Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü / European Union and International Relations Institute
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11727/1391
Browse
14 results
Search Results
Item The student movement in Turkey: a case study of the relationship between (re)politicization and democratization(2019) Gencoglu, Funda; Bugra Yarkin, Derya; 0000-0001-8211-8624; AAR-7704-2020One particularly striking aspect of the global waves of social movements is the increasing politicization of youth, including students. Taking this as its starting point, this article discusses what the politicization of youth could mean for democracy and democratization in Turkey. This is important because, especially since 2011, Turkish politics has been dominated by debates concerning authoritarianization. Focusing on the largest student organization in Turkey, the Student Collectives (SC), this article shows that the relationship between politicization and democratization is more complicated than at first sight. Some aspects of the student movement in Turkey suggest it is an important moment of democratization in Turkey while other aspects arouse scepticism. Three crucial indicators of a movement's democratic potential are whether it attends to deciphering the existing constellation of power relations, reflects on the possibility of installing a counter-hegemony and gives importance to collective identities. However, the SC's potential democratic contribution is weakened by its conceptualization of democratic struggle in terms of antagonism rather than agonism through 'moralizing' politics. Moreover, its reluctance to engage with institutions of representative democracy further complicates the matter. The main contribution of this study is its discussion of various forms of politicization and their possible effects on democratization; and to give some clues to the activists of different social movements that can be helpful in their self-reflection.Item Avrupa kimliği inşa süreci ve Türkiye - AB ilişkileri(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2019) Kılıç, Aylin; Şenses Özcan, NazlıTürkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler, 1959 yılında Türkiye‟nin gerçekleştirmiş olduğu ortaklık başvurusu ile Soğuk Savaş dönemi içerisinde başlamıştır. “Güvenlik kaygısının” hakim olduğu bu dönemde taraflar arasındaki ilişkilerin olumlu bir çerçevede ilerlediği görülmektedir. Ancak, Soğuk Savaş dönemi tehditlerinin ortadan kalkması ve bütünleşme hareketi içerisinde “Avrupa kimliği” inşasının başlaması ile tarafların birbirini tekrar tanımladığı ilişkilerin ilk dönemindeki olumlu atmosferin ortadan kalktığı görülmektedir. Ortaya çıkan bu yeni bağlamda, Türkiye‟nin Avrupa Birliğine üyeliği hususunda “kimlik” temelli tartışmalar gündeme gelmeye başlamıştır. Soğuk Savaş sonrası uluslararası ortamda değişen güvenlik anlayışı ve 11 Eylül ile oluşan “İslami terör” algısı Avrupa‟da Müslümanları ötekileştirmiştir. Sonuç olarak “kimlik” temelli tartışmalar artmış ve bu da Türkiye ve AB arasındaki ilişkileri etkilemiştir. Buradan yola çıkarak, bu tez çalışmasında AB içerisinde Avrupa kimliği inşası ile birlikte ortaya çıkan “kimlik” temelli tartışmaların Türkiye - AB ilişkilerine yansımaları incelenmiştir. “Kimlik” temelli tartışmalar Türkiye‟nin Avrupa Birliği'ne üyeliğinin önünde bir engel teşkil etse de söz konusu bu engellerin, ilişkilerin karşılıklı olarak tekrar inşa edilmesi ile birlikte aşılabileceği vurgulanmıştır. The relations between Turkey and the European Economic Community started with Turkey's membership application in the Cold War era in 1959. Throughout the Cold War period, when security concerns were the main factors determining the nature of the relationships, the relations between the parties had progressed in a rather positive framework. But, after the Cold War, when threats were off the table and the process of reconstructing the "European Identity" has started, Turkey and the EU re-identified each other, and the previous positive framework disappeared. In this new context, identity-based discussions have developed in relation to Turkey's possible membership. With a new understanding of security in the international context after the Cold War, and a perception of "Islamic terror" after the 9/11 have marginalized Muslims in Europe. As a result, identity-based discriminatory remarks have increased and this has influenced also the relations between the EU and Turkey. Following that, this thesis analyses the ways in which the identity-based arguments resulting from the construction of European Identity is reflected in the relationships between the EU and Turkey. It is highlighted that, although the identity-based remarks provide an obstacle before the membership of Turkey, these identity-based obstacles can be removed if the relationships are mutually reconstructed.Item Soğuk savaş döneminde İran ve Türkiye'nin dış politikasındaki ittifak tercihleri: Benzerlikler, farklılıkları(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2019) Altınörs, Mehmet Nur; Güngör, UğurUluslararası ilişkiler ve politikada ittifak önemli bir kavramdır. İki ülke veya ülkeler arasında yapılan