doğa unsurlarına yer verilmesinin yeterli olmadığı, öykünün diğer içeriksel özellikleri açısından da bu görüşü yansıtması gerektiği vurgulanmıştır. Araştırma kapsamında incelenen kitapların bir kısmının bu doğrultuda ekosentrik görüşe uygun örnekler teşkil ettiği sonucuna ulaşılmıştır. İnsanın doğadan üstün olduğu ve doğayı sadece kendi ihtiyaç ve faydası için kullandığı içeriklere sahip kitapların ise çocuklara sunulmaması gerektiği ifade edilmiştir. Ayrıca, öykülerde yer alan didaktik unsurların, öykünün önüne geçmeyecek şekilde sunulmasının önemli olduğu da belirtilmiştir. Araştırma sonucunda araştırmacılar, öğretmenler, eğitim kurumları, aileler ve yazarlar için öneriler sunulmuştur. Nature and environment-themed picture storybooks are of great importance in preschool education and children's literature because they shape children's perception of nature and help them gain positive attitudes towards the environment. This thesis aims to examine nature and environment-themed picture storybooks for children aged 3-6 years within the framework of anthropocentric and ecocentric environmental ethics views by using qualitative research method. For this purpose, 21 picture storybooks that meet the sampling criteria of the study were selected among the picture storybooks in the libraries of kindergartens affiliated to three universities in Ankara and analyzed by descriptive analysis method. Within the scope of environmental ethics, how the value of nature, the connection between the beings in nature, and the relationship between human beings and nature are handled in the stories was analyzed in depth in terms of the contextual features of the stories. It was observed that ecocentric view was dominant in 10 of the 21 picture story books and anthropocentric view was dominant in 6 of them. In 5 books, there were elements of both environmental ethics views, and it was concluded that there was no dominant environmental ethics view. The results obtained from the findings revealed that nature and environment themed picture storybooks should contain an understanding that nature has an intrinsic value, present humans as a part of nature, and emphasize that there is a strong bond between all beings in nature. In addition, it was emphasized that in order for nature and environment-themed stories to be considered ecocentric, it is not enough to include only elements of nature; the story should also reflect this view in terms of other contextual features. It was concluded that some of the books analyzed within the scope of the research constitute examples in accordance with the ecocentric view. It was stated that books with the content that humans are superior to nature and use nature only for their own needs and benefits should not be presented to children. It was also stated that it is important to present the didactic elements in the stories in a way that does not get in the way of the story. As a result of the research, recommendations were presented for researchers, teachers, educational institutions, families and authors.Item 6 Şubat depremi deneyimini yaşamış bireylerin deprem sonrası travma, aşkınlık ve kendini toparlama gücü düzeyleri arasındaki ilişkinin incelenmesi(Başkent Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, 2024) Ayyüce, Akdoğan; Nazife, Üzbe AtalayBu çalışma 6 Şubat deprem deneyimini yaşamış bireylerin deprem sonrası travma düzeyleri, aşkınlık düzeyleri ve kendini toparlama gücü düzeylerinin arasındaki ilişkisinin incelenmesini hedeflemiştir. Bu kapsamda bağımlı değişken olarak kendini toparlama gücü, bağımsız değişken olarak ise aşkınlık ve deprem sonrası travma düzeyi ele alınmıştır. Bu amaç doğrultusunda, ilişkisel tarama modelinde bir çalışma yürütülmüştür. Araştırmanın çalışma grubu, 18-65 yaş aralığında 183’ü (%60,2) kadın ve 121’i (%39,8) erkek olmak üzere toplam 304 yetişkinden oluşmaktadır. Verileri toplamak amacıyla araştırmacı tarafından geliştirilen “Kişisel Bilgi Formu”, “Deprem Sonrası Travma Düzeyini Belirleme Ölçeği”, “Aşkınlık Ölçeği” ve “Kendini Toparlama Gücü Ölçeği” kullanılmıştır. Verilerin analizi SPSS 27.0 programı ile yapılmıştır. Deprem deneyimi yaşamış bireylerin kendini toparlama gücü düzeylerinin yaşa göre anlamlı bir şekilde farklılaşıp farklılaşmadığının incelenmesinde tek yönlü varyans analizi (ANOVA) testi kullanılırken; cinsiyet, medeni durum, algılanan gelir düzeyi, depremde yakın kaybı yaşama durumu, deprem sonrası yer değişikliği durumu, hayata anlam katan aktiviteye sahip olma durumu incelenmesinde bağımsız gruplar için t-testi kullanılmıştır. Ölçek puanları arasındaki ilişkilerde Pearson Korelasyon testi kullanılmıştır. Deprem sonrası travma düzeyi ve aşkınlık düzeyini ortaya koyan ölçeklerin toplam puanlarının kendini toparlama düzeylerini yordamadaki rollerinin incelenmesinde çoklu doğrusal regresyon analizi kullanılmıştır. Elde edilen sonuçlara göre, 6 Şubat deprem deneyimini yaşamış bireylerin kendini toparlama gücü düzeylerinin demografik değişkenlere göre incelenmesi sonucunda kendini toparlama gücü toplam puanları ile cinsiyet, depremde yakın kaybı yaşama durumu ve deprem sonrası yer değişikliği ile anlamlı bir farklılık bulunmazken; yaş, medeni durum, algılanan gelir düzeyi ve hayata anlam katan bir aktiviteye sahip olma durumu değişkenleri arasında anlamlı bir farklılık bulunmuştur. Kendini toparlama gücü ve aşkınlık ölçeği toplam puanı arasında pozitif yönde orta düzeyde ve anlamlı bir ilişki; kendini toparlama gücü ve deprem sonrası travma düzeyini belirleme ölçeği toplam puanı arasında negatif yönde, düşük düzeyde ve anlamlı bir ilişki olduğu bulgusuna ulaşılmıştır. Kendini toparlama gücü düzeyi ile maneviyat, şükran, umut, mizah ve estetik ve mükemmelliğin takdiri arasında pozitif yönde, orta düzeyde ve anlamlı ilişkiler olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Deprem deneyimi yaşamış bireylerde aşkınlık düzeyi pozitif yönde ilişkili ve istatistiksel olarak anlamlı bir yordayıcıyken; deprem sonrası travma düzeyi negatif yönde ilişkili ve anlamlı bir yordayıcı olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Estetik ve mükemmelliğin takdiri, umut ve mizah düzeylerinin kendini toparlama gücünün istatistiksel olarak anlamlı birer yordayıcısı olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Elde edilen bulgular ilgili alan yazın ışığında tartışılmış ve geleceğe yönelik öneriler sunulmuştur. Bu çalışmanın deprem gibi yıkıcı afetler sonrasında hala etkisi altında olan bireylere gerekli psikolojik desteği sağlayabilmek ve uygulanacak ruh sağlığı politikalarını şekillendirmede hayati bir öneme sahip olacağı düşünülmektedir. This study aimed to examine the relationship between post-earthquake trauma levels, transcendence levels and resilience levels of individuals who experienced the February 6 earthquake. In this context, the ability to recover is considered as the dependent variable, and transcendence and post-earthquake trauma level are considered as independent variables. For this purpose, a study was conducted in the relational screening model. The study group of the research consists of a total of 304 adults, 183 (60.2%) of whom are women and 121 (39.8%) of whom are men, between the ages of 18-65. "Personal Information Form", "Post-Earthquake Trauma Level Determination Scale", "Transcendence Scale" and "Resilience Scale" developed by the researcher were used to collect data. Data analysis was done with SPSS 27.0 program. While one-way analysis of variance (ANOVA) test is used to examine whether the resilience levels of individuals who have experienced an earthquake differ significantly according to age; Independent groups t-test was used to examine gender, marital status, perceived income level, loss of a loved one in the earthquake, location change after the earthquake, and having