ittifak örneklerinin tarih boyunca görülmesine karşın ittifak teorilerinin ortaya atılması ve ilgi görmesi 2.Dünya Savaşı sonrasına rastlar. İttifaklar kısaca gerçek veya algılanan tehdit karşısında başta güvenlik endişesi olmak üzere ülkelerin başka devlet veya devletlerle yapmış olduğu resmi birliktelikler olarak bilinir. İran ve Türkiye değişik isimler ve rejimler altında Ortadoğu coğrafyasında yüzyıllardır etkin rol oynamış önemli iki ülke ve iddialı bölgesel güçler olarak tarih sahnesinde kendisinden bahsettirmişlerdir. İnsanlık tarihinin en kapsamlı, can ve maddi kayıplar bakımından en tahripkar savaşı olan 2.Dünya Savaşı sonrası başlayan dönem “Soğuk Savaş” olarak isimlendirilir. ABD’nin liderliğinde kapitalist-liberal Batı bloğu ve SSCB’nin liderlik yaptığı sosyalist-doğu bloğu olmak üzere iki kutuplu bir politik ve ideolojik dünya sistemi başlamış oldu. Soğuk Savaş tüm Ortadoğu'da yaşanmış olmasına karşın en çok etkilenen iki ülke Türkiye ve İran olmuştur. SSCB ve Varşova paktının 1990 yılında başlayan dağılma süreci Soğuk Savaşın sonunu oluşturmuştur. Kısaca 1945-1990 yıllarını kapsayan bu dönemde ülkeler kendilerini bloklardan birisi içinde yer almaya adeta zorunlu hissetmişlerdir. İran tercihini Batı bloğundan, özellikle ABD’den yana kullanmıştır. Soğuk savaşın önemli bir kısmında Rıza Şah Pehlevi ülkeyi yönetmiştir. Rıza Şah Pehlevi’nin liderliğindeki otoriter monarşi birbirine ideolojik olarak çok zıt grupların ortak düşman Şah karşısında birleşmesine neden olmuştur.Bu güçler Şahlık rejimini devirmiştir. Sonrasında ise 20. yüzyılın en önemli değişimlerinden sayılan İslam Cumhuriyeti kurulmuştur. Soğuk Savaşın son çeyreğinde İran’da çok farklı bir ideoloji ve dış politika egemen olmuştur.Yeni kurulan dini referanslı rejim Orta Doğu coğrafyasında ve belli ölçüde küresel düzeyde ciddi politik değişikliklere ve yeni denge hesaplarına yol açmıştır. Türkiyee İran'a benzer şekilde Ortadoğu'nun güçlü ve iddialı bir ülkesidir. Batı bloğunun askeri kanadını oluşturan NATO'nun tek Müslüman ülkesi olarak Soğuk Savaş döneminin önde gelen ülkelerinden olmuştur. Türkiye Batı bloğu lehine tercihini kullanmıştır.Tezin sorunsalı Batı bloğunda yer almak yönünde verilen kararın her iki ülke bakımından iç ve dış nedenlerini,Soğuk Savaş'ın ileri yıllarındaki değişimlerin nedenlerini, bütünüyle Soğuk Savaş döneminin fayda ve zararlarının başta neorealist teori olmak üzere diğer teroilerinde katkısıyla değerlendirilmesini yapmaktır.İki ülkeyi kıyaslayarak bu konuda yapılmış literatürde az çalışma olduğundan bir katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Alliances are important elements of international relations and politics. Many examples in history have been observed although alliance theories have been proposed and gained attention following World War II. Alliance theories are dominated to a great extent by realist and neoreliast schools of thought. Alliance is basicly known as a response to real or perceived threat to the security of the nation. Alliances may be established either between two states or between groups of states depending upon the circumstanes. They may be formal or informal. Iran and Turkey have been neighbours for centuries and are important actors in Middle East. They both have searched for power and influence in their region. Their mutual relations have fluctuated depending upon domestic affairs and international politics. The end of II. World War, the most devastating war in human history, marked the beginning of a new era in international arena named as “Cold war”. The international political system was divided into two camps under the leadership of United States of America and Soviet Union. United States of America represented the democratic, liberal western bloc while the Soviets represented the socialist eastern bloc.This bipolar system eventually urged countries to make alliances with either of the blocks. Cold war lasted until 1990 when Soviet Union and the Warshaw pact disintegrated which marked the fall of Communist ideology. Iran and Turkey, with similar and reasonable drives preferred to make alliances with western block. Their main concern was to protect their territorial integrity and defend their countries against overt Soviet threat. This threat had historical roots as well as the diplomatic and military initatives taken by USSR during the years of II. World War. During the cold war period both Iran and Turkey suffered from isolation as an inevitable consequence of extreme dependence on west and in particular to USA. Their experience derived from the events and relations of the cold war, Iran and Turkey prompted to revise their international relations and follow relatively multidimensional policies. The detant policy among the two blocks in the following years of cold war faciliated such a limited shift in the international relations of Turkey and Iran. The relations of Iran with USA and other western countries have influnced her relations with Turkey while the reverse is also valid. This thesis aims to analyze the reasons of the alliances of Iran and Turkey during the cold war, pros and cons of their alliances, the events of the cold war, and results of their choices.Search of the literature has revealed not enough studies comparing the two nations during cold war.In that respect contribution to the literature is expected.Item Yeni muhafazakârlar, Irak savaşı ve islamofobi(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2019) Güler, Muhammed Çağrı; Çınar, MenderesABD’deki Yeni Muhafazakarlara göre; Birleşik Devletler Soğuk Savaştan sonra gücünü korumak için yeni bir düşman yaratmak zorundaydı. İhtiyaç duyulan düşman ise diktatör rejimlerin güvenlikçi dış politika algısıyla tehdit olarak görülmesiyle doldurulmuştur. Francis Fukuyama’nın 1989 ve 1992 tarihlerinde ürettiği ‘Tarihin Sonu’ tezi ilk etapta artık düşmanın kalmadığına işaret ederken, demokrasi vurgulu bu yönelim, liberal demokrasiye sahip olan devletler ile diğerleri arasında karşıtlık oluşturmuştur. Fukuyama’nm ürettiği bu çalışma otoriter rejimlerin Yeni Muhafazakarlar tarafından düşmanlaştırılmasına yol açabilecek zemini hazırlamıştır. Samuel Huntington 1993 ve 1996 yıllarında yayımlanan eserlerinde Dünya’yı Batı, Konfuçyüs, Japon, İslam, Hint, Latin Amerika ve Afrika olmak üzere yedi farklı medeniyet temelinde ele almıştır. Huntington, savaşların kültürler arasında gerçekleşeceğini öne sürmüş ve aynı zamanda Hristiyanlık ve İslam arasındaki savaşın hali hazırda başlamış olduğundan bahsetmiştir. Sonraki süreçte Yeni Muhafazakarlar, 11 Eylül öncesinde Çin ve İslam Coğrafyasını Batı’mn karşılaşabileceği en büyük tehlike olarak adlandırmış, 11 Eylül 2001 terör saldırıları sonrasında oryantalist ve güvenlikçi bir dille Müslüman Ortadoğu coğrafyasına odaklanmıştır. Bu zeminde “Radikal İslam” ve “İslami/İslamcı” söylemlerinin yükselmesi, Batı toplumu üzerinde korku etkisi yaratmıştır. Bu çalışma; Yeni Muhafazakarların 11 Eylül 2001 terör saldırılarından 10 yıl öncesine ve 10 yıl sonrasına odaklanarak “söylem”, “karşıtlık oluşturma” ve “şarkiyatçı” kavramlarının bir iktidar pratiği olarak düşman yaratma üzerindeki etkilerini anlaşılır kılmakta ve Yeni Muhafazakarların dış politikadaki güvenlikçi yaklaşımlarım ele almaktadır. According to the New Conservatives in the United States, after the Cold War, the United States had to create a new enemy to maintain its power. The required enemy was fılled with the perception of dictatorial regimes as a threat to security policy. While Francis Fukuyama's The End of History thesis in 1989 and 1992 points out that there is no longer an enemy in the first place, this emphasis on democracy has created a contrast between the States that have liberal democracy and others. This work produced by Fukuyama provided the hasis for the hostility of authoritarian regimes by the New Conservatives. Published in 1993 and 1996, Samuel Huntington explored the world on the basis of seven different civilizations: West, Confucius, Japanese, İslam, Indian, Latin America and Africa. Huntington argued that wars would take place between cultures, and at the same time mentioned that the war between Christianity and İslam had already begun. In the following process, the New Conservatives called China and Islamic Geography the greatest danger that the West could face before September 11, and after the September 11,2001 terrorist attacks, they focused on the Müslim Middle East with an orientalist and security language. On this basis, the rise of the “Radical İslam” and “Islamic / Islamist’’ discourses had a fear effect on Westem society. This work, focuses on the Neo-Conservatives, to understand the effects of “discourse”, “binary opposition” and “orientalisf ’ concepts on creating enemies as apower practice after ten years before and ten years after ffom September 11, 2001 terrorist attacks and the New Conservatives' approach to security in foreign policy.Item Türkiye doğal gaz piyasasının liberalizasyon hedefi özelinde Türkiye-Avrupa birliği ilişkileri(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2019) Soruş, Gökhan; Mercan, Süleyman SezginDoğal gaz günümüz dünyasında önemli bir enerji emtiası olarak hayatımızın her alanında kullanılan bir ürün haline gelmiştir. Halihazırda, küresel birincil enerji talebinin %22’si doğal gazdan karşılanmaktadır. Bu nedenle, doğal gazın tüm dünyada, makul fiyatlardan tüketicilerin kullanımına sunulması son derece önem arz etmektedir. Türkiye’nin genel enerji dengesine bakıldığında, doğal gazın ülkemiz birincil enerji talebi içerisindeki payının dünya ortalamasının 10 puan üzerinde, %32 olduğu görülmektedir. 