an activity that adds meaning to life. Pearson Correlation test was used in the relationships between scale scores. Multiple linear regression analysis was used to examine the role of the total scores of the scales revealing the level of trauma and the level of transcendence after the earthquake in predicting resilience levels. According to the results obtained, when we examined the resilience levels of individuals who experienced the February 6 earthquake according to demographic variables, there was no significant difference between the resilience total scores and gender, loss of a loved one in the earthquake and post-earthquake location change; There is a significant difference between the variables of age, marital status, perceived income level and having an activity that adds meaning to life. A positive, moderate and significant relationship between resilience and transcendence scale total score; It was found that there was a negative, low-level and significant relationship between resilience and the total score of the post-earthquake trauma level determination scale. It was concluded that there were positive, moderate and significant relationships between the level of resilience and spirituality, gratitude, hope, humor and appreciation of aesthetics and perfection. While the level of transcendence is a positively related and statistically significant predictor in individuals who have experienced an earthquake; It was concluded that the level of trauma after the earthquake was negatively related and a significant predictor. It was concluded that appreciation of aesthetics and perfection, hope and humor levels were statistically significant predictors of the resilience. The findings were discussed in the light of the relevant literature and suggestions for the future were presented. It is thought that this study will be of vital importance in providing the necessary psychological support to individuals who are still under the influence of devastating disasters such as earthquakes and in shaping the mental health policies to be implemented.Item 8.5 GHz FMCW radarı kullanarak araç, insan ve dron üzerinden oluşturulan menzil doppler haritalarının uzamsal boyutlarda sınıflandırılması(Başkent Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, 2025) Öztürkoğlu, AlkınBu tezde, menzil doppler haritalarına bağlı olarak insan, dron ve araç özelinde nesne sınıflandırma teknikleri araştırılmıştır. Kullanılan makine öğrenmesi ve derin öğrenme modelleri mimarileri, ardışık menzil doppler görüntülerinin uzamsal ve zamansal özellikleri dikkate alınarak belirlenir. Kamuya açık olan RDRD veri seti, önerilen model mimarisini eğitmek ve değerlendirmek için kullanılmıştır. Veri seti, bir 8.5 GHz frekans modüleli sürekli dalga radarı kullanılarak toplanmış; insan, araç ve dron gibi farklı hedef türlerine ait menzil doppler görüntülerini içermektedir. Belirli bir yol boyunca seyahat eden araç, dron ve insan için belirli sinyal işleme adımlarından geçirilerek elde edilen bu görüntüler, her sınıf için ardışık şekilde bir araya getirilerek bir görüntü yığını oluşturulmuştur. Söz konusu veri seti içindeki görüntülerin işlenmesi için, makine öğrenme ve derin öğrenme yöntemlerini içeren birkaç görüntü sınıflandırma tekniği vardır. Bu kapsamda, makine öğrenmesi tabanlı Rastgele Orman (RF) ve Aşırı Gradyan Artırmalı Öğrenme (XGB) algoritmalarının yanı sıra, derin öğrenmeye dayalı 2 Boyutlu Evrişimli Sinir Ağı (2D CNN) ve Görsel Dönüştürücü (ViT) mimarileri de karşılaştırmalı olarak değerlendirilmiştir. Bu mimariler özelinde, bahsedilen üç ayrı hedef için RF mimarisi test veri setinde %91,45, XGB yöntemi %92,54, özelleştirilmiş 2D CNN modeli %94,34 ve ViT mimarisi test veri seti üzerinde %93,19 oranında sınıflandırma doğruluğu sağlamıştır. In this thesis, object classification techniques for human, drone and vehicle based on range doppler maps are investigated. The machine learning and deep learning model architectures used were determined by considering the spatial and temporal characteristics of consecutive range doppler images. The publicly available RDRD dataset is used to train and evaluate the proposed model architecture. The dataset contains range doppler images of different types of targets, such as humans, vehicles and drones, collected using an 8.5 GHz frequency modulated continuous wave radar. These images, which are obtained by performing certain signal processing steps for vehicles, drones and humans traveling along a given path, are stacked together consecutively for each class to form an image stack. There are several image classification techniques for processing these images, including machine learning and deep learning methods. In this context, machine learning based Random Forest and XGBoost algorithms as well as deep learning based 2D Convolutional Neural Network and Visual Transformer architectures are comparatively evaluated. Specific to these architectures, Random Forest architecture provided 91,45%, XGBoost obtained 92,54%, custom developed 2D Convolutional Neural Network resulted 94,34% and Visual Transformer architecture achieved 93,19% classification accuracy on the test dataset.Item Adana ilinde yaşayan 18-64 yaş arasındaki yetişkin bireylerin pandemi (Covid-19) döneminde beslenme durumlarının, besin takviyesi kullananların, korku ve kaygı düzeylerinin incelenmesi(Başkent Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, 2022) Gönül, MustafaBu araştırma; 18-64 yaş arasındaki yetişkin bireylerin pandemi döneminde beslenme durumlarının, Covid-19 kaynaklı kaygı düzeylerinin ve besin desteği kullanım durumlarının incelenmesi amacıyla planlanıp yürütülmüştür. Çalışma Şubat 2021-Aralık 2021 tarihleri arasında Adana’da yaşayan 18-64 yaş aralığındaki gönüllü 83 kadın ve 177 erkek olmak üzere toplam 260 katılımcıyla yürütülmüştür. Çalışmada bireylerden demografik özellikleri, sağlık bilgileri, beslenme alışkanlıkları, besin desteği kullanım durumları, antropometrik ölçümleri (vücut ağırlığı ve boy uzunluğu), besin tüketim sıklığı, Koronavirüs Kaygı Ölçeği ve Covid-19 Korkusu Ölçeğini içeren anket formunu çevrimiçi ortamda doldurmaları istenmiştir. Bireylerin pandemi öncesi ve pandemi sırasındaki Beden Kütle İndeksleri (BKİ) hesaplanmıştır. Çalışmaya katılan kadınların yaş ortalaması 35.89 ± 10.63 yıl, erkeklerin yaş ortalaması 42.58 ± 9.2 yıldır. Örneklemdeki toplam yaş ortalaması ise 40.45 ± 10.15 yıldır. Pandemi sırasında pandemi öncesine göre 2 ana öğün tüketim sıklığı artarken (sırasıyla %50.4 ve %54.6) 1 ana öğün (sırasıyla %1.5 ve %1.9) ve 3 ana öğün (sırasıyla %48.1 ve %43.5) tüketim sıklığı azalmıştır (p<0.001). Pandemi sırasında pandemi öncesine göre 2 ara öğün tüketim sıklığı artarken (sırasıyla %21.9 ve %30.4) 1 ara öğün tüketim sıklığı (sırasıyla %40.4 ve %35.4) artmıştır. Çalışmaya katılan bireylerin pandemi sırasında fiziksel aktivite ve ev dışı öğün tüketim sıklıklarının azaldığı görülmektedir (p<0.001). Katılımcıların çoğunluğu (%44.2) pandemi öncesinde haftada 1-3 kez dışarıda yemek yediklerini belirtirken pandemi sırasında ayda 1 ya da daha az dışarıda yemek yediklerini belirtmişlerdir (p<0.01). Pandemi öncesinde bireylerin besin takviyesi kullanma sıklıkları %14.2 iken pandemi sırasında bu sıklık %33.1’e yükselmiştir (p<0.05). Katılımcıların C vitamini (%8.5’ten %20.0’a), D vitamini (%5.4’ten %18.8’e), multivitamin (%2.7’den %8.1’e), prebiyotik/probiyotik (%1.2’den %3.1’e) ve B12 vitamini (%2.7’den %8.1’e) kullanımları pandemi sırasında pandemi öncesine göre artış göstermiştir (p<0.05). Posa (r=0.138 p=0.03), tiamin (r=0.187 p=0.002), folat (r=0.200 p=0.001), pantotenik asit (r=0.124 p=0.04), potasyum (r=0.141 p=0.02), magnezyum (r=0.138 p=0.03)ve çinko (r=0.129 p=0.04) alımı ile pandemi sırasındaki BKİ arasında pozitif yönlü anlamlı bir korelasyon