2000 yılında 15 milyar metreküp/yıl (bcma) gaz tüketen ülkemizin talebi, 2018 yılında 50,3 bcma seviyesine ulaşarak 3 kattan fazla artış göstermiştir. Bir çok parametrenin baz alınarak oluşturulan farklı senaryolar da dahi, önümüzdeki süreçte de ülkemizin doğal gaz talebinin artış eğilimini koruyarak 2030’da 65 ila 75 bcma arasında gerçekleşeceği sonucuna ulaşılmıştır. Bu durum, doğal gazın gelecekte de ülkemiz için en önemli enerji kaynaklarından birisi olacağını ortaya koymaktadır. Küresel trendler göz önünde bulundurulduğunda, orta gelir tuzağından kurtulmak başta olmak üzere, ülke ekonomimizin sürdürülebilir kalkınma prensipleri açısından gelişimini temin edebilmek adına doğal gazın uygun fiyatlarla sürekli olarak arz edilmesinin temini ekonomi ve enerji güvenliğimiz açısından olmazsa olmaz bir husus olarak ortaya çıkmaktadır. Ülkemizde bir doğal gaz ticaret merkezinin (trading hub) kurulması yönünde gerçekleştirilecek çalışmalar ve atılacak adımlar bu bağlamda son derece önemlidir. Natural gas has become a product used in every area of our lives as an important energy commodity in today's world. Currently, 22% of global primary energy demand is met by natural gas. Therefore, it is of utmost importance that natural gas is available to consumers around the world at reasonable prices. Referring to Turkey's general energy balance, the share of natural gas in our country's primary energy demand is 10 points above the world average and appears to be 32%. Demand of our country, which consumed 15 billion cubic meters/year (bcma) in 2000, reached 50.3 bcma in 2018 and increased more than 3 times. It is concluded that natural gas demand of our country will continue to increase between 65 and 75 bcma in 2030 by keeping the increasing trend in the coming period in different scenarios based on many parameters. This situation reveals that natural gas will be one of the most important energy sources for our country in the future. Considering global trends, in order to ensure the development of our country's economy in terms of sustainable development principles, especially in order to avoid the middle income trap, the provision of continuous supply of natural gas at reasonable prices emerges as a sine qua non for our economy and energy security. The studies and steps to be taken to establish a natural gas trading center in our country are extremely important in this context.Item Türkiye'de radikal demokrasi pratiği üzerine: kadın hareketi karşı-hegemonya kurabilir mi?(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2019) Gündüz, Melisa; Gencoglu Onbası, FundaBu çalışma, özünde, Türkiye’de bir karşı hegemonyanın olabilirliği sorusundan hareket etmekte ve bu bağlamda Türkiye’de farklı toplumsal talepler arasında agonistik eklemlenmenin kurulmasıyla ilgilenmektedir. Daha özel olarak ise Türkiye’deki kadın hareketinin böyle bir (potansiyel) eklemlenmeye bakış açısını ve böyle bir eklemlenmede kendine biçtiği rolü anlamaya çalışmaktadır. Araştırma “bugün bulunduğu konumda güçlü bir tepki mekanizması oluşturabilen kadın hareketi karşı hegemonyanın kurucu aktörü olabilir mi?” sorusu temelinde tartışılmıştır. Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau’nun radikal demokrasi perspektifinden Türkiye’de kadın hareketinin bugün bulunduğu noktaya ve gelişimine bakarak gelecekteki konumuna dair değerlendirmelerle birlikte, mevcut hegemonyayı oluşturan iktidar ilişkileri ve kadın hareketinin bu ilişkiler ağı içerisindeki konumu ve onları kavramsallaştırma biçimi/biçimleri incelenmiştir. Radikal demokrasinin kuramsal çerçevesine bakıldığında, Türkiye’deki eklemlenme aktörlerinden birisinin kadın hareketi olabileceği bir gerçektir. Bunun en önemli sebebi, Türkiye’de kadın hareketinin köklü, kitleselleşmiş, örgütlü ve teori ile pratiği birbirine eklemlemeye çok önem veren bir hareket olmasıdır. Bunun yanında feminist hareket içerisinde özellikle 1960’lı yıllardan itibaren önemli yer tutmaya başlayan kesişimsellik (intersectionality) kavramı da kadın hareketini bu bağlamda ele almamız için bir başka neden oluşturmuştur. Bu nedenle kadın hareketinin radikal demokraside eklemlenme ve agonistik bir demokraside karşı-hegemonya kurabileceği ihtimalinin düşünülmesi gerekmektedir. Kadınların, hayatlarına damga vuran cinsiyet eşitsizliğinin ve ötekileştirme/dışlama/ikincilleştirme pratiklerinin ırklarına ve sınıflarına göre şekil ve içerik değiştirdiğini fark etmesiyle, aslında bunların baskı, sömürü ve ayrımcılık şeklinde sosyo-politik meseleler olarak ele almaları kadın hareketinin seyrini değiştirmiştir. Bu çalışmada kullanılan teorik çerçeveye göre de hegemonya farklı toplumsal talepler arasında, mevcut hegemonya karşısında bir eşdeğerlik zinciri kurulmasıyla mümkündür. Dolayısıyla bu anlamda da karşı hegemonya tartışmasını kadın hareketi üzerinden yürütmek anlamlıdır. This research problematizes the possibility of a counter hegemony in Turkey and it is interested in understanding the capacity of the women’s movement in Turkey in leading an agonistic articulation between different social demands. Research in this study revolves around the following question: Could women’s movement which has a strong reaction mechanism be constituent actor of counter-hegemony?” So, it tries to understand how women’s movement in Turkey conceptualizes the existing power relations that constitute the current hegemony. In that respect, women’s movement in Turkey is assessed from the perspective of radical democracy theory of Chantal Mouffe and Ernesto Laclau. The main argument of this thesis is that when looked from the perspective of radical democracy theory, women’s movement appears as having a considerable potential of deciphering the existing hegemony and also articulating the social demands which exclude and are excluded by the hegemony in Turkey. The main reasons behind this argument are the women’s movement’s deep-rooted history, its openness to combine theory with practice/action, and the notion of intersectionality which has had a place in women’s movement since the 1960s. Throughout its long history, women’s movement in different parts of the world has raised an awareness as to the fact that gender inequality and inequalities stemming from class, race and ethnic and religious identity are not disconnected. To the contrary, different practices of marginalizing and externalizing are closely related to each other. They realized that these were all socio-political issues and acts of oppression, exploitation and discrimination. Subsequently, this recognition shifted the focal point of women’s movement. The light of all these insights gave us a vision about women’s movement in Turkey regarding its counter hegemonic capacity vis a vis the existing neoliberal conservative hegemony. According to the theoretical framework of this research, counter-hegemony is only possible if there is an equivalence in different social demands of social identities opposing to the existing hegemony. Hence it is significant to carry out a research about the counter-hegemony argument in the women’s movement.Item Nuclear wıll of north korea: An Exceptıonal case of deterrence strategy(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2018) Koçtaş, Görkem; Karadağ, HalukAs being state who gained the most attention from all over the world, North Korea has been one of the unique countries which international system has ever seen. With her sole and unparalleled Juche regime which emphasizes on government’s self-reliance policy and unpredictable leaders, North Korea has not ceased her dedication to develop nuclear weapons. Since her establishment in 1950 with Korea War and also with 38th Parallel, Democratic People’s Republic of Korea have been trying to enhance her military, economy, industry and also mass weapons of destruction programme. With Union of Soviet Socialist Republics assistance, North Korea was able to start her Nuclear Weapon programme by saying that it was for peaceful uses in 1980. However, her abrupt development and receiving aid from the Soviet Union disturbed USA and European countries. Therefore, North Korea signed Treaty on the Non-Proliferation of Nuclear Weapons in 1993 but she said that she withdrew from the agreement which led first North Korea Nuclear crisis to break out. Although USSR(Union of Soviet Socialist Republics) was collapsed in 1991, North Korea has not left her devotion to nuclear weapons. With her new leader, Kim Jong Un who took power from his father’s abrupt death in 2011, have been aggressive for developing and testing mass weapons of destruction. Since 2009, North Korea made her first missile test in 2012 which was done successfully. Thus, North Korea has become a serious threat which could cause a major effect with her missiles in the international area. North Korea’s possession of nuclear weapons gives concern to her neighbours and also USA who she designated as her archenemy. With President Donald Trump’s inauguration and his words of “ bring Fire and Fury” to Northern part of Korean peninsula, made two state’s relationship to be conflicted. However, relations of USA and North Korea have been strained ever since. DPRK(Democratic People’s Republic of Korea) knows that USSR possessed mass weapons of destruction and used them as deterrent strategy. And she challenged the USA with those weapons. Thus, North Korea, with her nuclear power, she is able to maintain her unique Juche regime as well as her politics both inside and outside without any state especially USA to interfere. Therefore, by using nuclear weapons programme as a deterrence strategy, North Korea have been advancing in her programme and continuing to challenge USA and other states with her mass weapons of destruction. Under the question of why North Korea is willing to develop and possess nuclear weapons and in order to answer and defend thesis question, case study approach is used which approaches a problem with different angles. As the thesis qualitative one, two results were reached. The first result for North Korea’s and the second result for other state’s. For the first result, it is indicated that North Korea is aware of her unique and unparalleled regime and therefore, in order to avoid USA and also other states to interfere her politics and destroy her regime, she uses nuclear weapons a deterrence tool. Accordingly, North Korea needs mass weapons of destruction in order to support her regime, economy and future of her country. For the second result, all of the states have their reasons for North Korea in terms of mass weapons of destruction. However, they all compromise on one thing: They do not want North Korea to be threat to whole world. In addition, they are against proliferation of nuclear weapons. Because in the past, Second World War set an example of a nuclear war which could only bring chaos, millions of casualties. Therefore, states are against North Korea’s ambition to develop mass weapons of destruction. Although they are trying to stop her with sanctions by the United Nations, North Korea does not seem to give up her nuclear weapons yet. Dünyanın en fazla ilgi gören devletlerin biri olan Kuzey Kore, uluslararası sistemin tanık olduğu eşsiz ülkelerden biri olmuştur. Benzersiz Juche rejimi ve eşsiz liderleri ile, Kuzey Kore nükleer silah geliştirme konusundaki kararlılığını hala devam ettirmektedir. 