bulunmuştur. Günlük alınan enerjinin karbonhidrattan gelen yüzdesi ile korku ölçeği puanları arasında negatif yönlü anlamlı bir korelasyon saptanmıştır (r=-0.176 p=0.004). Günlük alınan enerjinin yağdan, doymuş yağ asitlerinden ve tekli doymamış yağ asitlerinden gelen yüzdesi ile korku ölçeği puanları arasında pozitif yönlü anlamlı bir korelasyon bulunmuştur (sırasıyla r=0.200 p=0.001, r=0.205 p=0.001 ve r=0.177 p=0.004). Covid 19 döneminde yeterli ve dengeli beslenme ile besin desteklerinin doğru kullanımı konuları önemlidir. Ayrıca Covid-19 döneminde bireylerin korku ve kaygı düzeylerinin azaltılabilmesi için önlemler alınmalıdır. This research; It was planned and conducted in order to examine the nutritional status of adults between the ages of 18-64, their anxiety levels due to Covid-19 and the use of nutritional support during the pandemic period. The study was carried out with a total of 260 volunteers, 83 female and 177 male, aged between 18-64 years living in Adana between February 2021 and December 2021. In the study, individuals were asked to fill out a questionnaire online, including demographic characteristics, health information, nutritional habits, nutritional support usage status, anthropometric measurements (body weight and height), food consumption frequency, Covid-19 Anxiety Scale, Covid-19 Fear Scale. Body Mass Index (BMI) of individuals before and during the pandemic were calculated. The mean age of the women participating in the study was 35.89 ± 10.63 years, and the mean age of the men was 42.58 ± 9.2 years. The mean age in the sample is 40.45 ± 10.15 years. Before the pandemic, the proportion of individuals consuming 2 main meals in the order of the pandemic increased (50.4% and 54.6%, respectively) while the proportion of individuals consuming 1 main meal (1.5% and 1.9%, respectively) and 3 main meals (48.1% and 43.5%, respectively) decreased (p<0.001). While the rate of individuals consuming 2 snacks before the pandemic compared to post-pandemic (21.9% and 30.4%, respectively), the proportion of individuals consuming 1 snack increased (40.4% and 35.4%, respectively). It is observed that the rate of physical activity and meal consumption out of the house decreased during the pandemic of the individuals participating in the study (p<0.001). While the majority of the participants (44.2%) stated that they ate out 1-3 times a week before the pandemic, they stated that they ate out once a ivailyivivr less during the pandemic (p<0.01). While the rate of using nutritional supplements was 14.2% before the pandemic, this rate increased to 33.1% during the pandemic (p<0.05). Vitamin C (8.5% to 20.0%), vitamin D (5.4% to 18.8%), multivitamin (2.7% to 8.1%), prebiotic/probiotic (1.2% to 3.1%) of the participants e) and vitamin B12 (from 2.7% to 8.1%) use increased during the pandemic compared ivailyiv-pandemic (p<0.05). Fibre (r=0.138 p=0.03), thiamine (r=0.187 p=0.002), folate (r=0.200 p=0.001), pantothenic acid (r=0.124 p=0.04), potassium (r=0.141 p=0.02) , magnesium (r=0.138 p=0.03) and zinc (r=0.129 p=0.04) intake and BMI during the pandemic were found to be positively correlated. A significant negative correlation was found between the percentage of vaily energy taken from carbohydrates and the fear scale scores (r=-0.176 p=0.004). A positive and significant correlation was found between the percentage of vaily energy intake obtained from fat, saturated fatty acids and monounsaturated fatty acids and fear scale scores (r=0.200 p=0.001, r=0.205 p=0.001 and r=0.177 p=0.004). Adequate and balanced nutrition and the correct use of nutritional supplements are important in the Covid 19 period. Precautions should be taken to reduce the fear and anxiety levels of individuals during the Covid-19 period.Item Afetlerde görevli ruh sağlığı çalışanlarının deneyimlerinin psikolojik dayanıklılık bakış açısıyla incelenmesi(Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimleri Enstitüsü, 2022) Ertuğrul, Fatma Gül; Pak Güre, Merve DenizAfet, bir toplumun büyük bir kısmını etkileyen, fiziksel, psikolojik ve ekonomik kayıplara yol açan olayların sonucudur. Afetlerde psikososyal destek ekipleri afetten etkilenen topluluklara sistematik müdahalelerde bulunmaktadır. Ancak afet sahasında çalışan ruh sağlığı uzmanları (sosyal hizmet uzmanları, psikologlar, psikiyatristler vb. gibi) profesyonel olmalarına rağmen afetlerden fiziksel, bilişsel ve psikososyal açılardan olumsuz etkilenebilmektedir. Profesyonellerin baş etme dinamikleri de bu yönlerden farklılık gösterebilmektedir. Söz konusu stresi yönetmek ve olası risklerden korunmak için literatürde ‘resilience’ olarak da geçen ‘psikolojik dayanıklılık’ kavramı büyük önem kazanmaktadır. Ancak literatürde afetlerde çalışan profesyonellerin psikolojik dayanıklılık ile ilişkili deneyimlerini ele alan çalışmalar kısıtlıdır. Bu araştırmanın amacı, afetlerde çalışan ruh sağlığı uzmanlarının deneyimlerinin psikolojik dayanıklılık bakış açısıyla incelenmesidir. Araştırma nitel metodoloji kapsamında fenomenolojik desende oluşturulmuştur. Araştırma grubunu afetlerde çalışan sosyal hizmet uzmanı, psikolog ve çocuk gelişimciden oluşan 20 ruh sağlığı uzmanı oluşturmuştur. Araştırmada veriler toplanırken yarı yapılandırılmış görüşme formu kullanılmıştır. Verilerin analizi ise MAXQDA Plus 2020 programı aracılığıyla yapılmıştır. Araştırmada afet sahasında yapılan görevler, psikolojik dayanıklılığa ilişkin kişisel özellikler, sosyal çevre etkileşimleri, korunma stratejileri ve profesyonellerin psikolojik dayanıklılık açısından güçlenmelerine ilişkin önerileri kapsayan sosyal hizmet müdahalelerine ve buna yönelik oluşturulabilecek politikalara ışık tutabilecek sonuçlar elde edilmiştir. Uzmanlar afet sahasında ihtiyaç tespiti ve kaynak yönetimi, psikolojik ilk yardım, sevk ve yönlendirme, bireysel görüşme, psikoeğitim, grup çalışması ve çalışana destek uygulamaları gibi görevler yapmaktadır. Katılımcılar afet sahasında çalışırken özellikle duygusal başetme ve kayıp ve yas sonrası müdahalelerde çok zorlandıklarını ancak kendi hayatlarındaki geçmiş deneyimlerinin başetmelerine katkı sağladığını, beklenmedik bir durumla karşılaştıklarında baş etme becerilerinin yüksek olduğunu, geleceğe dair hedef belirledikleri, olmadığında ise genellikle yeni planlar yaptıklarını ifade etmişlerdir. Sosyal çevre etkileşimlerinde ise bazı uzmanlar birinden destek isteme konusunda çekinceli davrandıklarını ve kişisel baş etme yöntemlerini kullanıyor olsa da aile ve arkadaş ilişkilerinin ve desteğinin çok önemli olduğunu, afet sahasında çalışırken ekip arkadaşları ile çalışmanın kendilerine daha güvende hissettirdiğini belirtmişlerdir. Afet sahasında psikolojik dayanıklılığı koruma stratejilerinde ise öz bakımlarını koruduklarını, baş etme becerilerinin yüksek olduğunu, gerekli durumlarda profesyonel düzeyde psikososyal destek veya süpervizyon aldıklarını, belli bir motivasyonla ve ekip çalışması içerisinde olduklarını, mesleki sınırlarını koruduklarını ve ihtiyaç duydukları bilgi akışını devamlı sağladıklarını ifade etmişlerdir. Afet sahasında çalışırken temel ihtiyaçlarını giderebilme, alana özgü hizmet içi eğitim ve süpervizyon desteği alabilme, sağlıklı bir koordinasyon sisteminin ve kurumlar arası işbirliği kurma, takdir edilme, çalışana destek ve afet sonrası profesyonel psikolojik destek sistemleri oluşturma gibi öneriler sunulmuştur. Sonuç olarak, afet sahasında çalışan ruh sağlığı uzmanları ve diğer afet çalışanlarının iyilik hallerinin güçlendirilmesi ve psikolojik dayanıklıklarının korunması adına mikro, mezzo ve makro düzeylerde yapılandırılmış sosyal hizmet müdahalelerine ihtiyaç olduğu düşünülmektedir.A disaster affects a large part of society and causes physical, psychological, and economic losses. In disasters, psychosocial support teams provide