1950'de Kore Savaşı ve 38. Paralel ile kuruluşundan bu yana, Kuzey Kore askeri alandaki kitle imha silahlarını geliştirmeye çalışmaktadır. SSCB’nin yardımı ile Kuzey Kore, Nükleer silah programını 1980'de barışçıl kullanımlar için olduğunu söyleyerek başlatabilmiş ancak, almış olduğu söz konusu yardım ABD ve Avrupa ülkelerini rahatsız etmiştir. Bu nedenle Kuzey Kore 1993 yılında Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması'nı imzalamaya zorlanmış, daha sonra anlaşmadan çekildiğini söylemiştir. Her ne kadar 1991'de SSCB çökmüş olsa da, Kuzey Kore nükleer silahlara olan bağlılığını bırakmamıştır. 2011'de babasının ani ölümü yüzünden liderliği devralan yeni lider, Kim Jong Un, kitle imha silahlarını geliştirmek ve test etmek konusunda babasından ve büyükbabasından daha saldırgan bir politika takip etmiştir. Kuzey Kore, 2009 füze testlerinden bu yana, 2012’de füze denemesini başarıyla tamamlamıştır. Böylece, Kuzey Kore , uluslararası sistemin önünde, nükleer füzeleri ile devletler için büyük tehdit haline gelmiştir. Kuzey Kore’nin baş düşmanlarından biri olarak saydığı ABD de, Kuzey Kore’nin nükleer güce sahip olmamasını isteyen ülkelerdendir. Donald Trump’ın ABD başkan olmasıyla ve Kore yarımadasının Kuzey kısmına “ateş ve öfke sözleriyle, iki devletin ilişkileri daha da kötüleşmiştir. Ancak, her iki ülkenin ilişkileri gerginleşse de , Kuzey Kore, kitlesel imha silahlarını ABD ve müttefiklerine caydırıcı bir etken olarak kullanmaya devam etmektedir. Kuzey Kore, zamanında SSCB'nin nükleer silahlara sahip olduğunu ve bu füzelerle ABD'ye meydan okuduğunu ve hatta bunları bir caydırıcı etki olarak kullandığını bilmektedir. Nükleer silah programını caydırıcı bir strateji olarak kullanan Kuzey Kore, kitlesel imha silahlarını geliştirmeye ve ABD ve diğer devletlere de kafa tutmaya devam etmektedir. Kuzey Kore, nükleer füzelerinin verdiği caydırıcılık avantajı ile diğer ülkeleri özellikle ABD’yi kendi iç ve dış politikasından uzak tutabilmeyi başarmıştır. Kuzey Kore neden Nükleer silahlanmayı geliştirmek ve sahip olmak istiyor soru altında, Vaka çalışması yaklaşımını kullanarak sorumu cevaplamaya çalıştım. Vaka çalışması yaklaşımı, bir problemi farklı açılardan inceler ve bu tez de nitel bir tez olduğu için bu tekniğin uygun olduğu düşünülmüştür. Tezde iki sonuca ulaşılmıştır: İlk sonuç Kuzey Kore için, ikinci sonuç ise diğer devletler içindir. İlk sonuçta, Kuzey Kore’nin, eşsiz ve rakipsiz rejimin farkında olduğu ve herhangi bir müdahaleyi, özellikle ABD ve diğer devleti engelleyebilmek için nükleer silahlarını caydırıcılık aracı olarak kullandığı noktasına ulaşılmıştır. Bu yüzden de Kuzey Kore’nin, rejimi, ekonomisi ve geleceği için nükleer güce ihtiyacı vardır. İkinci sonuç için ise, bütün devletlerin nükleer silahlanma hakkında Kuzey Kore karşı nedenleri olduğu belirtilebilir. Lakin, bütün devletlerin ortak bir görüşü var: Kuzey Kore dünyaya bir tehdit olmamalı ve nükleer gücü yayılmamalı. Çünkü İkinci Dünya Savaşı, nükleer savaşın sadece kaos, milyonlarca ölüm getirmesine örnek teşkil etmiştir. Bu yüzden, devletler Kuzey Kore’nin kitlesel imha silahlarını geliştirme ve sahip olma hırsına karşı çıkmaktadırlar. Birleşmiş Milletler tarafından uygulanan yaptırımlarla Kuzey Kore durdurulmaya çalışılmaktadır, ama Kuzey Kore, nükleer silahlanmayı bırakacak gibi de gözükmemektedir.Item Türkiye’de Neoliberal – muhafazakâr politikalara kısmi rızanın serüveni: 2002- 2017(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2017) Akdemir, Ahmet; Oğuz, ŞebnemTürkiye son 15 yıldır Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) tek başına iktidarda olduğu, neoliberal politikaların hâkim olduğu ve neoliberal politikaların bir sonucu olarak, işsizlik, özelleştirme, piyasalaştırma, sendikal hak ihlalleri, güvencesizleştirme, esnekleştirme uygulamalarının yoğunlaşmaya başladığı bir dönüşüm sürecinden geçmektedir. Bu çalışma, neoliberal dönüşümün siyasi aktörü olarak AKP’nin katıldığı her seçimde oy oranını nasıl artırdığı ve bağımlı sınıfların rızasını nasıl devşirdiğini anlamayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda birinci bölümde neoliberalizm, muhafazakarlık ve hegemonya teorileri ekseninde kuramsal çerçeve oluşturulmuştur. İkinci bölümde AKP’nin doğuşu ve iktidar oluşuna katkı sağlayan tarihsel dinamiklerden bahsedilmektedir. Üçüncü bölümde AKP hükümetinin iktidar dönemleri hegemonya sorunsalı çerçevesinde incelenmiştir. Dördüncü ve son bölümdeyse AKP’nin hegemonyasını hangi yöntemlerle yeniden ürettiğini anlamak açısından neoliberal popülizm çerçevesinde eğitim, sağlık, sosyal yardımlar ve AKP-örgütlü emek ilişkisi incelenmektedir. AKP’nin İslami öğelerle süslenmiş neoliberal popülizmi, neoliberalizmin açtığı yaraları bu politikalarla hafifletilmiş ve görünmez kılmış ve hegemonyanın tekrar üretilmesinde kilit bir işlev üstlenmiştir. For the last 15 years Turkey has been undergoing a transformation process in which Justice and Development Party (JDP: AKP) has been in power alone, neoliberal policies dominates, and as a consequence of the neoliberal politics unemployment, privatization, marketization, violation of union rights, precarity, and flexibility of labor have begun to be intensified. The purpose of this study is to understand how AKP, as the political actor of the neoliberal transformation, has increased its votes in every election and how it has gathered the consent of dependent classes. In this context, in the first section of this study, a theoretical framework is formed on the axis of the neoliberalism, conservatism, and hegemony theories. In the second section, the origins of AKP and historical dynamics which contribute to its era are described. In the third section, the era of AK Party government is examined in the framework of hegemony problematic. In the fourth and the last section, regarding understanding how AKP has regenerated its hegemony; education, health, social policies, and AKP’s relationship with organized labor are examined in the framework of neoliberal populism. AKP’s Islamic-oriented neoliberal populism has moderated the social costs of neoliberal policies and made them invisible, so it has played a key role in the reproduction of hegemony.Item Avrupa Birliği güvenlik ve terör(Başkent Üniversitesi Avrupa Biriliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2015) Şahinoğlu, Sinem; Çağlar, AliBu çalışmanın amacı Avrupa Birliği’nde terör, terörizm ve güvenliğin araştırılmasıdır. Terörizm, tüm dünyayı şiddet ve korku yayarak tehdit eden bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünyanın büyük bir bölümünde olduğu gibi, Avrupa Birliği de bu tehdit unsuru ile savunma ve güvenlik politikaları oluşturarak başa çıkma yoluna gitmiştir. Jean Monnet ve Robert Schuman tarafından Konfederal bir Avrupa fikrinin ortaya atılmasından günümüze kadar Avrupa Birliği önce ekonomik, daha sonra ise siyasal bir yapı oluşturmaya çalışmıştır. Siyasal yapı içerisinde Avrupa içerisinde oluşturulmuş, Birliğin güvenliğini sağlayabilecek kuruluşlara gereksinim duyulmuştur. Güvenlik ve savunma çalışmaları, Avrupa Ordusu fikrinin hayata geçirilmesini takiben başlamış, Avrupa Savunma Topluluğu ve Batı Avrupa Birliği düşünceleri ile gelişmiştir. Avrupa sınırları içerisinde teşkilatlı bir bütünlük sağlanamaması nedeniyle savunma fikrini politika olarak benimseme yoluna gidilmiş ve bu amaçla çalışmalar yapılmıştır. Terörizm, tüm devletler, etnik yapılar ve toplumun tamamını tehdit eden çok önemli bir sorundur. Avrupa Birliği gibi hem nitelik hem de nicelik açısından giderek genişleyen bir yapının terörle mücadele konusunda sınırlayıcı tedbirler alması gerekmektedir. Uzun süredir söz konusu olan sınırların olmaması durumu ve serbest dolaşımın rahatça yapılması terörizmi tetikleyen unsurlar olmakla birlikte, Avrupa Birliği 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletlerin’de yaşanan terörist eylemler ile birlikte terörle mücadele politikalarına önem vermiş, bu konudaki girişimlerini olması gerektiği düzeye taşımak için çalışmalarına başlamıştır. The main aim of this study is to investigate terror, terrorism and security in the European Union. Terrorism appears as a problem that threatens the whole world by spreading violence and fear. Like in most of the world, European Union tries to cope wıth this threatening factor by constituting defence and security policies. The idea of a Confederal Europe was put forward by Jean Monnet and Robert Schuman in the 1960s. Since then Europe has completed it’s economic integration to the track of political integration. European political integration requires institutions that could provide security. Defence and security actions started with the idea of European Army, developed with European Defence Community and Western European Union. Because an organized totality could not be established inside European borders, the idea of defence policy was adopted in principle and action was taken. Terrorism is a very important issue that threatens all states, ethnic origins and whole of the community. A structure, that gradually widens both in quality and quantity like European Union, should take exact measures in combatting terrorism. With open borders and free circulation of people being the issues that trigger terrorism, European Union has given importance to policies of combatting terrorism only after September 11th, 2001 and has been trying to take the action up to the level where they should be.Item Ukrayna'nın ulus ve devlet inşa süreci ve küresel güçlerin bu sürece etkisi(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2016) Benli, Zeynep; Aydıngün, İsmailBu çalışma bağımsızlık sonrası Ukrayna’nın ulus devlet ve inşa sürecini ve küresel güçlerin bu sürece etkisini jeopolitik kuramlar çerçevesinde incelemeyi amaçlamaktadır. Soğuk Savaş sona erdikten sonra ABD Soğuk Savaşın galibi olarak görülmüş, Rusya uluslararası sistemdeki güçlü konumunu kaybetmiştir. Soğuk Savaş sonrası başlayan yeni dönemde ABD’nin hedefi, elde ettiği hegemonyayı devam ettirmek iken, Rusya’nın hedefi ise yeniden uluslararası sistemde süper güç olarak yer olmak