systematic interventions to the communities affected by the disaster. However, although mental health professionals (such as social workers, psychologists, psychiatrists, etc.) working in the disaster area are professionals, they can be adversely affected by disasters in terms of physical, cognitive, and psychosocial aspects. The coping dynamics of professionals may also differ in these aspects. The concept of 'psychological resilience', also known as 'resilience' in the literature, gains great importance to manage the stress in question and protecting against possible risks. However, studies dealing with the experiences of professionals working in disasters related to resilience are limited in the literature. The purpose of this research is to examine the experiences of mental health professionals working in disasters from the perspective of psychological resilience. The research was created in a phenomenological pattern within the scope of qualitative methodology. The research group consisted of 20 mental health specialists, including social workers, psychologists, and child development specialists working in disasters. A semi-structured interview form was used to collect data in the study. The analysis of the data was made through the MAXQDA Plus 2020 program. In the research, results were obtained that could shed light on social work intervention policies, including the tasks performed in the disaster area, personal characteristics of psychological resilience, social environment interactions, protection strategies, and recommendations for strengthening professionals in terms of psychological resilience. Experts perform tasks such as needs assessment and resource management, psychological first aid, referral and guidance, individual interviews, psychoeducation, group work, and employee support practices in the disaster area. The participants stated that they had a lot of difficulty in coping emotionally, especially in emotional coping and interventions after loss and bereavement, but their past experiences in their own lives contributed to their coping, their coping skills were high when they encountered an unexpected situation, and they generally made new plans when they did not set goals for the future. In social interactions, some experts stated that they are hesitant to ask for support from someone and although they use personal coping methods, family and friend relationships and support are very important, and working with teammates while working in the disaster area makes them feel safer. They stated that in their strategies to protect psychological resilience in the disaster area, they maintain their self-care, their coping skills are high, they receive professional psychosocial support or supervision when necessary, they are in a certain motivation and teamwork, they protect their professional boundaries and provide the information flow they need continuously. Suggestions such as meeting their basic needs while working in the disaster area, receiving field-specific in-service training and supervision support, establishing a healthy coordination system and inter-institutional cooperation, appreciation, employee support, and post-disaster professional psychological support systems were presented. As a result, there is a need for structured social work interventions at micro, mezzo, and macro levels to strengthen the well-being and protect the psychological resilience of mental health professionals in disasters.Item Aks üretim sürecinde bulanık darboğaz analizi ile performans iyileştirme modelinin geliştirilmesi(Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2023) Sarı, HacıAkslar, araçların önemli alt takım parçalarıdır ve üretilen araçların toplam sayısını etkilerler. Dolayısıyla üretim kalitesini doğrudan etkiledikleri için vazgeçilmez parçalardır. İnsan, makine ve malzeme özellikleri gibi faktörlerdeki değişkenlik nedeniyle üretim sistemindeki işleme prosesinin teslim sürelerinde bazı belirsizlikler ortaya çıkmaktadır. Bu çalışmada, otomotiv yedek parça üreticisi bir firmanın aks imalat prosesinin verimliliği araştırılarak, işleme ünitesindeki performans arttırılmıştır. Bu çalışma, bulanık mantık tabanlı darboğaz analizi kullanarak şirketteki üretim kapasitesinin arttırılmasını amaçlamaktadır. Bu çalışmada bulanık mantık, Solberg’in (1981) darboğaz modeline entegre edilerek, yeni bir model önerilmiş ve geliştirilen model firmanın işleme ünitesinde uygulanarak üretim sisteminin performansı artırılmıştır. Makina ve ekipman yatırımları imalat sistemlerinin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Zamanla aşınma ve yıpranma nedeniyle makine ve ekipmanların verimli çalışması olumsuz etkilenebilir, yıpranan ekipmanların yenileriyle değiştirilmesi gerekebilir. Ekipman değişimine ilişkin yanlış kararlar çoğu zaman üretim ve planlamanın diğer alanlarında elde edilen tasarruf ve azalmaları aşan maliyetlere yol açabilir. Ekipman eskidikçe, aşınmaya bağlı bozulma ve bileşenlerin eskimesi nedeniyle arıza oranı ve buna bağlı bakım maliyetleri önemli ölçüde artar. Yatırımın doğası gereği makine değiştirme kararları uzun vadeli bir süreç olduğundan ekonomik risklere tabidir. Bu çalışma aynı zamanda, makine değiştirme kararlarıyla ilişkili ekonomik risklerin önlenmesine yardımcı olabilecek, net bugünkü değer (NBD) analiziyle entegre edilmiş bir deneysel tasarım yöntemi de önermektedir. Buradaki temel amaç, makine değiştirmeye ilişkin kararların alınmasında ortaya çıkan riskleri en aza indiren ve optimal kararlara ulaşmak için rasyonel bir temel oluşturan bir yöntem sunmaktır. Böylece bu modelin verimli ve rekabetçi bir üretim sisteminin geliştirilmesine büyük katkı sağlayacağına inanılmaktadır. Çalışmanın sonunda üretim hızının artması ve firmaya fayda sağlanması gerçekleştirilebilmiştir.Axles are the crucial undercarriage part of vehicles and affect the total number of manufactured vehicles. Therefore, they are essential parts since they directly affect the production quality. Some uncertainties arise in the lead times of the machining process in the manufacturing system due to the variability in factors, such as human, machine, and material properties. In this study, the efficiency of the axle manufacturing process is investigated, and performance in the machining unit of an automotive spare part manufacturer company is improved. This study aims to increase the production capacity in the company by using a fuzzy logic-based bottleneck analysis. In this study, a new model is proposed by integrating fuzzy logic the Solberg (1981) bottleneck model, and the performance of the manufacturing system is improved by applying the developed model in the machining unit of the company. Investments in machinery and equipment constitute a significant portion of manufacturing systems. Over time, the efficient operation of machinery and equipment can be adversely affected by wear and tear, necessitating the replacement of worn-out equipment with new ones. Poor decisions regarding equipment replacement can often result in costs that exceed the savings and reductions achieved in other areas of production and planning. As equipment ages, the failure rate and corresponding maintenance costs increase significantly due to wear-related deterioration and component aging. Due to the nature of the investment, machine replacement decisions are a long-term process and are, therefore, subject to economic risks. At the same time this study proposes an experimental design method integrated with a net present value (NPV) analysis, which can help avoid the economic risks associated with machine replacement decisions. The primary objective of this study is to present a method that minimizes the risks involved in making decisions about changing machines and creates a rational basis for reaching