olmuştur. Dünya üzerindeki jeopolitik dengelerin değiştiği bu dönemde, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığına kavuşan Ukrayna son derece önemli bir jeopolitik konuma sahiptir. Çalışmada, Ukrayna’nın henüz ulus ve devlet inşa sürecinde engelleri olan bir devlet olduğu görüşünden yola çıkılmış, bu sürecin devam etmesinden dolayı küresel güçlerin etkisine güçlü ve modern yapılı ulus devletlere kıyasla daha açık olduğu, bu nedenle de ulus ve devlet inşa sürecinin küresel güçlerin mücadelelerinden etkilendiği ileri sürülmüştür. Ukrayna’nın ulus devlet inşa sürecinin beklendiğinden yavaş ilerlemesine bağlı olarak ulus ve devlet inşa sürecinde, etnik, tarihî, dinsel unsurlar ve kültürel miras kadar uluslararası sistemin ve küresel güçlerin de belirleyici olduğu iddia edilmiştir.Çalışma kapsamında gerçekleştirilen analizler sonucunda Ukrayna’nın ulus ve devlet inşa sürecinin yavaş ilerlediği, bu nedenle söz konusu güçlerin (Batı ve Rusya’nın) etkisine daha fazla maruz kaldığı ve küresel güçlerin ulus ve devlet inşa sürecini etkiledikleri doğrulanmıştır. Ukrayna, bağımsızlığı sonrasında, Rusya ile olan ilişkilerin devam ettirilmesinin kaçınılmaz oluşu, etnik heterojen yapısı ve ulusal birliği bozan Rus kültürü ve etkisinin devam ediyor olması gibi nedenlerle ulus inşasını gerçekleştirmekte zorlandığı, Ukrayna’da Rusya’nın etkisinin bağımsızlık sonrası dönemde de devam etmesi nedeniyle ulus inşasının güçleştiği ortaya konmuştur. 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve hemen ardından Ukrayna’nın doğusunda bulunan Donbas bölgesinde işgaller gerçekleştirmesi, uluslararası toplumda Ukrayna’da bir ‘iç savaş’ ve çatışma ortamı olduğu izlenimini vermiştir. Halbuki, Rusya’nın Ukrayna topraklarındaki müdahaleleri Ukrayna toplumunda ‘biz’ bilincinin oluşmasına; ulusal dayanışma, birlik, vatanseverlik gibi değerlerin güçlenmesine ve Rusya’nın ‘öteki’ olarak görülmesine sebep olmuştur. Rusya’nın Batı ile olan güç mücadelesi Ukrayna üzerinden gerçekleşmiş, Ukrayna bağımsızlığı sonrasında 23 yıl boyunca Rusya’nın etkisi nedeniyle ulus devlet inşa sürecini gerçekleştirmekte zorlanmış, ancak 2014 yılında Rusya’nın topraklarını işgal etmesi sonrasında ulus inşasında hızlı bir ilerleme kaydetmiştir. This study analyses the nation and state building process in Ukraine following independence, with additional emphasis on the influence of the global powers in this process within the framework of geopolitical theories. The United States was considered the winner of the Cold War in its aftermath, Russia having lost its formerly strong position in the global arena. In the era that started after the Cold War, as the United States was pushing to retain its hegemony, Russia was looking to regain its status as a super power, and within this environment, the world’s geopolitical balance changed. For Ukraine, which had gained its independency following the disintegration of the Soviet Union, this was an extremely significant period given its geopolitical location. This study is based on the assumption that Ukraine, as a state continues to face obstacles in its nation- and state-building processes, is more susceptible to the influence of global powers due to its inability to bring these processes to an end. When compared to the more powerful and modern nation states, the nation and state building processes in Ukraine is more likely to be affected by struggles among the global powers. It has been argued that the international system and the global powers have played a defining role in Ukraine’s nation building process, equalling that of the country’s ethnic, historical, religious and cultural heritage, which has led to the process taking longer than expected. The analysis, conducted as a part of the study, affirms that the slowness of Ukraine’s state and nation building renders it more exposed to the influence of the aforementioned outside forces (the West and Russia), and it is apparent that some global powers have the ability to influence the nation and state building process. It is shown that Ukraine has difficulties in achieving its state and nation building due to inevitability of sustaining relations with Russia; its heterogeneous ethnic composition; the Russian culture, which prevents national unity and its on-going effects; and continuing Russian effect in Ukraine even after the independence. Russia’s annexation of Crimea in 2014 and the occupation of the Donbass region in eastern Ukraine give the impression in the international arena that a ‘civil war’ is continuing in Ukraine, although the Russian interventions in Ukrainian territories have actually led to the creation of a sense of identity in Ukraine. In this regard, the ‘we’ of the Ukrainian community and the consolidation of values such as national solidarity, unity and patriotism, are in direct opposition to Russia, which is seen as the ‘other’. Russia’s power struggle with the West is currently focused on Ukraine, and while the country is still encountering hurdles in its state- and nation-building efforts 23 years after gaining independence from Russia, rapid advances were made in its endeavours after Russia invaded its territory in 2014.