optimal decisions. Thus, it is believed that this model can greatly contribute to the development of an efficient and competitive production system. At the end of the study, the increase in production rate and the benefit to the company is obtained.Item Alevi toplumunda yemek kültürü ve cemde yapılan lokma ritüelleri(Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2024) Ateşoğlu, Ezgi; Yılmaz, İlkayBu çalışmada Alevi toplumlarının yeme içme kültürleri ve cemevlerinde yapılan lokma ritüelleriyle ilgili araştırmalar yapılmıştır. Çalışma nitel araştırma yöntemlerinden kültür analiz deseni çerçevesinde hazırlanmıştır. Çalı şmada görüşme tekniği kullanılmış ve yarı yapılandırılmış soru formu aracılığı ile Ankara’da bulunan cemevlerinde Alevi inancına sahip 14 kişi ile yüz yüze görüşülerek veri toplanmıştır. Elde edilen verilerin analizinde betimsel analiz yöntemi kullanılmışt ır. Katılımcıların özel günlerde hazırladığı yemekler, oruç zamanlarında yenilmesinin yasak olduğu yiyecekler, kendi yörelerine ait unutulmaması ve nesilden nesile aktarılması hedeflenen tarifler, cemevinde yaptıkları lokma ritüelleri hakkında bilgiler ver ilmiştir. Bu bilgiler doğrultusunda, katılımcıların vermiş oldukları cevaplar temel alınarak ritüeller ile yemek tariflerinin kayıt altına alınması ve yemek kültürünün nesilden nesile aktarılması hedeflenmektedir. Ayrıca, Alevi toplumunda din ve kültürün önemi, Alevi inancının temel bileşenleri; kurban tığlama (kesme), defin ritüelleri, diş hediği, Muharrem ve Hızır oruçları, Cemevinde gerçekleştirilen lokma ritüelleri, ateş, aşure ve yöresel yemek tarifleri açıklanmaktadır. Çalışmanın sonucunda Alevi toplu mlarının eski Türk kültürleriyle benzerlikler gösterdiği, Alevilerin kendi içlerinde de farklı yöreler olmasına rağmen yemek kültürlerinde benzerlik olduğu ve çoğu yemeğin temelinin bulgurla hazırlandığı tespit edilmiştir. Alevi toplumlarının kültürlerini yaşatmak için de Cemevlerinde ibadetlerini gerçekleştirip, yemek kültürlerini yaşattığı sonucu çıkarılmıştır. Alevi toplumlarının kültürel değerlerinin daha detaylı incelenebilmesi açısından diğer bilim dalları ile ortak araştırmalar yapılması öneri olarak ortaya konulmuştur.In this study, research has been conducted on the food and beverage cultures of Alevi communities and the lokma rituals performed in cemevis. The study was prepared within the framework of culture analysis design from qualitative research methods. Interview technique was used in the study and data were collected by face-to-face interviews with 14 people of Alevi belief in cemevis in Ankara through a semi-structured questionnaire. Descriptive analysis method was used to analyze the data obtained. Information was given about the dishes prepared by the participants on special occasions, foods that are forbidden to be eaten during fasting times, recipes from their own regions that are aimed to be remembered and passed down from generation to generation, and the lokma rituals they perform in the cemevi. In line with this information, based on the answers given by the participants, it is aimed to record the rituals and recipes and to transfer the food culture from generation to generation. In addition, the importance of religion and culture in Alevi society, the basic components of Alevi belief; sacrifice (slaughtering), burial rituals, tooth hiği, Muharram and Hızır fasts, lokma rituals performed in Cemevi, fire, aşure and local food recipes are explained. As a result of the study, it was determined that Alevi societies show similarities with ancient Turkish cultures, and although there are different regions within Alevis, there are similarities in food cultures and the basis of most dishes is prepared with bulgur. It has been concluded that Alevi communities perform their worship in Cemevis and keep their food culture alive in order to keep their culture alive. In order to examine the cultural values of Alevi communities in more detail, it is suggested that joint research should be carried out with other branches of science.Item Algılanan ebeveynlik biçimleri ve sınırda (borderline) kişilik örüntüsü arasındaki ilişkide erken dönem uyum bozucu şemalar ve duygu düzenleme güçlüğünün aracı rolü(Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimleri Enstitüsü, 2023) Tetir, Deniz; Akın Sarı, BurçinBu çalışmada, algılanan ebeveynlik biçimleri ve sınırda kişilik örüntüsü arasındaki ilişkide erken dönem uyum bozucu şema alanları ve duygu düzenleme güçlüğünün aracı rolünün incelenmesi amaçlanmıştır. Araştırmanın örneklemini ebeveynlerinin her ikisini de çocukluk döneminde (0-6 yaş) kaybetmeyen ve herhangi bir psikolojik/psikiyatrik tanısı olmayan 20-40 yaş arası 292 katılımcı oluşturmaktadır. Araştırmada veri toplama aracı olarak Demografik Bilgi Formu, Young Ebeveynlik Ölçeği, Young Şema Ölçeği-Kısa Form-3, Duygu Düzenleme Güçlüğü Ölçeği Kısa Formu ve Borderline Kişilik Envanteri kullanılmıştır. Yapılan analiz sonuçlarına göre, koşullu/başarı odaklı ebeveynlik biçimindeki (anne ve baba) artışın kopukluk ve yüksek standartlar şema alanları ve duygu düzenleme güçlüğü aracılığıyla kişilerin sınırda kişilik belirti düzeylerini yordadığı görülmüştür. Ayrıca anneye ilişkin algılanan sömürücü/istismar edici ebeveynlik biçimindeki artışın hem doğrudan hem de kopukluk şema alanı aracılığıyla sınırda kişilik belirti düzeylerini yordadığı; babaya ilişkin algılanan sömürücü/istismar edici ebeveynlik biçimi için ise buna ek olarak duygu düzenleme güçlüğünün de aracı rol oynadığı görülmüştür. Anneye ilişkin algılanan aşırı koruyucu/evhamlı ebeveynlik biçiminin yüksek standartlar şema alanı ve duygu düzenleme güçlüğü aracılığıyla sınırda kişilik belirti düzeyi üzerinde yordayıcı bir rolü bulunduğu anlaşılmıştır. Bunun yanında babaya ilişkin algılanan değişime kapalı/duyguları bastıran ebeveynlik biçiminin hem doğrudan hem de kopukluk şema alanı ve duygu düzenleme güçlüğü aracılığıyla sınırda kişilik belirti düzeyi üzerinde yordayıcı bir rolü bulunduğu anlaşılmıştır. Son olarak babaya ilişkin algılanan aşırı izin veren/sınırsız ebeveynlik biçimindeki artışın kopukluk şema alanı ve duygu düzenleme güçlüğü aracılığıyla sınırda kişilik belirti düzeylerini yordadığı görülmüştür. Yapılan analizler sonucunda elde edilen bulgular ilgili alanyazın ışığında tartışılmıştır. The aim of the current study is to examine the mediating role of early maladaptive schema domains and emotion regulation difficulties in the relationship between perceived parenting styles and borderline personality traits. The sample of the study consists of 292 participants between the ages of 20-40 who do not lose both of their parents during early childhood (0-6 ages) and do not have any psychological/psychiatric diagnosis. Young Parenting Inventory, Young Schema Questionnaire Short Form-3, Emotion Regulation Difficulties Short Form and Borderline Personality Inventory were used as data collection tools in the study. According to analysis results, the increase in perceived conditional/achievement focused parenting (maternal and paternal) predicted borderline personality traits through the mediation of disconnection and unrelenting standards schema domains and emotion regulation difficulties. Moreover, the increase in perceived maternal exploitative/abusive parenting predicted borderline personality traits through both directly and the mediation of disconnection schema domain while the increase in perceived paternal exploitative/abusive parenting predicted borderline personality traits also through emotion regulation difficulties in addition to schema domains. It has been understood the increase in perceived maternal overprotective/anxious parenting has a predictive role on the borderline personality traits through unrelenting standards schema domain and emotion regulation difficulties. Furthermore, perceived paternal restricted/emotionally inhibited parenting predicted increases in borderline personality traits through both directly and mediation of disconnection schema domain and emotion regulation difficulties. Finally, it was seen that perceived paternal over permissive/boundless parenting predicted borderline personality traits through disconnection schema domain and emotion regulation difficulties. The findings of the current study were discussed in the light of the literature.Item Alternatif elektrik alan kaynağının üretimi ve SH-SY5Y hücre yanıtlarının incelenmesi(Başkent Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, 2024) Eda Şevval, Aksan; İsmail Cengiz, KoçumKanser tedavisinde uygulanan geleneksel yöntemlerin sınırlı etkinliği ve ciddi yan etkileri, tedaviye yönelik potansiyel yaklaşımların araştırılmasını ve tedavi protokollerine dahil edilmesini gerekli kılmaktadır. Bu yaklaşımlardan en dikkat çekici olanı, orta frekanslı (100–500 kHz) alternatif elektrik alanların (AEA) kanser hücrelerinde anti-mitotik etkiler göstererek hücre bölünmesini engellemesi ve hücre ölümüne yol açmasıdır. Bu tez kapsamında, AEA kaynaklı bir in vitro maruziyet sisteminin tasarımı, üretimi ve hücre-alan etkileşiminin nöroblastoma hücrelerinde (SH-SY5Y) hücre kültürü ön testleri ile incelenmesi amaçlanmıştır. Bu amaçla, 100–500 kHz frekans ve 1,5–11,63 Vpk/cm genlik aralığında sinyaller üretebilen in vitro maruziyet sisteminin üretimi gerçekleştirilmiştir. Sistemin üretim aşamaları; alternatif elektrik alan kaynağının oluşturulması, homojen elektrik alan üretim devrelerinin tasarlanması ve elektrik alan doğrultusunun seçimi için gerekli devrelerin geliştirilmesini içermektedir. Daha sonra hücre kültürü ön testleri gerçekleştirilmiş ve SH-SY5Y hücrelerine, iki farklı yönde polarize olabilen (Kuzey-Güney, K-G; Doğu-Batı, D-B) alternatif elektrik alan (200 kHz, 2,13 Vpk/cm genlikte, 48 saat) uygulanmıştır. Hücre canlılığı test sonuçlarına göre, kontrol grubuna kıyasla, K-G grubunda %60,8 (p≤0,001) ve D-B grubunda %34 (p≤0,0001) oranında istatistiksel olarak anlamlı azalmalar tespit edilmiştir. Bu sonuçlar, optik mikroskop görüntüleri ile de doğrulanmıştır. Ayrıca, D-B yönünde uygulanan AEA’nın, K-G yönüne kıyasla hücre canlılığını daha fazla azalttığı tespit edilmiştir (p≤0,01). Bu bulgular, hücre canlılığı üzerinde uygulanan yönelime bağlı farklı etkilerin olduğunu göstermektedir. Sonuç olarak, tasarımı ve üretimi gerçekleştirilen alternatif elektrik alan sisteminin in vitro çalışmalarda etkin bir şekilde kullanılabileceği, hücre canlılık testleriyle doğrulanmıştır. The limited efficacy and serious side effects of conventional methods of cancer treatment necessitate the investigation of potential therapeutic approaches and their incorporation into treatment protocols. One of the most remarkable of these approaches is that mid-frequency (100-500 kHz) alternating electric fields (AEA) exhibit anti-mitotic effects on cancer cells, inhibiting cell division and leading to cell death. In this thesis, we aimed to design and fabricate an AEA-induced in vitro exposure system and to investigate the cell-field interaction in neuroblastoma cells (SH-SY5Y) by preliminary cell culture tests. For this purpose, an in vitro exposure system capable of generating signals with a frequency of 100-500 kHz and an amplitude range of 1.5-11.63 Vpk/cm was realized. The production stages of the system included the creation of an alternating electric field source, the design of homogeneous electric field generation circuits and the development of the necessary circuits for the selection of the electric field direction. Then, preliminary cell culture tests were performed and SH-SY5Y cells were exposed to an alternating electric field (200 kHz, 2.13 Vpk/cm amplitude, 48 hours) polarized in two different directions (North-South, N-S; East-West, D-W). According to the cell viability test results, statistically significant decreases of 60.8% (p≤0.001) in the N-S group and 34% (p≤0.0001) in the D-B group were detected compared to the control group. These results were confirmed by optical microscope images. It was also found that AEA applied in the D-B direction decreased cell viability more than in the N-S direction (p≤0.01). These findings indicate that there are different effects on cell viability depending on the applied orientation. In conclusion, cell viability tests confirmed that the designed and fabricated alternating electric field system can be effectively used in in vitro studies.Item Altın mikrofon yarışmaları ve Anadolu pop-rock(Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2024) Şenoğlu, Eser OytunOsmanlı İmparatorluğunda Yeniçeri Ocağının 1826 yılında kapatılıp yerine Batı usulünde bir ordu kurulmasıyla başlayan modernleşme sürecinin müzikte 1827 yılında Muzika-i Humayun’un kurulmasıyla başlamış olduğu söylenebilir. 1831 yılında ise askerî bandolara müzisyen yetiştirmek amacıyla Muzika-i Humayun Mektebi kurulmasına karar verilmiştir. Burada bir yandan eski fasılda (fasl- ı atik) eğitim verilirken bir yandan da yeni fasıl (fasl-ı cedid) içinde Batı müziği armonisi olan majör ve minör tonlara yakın sayılabilecek makamlarda repertuvar oluşturulmaya çalışılmıştır. Muzika-i Humayun Cumhuriyetin ilanına kadar aralıksız devam etmiştir. Müzikte modernleşme, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte yeni bir yola girmiştir. Burada düşünce temellerinin sahibi olan Ziya Gökalp hareket noktası olmuş, yenilikler özünde halk müziğini barındıran çok seslilik çerçevesinde yapılmıştır. Yapılacak olan yenilikler için “Türk Beşleri” olarak adlandırılan ( Ahmet Adnan Saygun, Cemal Reşit Rey, Hasan Ferid Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kazım Akses) müzisyenler yurt dışına eğitim almak için gönderilmişlerdir. İlk Operet olan Arif’in Hilesi ( 1874) ile başlayan; Cumhuriyet öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye ayrılan kantoların müziğe yansımasının temelinde yenileşme hareketi olduğu söylenebilir. 1960’lı yıllarda ciddi müzik olarak adlandırılabilecek senfoniler, operalar çalışılırken; popüler müzik alanında ise aranjman müzik dediğimiz müzik türü toplumda yer edinmeye başlamıştır. 1963 yılına gelindiğinde ise gelecekte Anadolu Pop-Rock olarak adlandırılacak olan halk müziklerinin yeniden düzenlenerek, Batı Pop-Rock müziği enstrümanlarıyla çalınmasıyla gerçekleşen müzik örnekleri çıkmaya başlamıştır. 1965 yılında ise Hürriyet Gazetesi tarafından başlatılmış olan Altın Mikrofon Yarışmaları Türkiye’deki popüler kültürü ve müzik hayatını derinden etkilemiştir. Popüler kültüre etkisi olan bu yarışmanın müziğe kazandırmış olduğu Cem Karaca, Moğollar, Erkin Koray gibi önemli müzisyen ve grupların etkileri hâlâ görülmektedir.Bu çalışmada 1965 ve 1968 yılları arasında yapılmış olan Altın Mikrofon Yarışmalarının Türkiye’deki müzik hayatında yapmış olduğu radikal değişim süreci ele alınmış ve ışık tutulmaya çalışılmıştır. Çalışma kapsamında gerçekleştirilen araştırma sonucunda bu yarışmaların Anadolu Pop-Rock tarzını geliştirmek ve popüler hâle getirmek amacını yerine getirdiği söylenebilir. Yarışma kapsamında halk oylaması ile dereceye girenlerin ülke genelinde ve dünyada tanınan ve sevilen sanatçılar olduğu ve ileriki yıllarda en iyi müzisyenler arasında yer aldığı görülmektedir. Altın Mikrofon Müzik Yarışmalarının Anadolu Pop-Rock etkisini arttırdığını ve geliştirdiğini çalışmanın sonucu olarak değerlendirebiliriz.It can be said that the modernization process in the Ottoman Empire started with the closure of the Janissary Guilds and the establishment of a western army in its place in 1826 which also catalyzed the modernization in music with the establishment of Muzika-i Humayun in 1827. In 1831, in order to train musicians for the new military's bands, it was decided to establish the School of Muzika-i Humayun. Alongside old era (fasl-ı atik) training, attempts were also made at creating a repertoire in the new era (fasl-ı cedid) style which included modes that can be considered close to the major and minor tones of western music harmony. Muzika-i Humayun continued uninterruptedly until the proclamation of the Republic. Modernization in music has entered a new path with the proclamation of the Republic. At this point, Ziya Gökalp's principles were embraced and innovations were made within the framework of polyphony, which essentially included folk music. For the innovations to be made, musicians later named as Türk Beşleri (Ahmet Adnan Saygun, Cemal Reşit Rey, Hasan Ferid Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kazım Akses) were sent abroad to study. With the arrangement and performance of polyphonic folk music, it was aimed to create a new "national music". This innovation movement could be acknowledged to be the foundation of the cantos divided as before the Republic which started with the first operetta, Arif'in Hilesi (1874) and after the Republic. In the 1960s, symphonies and operas, which were considered as serious music, were attempted, while in the field of popular music, a genre known as arrangement music began to take root in society. By 1963, examples of music performed through the reorganization of folk music and played with western Pop-Rock music instruments began to appear, which was later called Anatolian Pop-Rock. The Golden Microphone Competitions, which were initiated by Hürriyet Newspaper in 1965, deeply affected the popular culture and music life in Turkey. The effects of important musicians and groups such as Cem Karaca, Mongols, and Erkin Koray, who were brought to music by these competitions, still has visible impacts on popular culture. In this study, the process of radical change in the music scene during the Golden Microphone Competitions held between 1965 and 1968 in Turkey is discussed, aiming to shed light on this transformation. As a result of the research conducted within the scope of the study, it can be said that these competitions have achieved the goal of developing and popularizing the Anatolian Pop-Rock style. It has been observed that those who ranked high in the competition through public voting became such artists that were recognized and loved nationwide and worldwide, and they were counted among the best musicians in the coming years. As a result of the study, we can suggest that Golden Microphone Music Competitions increased and developed the Anatolian Pop-Rock influence.Item Amasra kültürüne özgü yemeklerin ortaya çıkarılması ve kayıt altına alınması(Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2023) Gündüz, Merve; Yılmaz, İlkayYöresel mutfak bulunduğu yörenin kültürü, deneyimi, geleneği, bitki örtüsü, coğrafi koşulları, tarım ve hayvancılık faaliyetlerindeki birçok farklılıktan etkilenmekte ve bu farklılıklar yöresel yemek kültürünün oluşmasına temel oluşturmaktadır. Bu kapsamda hemen hemen her yörenin kendine özgü yemek, yemek kültürü, sofra düzeni, pişirme araç-gereçleri kavramları gelişmiş ve sürdürülmüştür. Aynı yörenin mutfak kültürü geçmişten günümüze kadar yaptığı yolculukta pek çok toplumun etkisinde kalmış ve zamanla değişime uğramıştır. Bu değişimlerin kayıtlı olmaması yemek ve yemek kültüründe unutulan veya unutulmaya yüz tutmuş pek çok özgün tarifin oluşmasına sebep olmuştur. Bu bağlamda tariflerin kayıt altına alınması önem arz etmektedir. Amasra yöresinin düşünce, fikir, gelenek-görenek, toplum yapısı, göç alma durumu, beşeri yapı ve faaliyetler, bitki örtüsü, coğrafya, ulaşım, konum gibi etkenlerin hepsinin bütünleşmesiyle oluşmuş özgün yemeklerin ortaya çıkarılması ve kayıt altına alınması sağlanmıştır. Çalışmadan elde edilen veriler incelendiğinde; katılımcıların %100 ‘ü evlerinde yöresel yemekleri yaptıklarını ve tükettiklerini ifade etmektedir. Katılımcıların %5’i Amasra denilince aklına kara mancar yemeği geldiğini, katılımcıların %10’u Amasra denilince aklına Amasra salatası geldiğini, katılımcıların %85’i Amasra denilince aklına balık geldiğini ifade etmektedir. Çalışmanın amacı doğrultusunda Amasra’da yaşayan ve bu yörenin yemeklerini yapıp tüketen 20 kişi ile yüz yüze görüşmeler yapılmıştır. Elde edilen veriler betimsel analiz yöntemi kullanılarak incelenmiş ve ortaya çıkan sonuçlar derlenerek tarifler oluşturulmuştur. The local cuisine is affected by many differences in the culture, experience, tradition, vegetation, geographical conditions, agriculture and livestock of the region where it is located, and in these places, the main components are outside the local food culture. In this context, the concepts of food, food culture, table setting, cooking utensils unique to almost every region have been developed and maintained. The culinary culture of the same region has been under the influence of many societies in its journey from past to present and has changed over time. The fact that these changes are not registered has led to the formation of many original recipes that have been forgotten or are on the verge of being forgotten in food and food culture. It is important that these content descriptions are recorded. It has been ensured that the original dishes formed by the integration of all the factors such as thought, idea, tradition-custom, social structure, immigration status, human structure and activities, vegetation, geography, transportation and location of the Amasra region were revealed and recorded. When the data obtained from the study is examined; 100% of the participants state that they cook and consume local dishes at home. 5% of the participants think of black cabbage dish, 10% of the participants think of Amasra salad and 85% think of fish when Amasra is mentioned. In line with the purpose of the study, face-to-face interviews were conducted with 20 people living in Amasra who cook and consume the dishes of this region. The data obtained were analyzed using the descriptive analysis method and the results were compiled and the recipes were created.Item Anadolu'da halı dokuma geleneğinin çağdaşa aktarımı ve sürdürülebilirliği(Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2022) Serra, Oruç; Billur, Tekkök KaraözAnadolu; pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış çok zengin bir medeniyettir. Katman katman hikâyelerle bir bellek oluşturmuş, her gelene kucak açmış ve her gelenin getirdiklerini kendi potasında eritmiştir. Bugün yaşadığımız dünyada pek çok gelişmenin öncülleri Anadolu insanının yaratımlarıdır. Kökleri çok eskilere dayanan dokuma geleneği; bir izolasyon ihtiyacı olarak ortaya çıkmış insanoğlunun evrimleşmesiyle dokumalar çeşitlenmiş ve bugün halı, bir dekorasyon öğesine dönüşmüştür. Kadınlara atfedilen dokuma geleneği, kadının iç dünyasından sembollerle, anneden kızına aktarımla zenginleşerek bugünlere dek süregelmiştir. Tarihsel bir çizgi benimseyen bu araştırma, Neolitik Dönem’den bugüne dek dokumanın evrelerini incelemiş ve değerine farkındalık geliştirmeyi hedeflemiştir. Bu çalışma; önemli bir ticaret metası olmuş Anadolu halılarının dokunmasının neden sekteye uğradığını irdelemiş uzman, tasarımcı ve sanatçı görüşleri ile nasıl sürdürülebileceği konusuna öneriler getirmiştir. Önceki yapılan çalışmaların günceli yansıtmaması, dar kapsamlı olması saha araştırmasını gerekli kılmış bu nedenle koleksiyoner, esnaf ve Anadolu’da dokumayı sürdüren kişiler ile görüşmeler yapılarak bir sentez oluşturulmuştur. Bu anlamda güncelde bu işi sürdüren kişilerin tecrübeleri bir altyapı sağlamıştır. Gelişen teknoloji, önce yaşadığımız çevreyi değiştirmiş sonra yaşayan insanları dönüştürmüştür. El emeği ürünlere ilginin azalması el dokuması halı ve kilimlerin piyasa değerini azaltmış, ekonomik kazanç sağlayamayan dokuyucu kadınların üretme hevesini düşürmüştür. Benimsenen neoliberal ekonomi politikaları neticesinde bireyler üretkenliği bırakıp tüketici konumuna geçmişlerdir. Endüstriyelleşmenin hızı, aynı nesnelerden çoklu üretimlere olanak sağlarken yeni dünya insanının algısında halının yerini teknolojik aletler almıştır. Artık değer verilmeyen ve üretimi sekteye uğramış halılar; güncel sergi, bienal ve dijital işlerde karşımıza çıkar. Çağlar boyu dokuyan kişinin duygularına tercüman olmuş, toplumların hikâyelerini içinde barındırmış bu kadim geleneğin sürdürücüleri sanatçılardır. 21.yüzyılda insanın aidiyet hissiyatının metaforu olarak halı sanat piyasasına girerek bugün de toplumların sözcüsü olmaya devam etmektedir. Yitip gitmekte olan bu geleneğe çağdaş sanat ekseninden bir bakış açısı geliştiren bu çalışma bir farkındalık yaratarak yeni nesillere ilham kaynağı olmayı hedeflemektedir. Anadolu has a very rich history of about 12.000 years. It brings together every centuries cultural identity to create today’s heritage. In today’s world, what we see around and experience mostly is founded by Anatolian people in the early times. The weaving technology was firstly utilized as a need of insulation but then was developed as the technology was improved and today the carpets have become an important aspect of decoration. The role of weaving attributed to women as the symbols depicts with their inner world and emotions which show the state of the weaver. The tradition of weaving, has been transferred from mother to daughter through generations. This research is based on the history of weaving since Neolithic Era and how to create awareness on its value. This research draws a conclusion within the opinions of scholars and contemporary artists of how a tradition can be used in contemporary world within technology. The previous researches mainly focus on the traditional values thus field research became essential to analyze the current situation. Interviews conducted with the collectors, tradesman and Anatolian women who still continue weaving are the foundations of this thesis. The improving technology, first transforms our environment then changes human behavior. Lack of interest towards hand-made carpets and kilims and the diminishing economic value eventually caused women to stop weaving. After neoliberal economic policies have been adapted, individuals tend to become consumers and abandoned their productive skills. Industrialization provides to produce high volumes of the same product whilst sweeping away all the ancient values and traditions. Carpets used to be a symbol indicating the social class now this symbol is replaced by TVs and other technological items. It is been experienced that the carpets lost its origins and now only seen at the exhibitions, art shows and biennials. Carpets have been the translators of the history for generations and now the artists continue the value of this old tradition in their art practice. In the 21st Century, people need the sense of belonging more than ever. The carpets become the metaphor of this feeling and story of this century. This research aims to raise awareness on how this tradition loses its origins and forecast solutions through the contemporary art scene.Item Analysis of Turkish technology transfer offices’ impact on local economic growth: A quantitative approach(Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2023) Altay Oğulcan, Dalkılıç; Hakkı Okan, YeloğluSchumpeter'in de öne sürdüğü gibi, geçiş yaptığımız bilgi-tabanlı ekonomide inovasyon, ilerleme için çok önemli bir hal almıştır. İnovasyon ve ekonomik kalkınma arasındaki ilişki, birçok akademisyenin ve politika yapıcının odak noktası haline gelmiştir. İnovasyon ve kalkınma üzerine yapılan çalışma ve araştırmaların artmasıyla birlikte, sermaye ve yüksek vasıflı iş gücünü, inovasyonun tek belirleyicisi olarak gören bakış açısı solmuştur. İnovasyon süreci, ekonomik bir değer yaratmak için bilginin ticarileştirilmesini içerir. Son zamanlarda yapılan çalışmalar, inovasyon sürecinin mevcut bilgiyi yeniden birleştirmenin yanı sıra yeni bilgi üretmeye dayandığını da vurgulamaktadır. Bu nedenle, inovasyon yaratmayı artırmak için bilgiye dayalı bir ekonomide aktörler arasında bilgi paylaşımını desteklemek esastır. Literatürde, bilgiye dayalı bir ekonominin ana aktörleri, üniversite, sanayi ve devlet olarak tanımlanmaktadır. Çalışmamızın çerçevesini belirlemek adına Üçlü Sarmal Modeli çerçevesi izlenmiştir. Üçlü Sarmal Modeli, bu etmenler arasındaki etkileşimleri ve bilgiye-dayalı ekonominin dinamiklerini modelleyen teorik bir çerçevedir. İnovasyon ekosistemlerinde teknoloji transferine yönelik artan farkındalık, üniversiteleri sanayi ile işbirliğine aracılık etmek üzere Teknoloji Transfer Ofisleri kurmaya yöneltmiştir. TTO'lar, akademi ve endüstriyi bir araya getirerek ve bir bilgi brokeri gibi hareket ederek teknoloji transferini teşvik eder. Türkiye, bilgiye dayalı ekonomiye uyum sağlamak adına 1990'ların sonundan itibaren inovasyon ekosistemini geliştirmeye ve 2000'lerin başından itibaren de teknoloji transferi faaliyetlerine başlamıştır. Bu faaliyetlerin bir parçası olarak Türkiye genelinde çok sayıda TTO kurulmuştur. Bu çalışma, Teknoloji Transfer Ofislerinin şehir düzeyinde yerel ekonomik büyüme üzerindeki etkisine odaklanmaktadır. Koşullar şehirden şehre farklılık gösterdiğinden, kalkınmaya olan etkiyi belirlemek ve Türkiye’nin inovasyon ekosistemi için genellenebilir bir sonuca ulaşmak için bir dinamik panel veri analiz yöntemi olan iki yönlü iki aşamalı Sys-GMM yaklaşımı uygulanmıştır. Sonuçlarımız, TTO'ların pozitif ve istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi olduğunu göstermektedir. As Schumpeter argues, societies are transitioning into a knowledge-based economic system where innovation is crucial for progress. The relation between innovation and economic development has become the focus of many scholars and policy-makers. With the growing number of studies and research on innovation and growth, the perspective on innovation which considered capital and high-skilled labor as only determinants of innovation, has faded. The innovation process includes commercialization of knowledge to create an economic value. Recent studies emphasize that innovation process relies on producing new knowledge as well as recombining existing knowledge. Therefore, it is essential to support knowledge sharing between actors within a knowledge-based economy to increase innovation creation. Literature identifies the main actors of a knowledge-based economy as university, industry, and government. To define the framework of our study, we follow the Triple Helix Model. The Triple Helix Model is a theoretical framework that models the interactions between these agents and the dynamics of a knowledge-based economy. The growing awareness on the transfer of technology in innovation ecosystems led universities to establish Technology Transfer Offices to mediate collaborations with industry. By bringing together academia and industry and acting as a knowledge broker, TTOs encourage technology transfer. Turkey started improving its innovation ecosystem to adapt to knowledge-based economy in late 1990s and started its technology transfer initiatives in early 2000s. As a part of these initiatives, many TTOs were established all around Turkey. This study focuses on the impact of Technology Transfer Offices on local economic growth at city-level. Since the conditions differ from city to city, we follow a two-way two-step Sys-GMM approach, a dynamic panel data analysis method, to identify the impact and to reach a generalizable result for Turkish innovation ecosystem. Our results indicate that there is a positive and statistically significant effect of TTOs.