Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü / European Union and International Relations Institute
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11727/1391
Browse
Item Avrupa kimliği inşa süreci ve Türkiye - AB ilişkileri(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2019) Kılıç, Aylin; Şenses Özcan, NazlıTürkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler, 1959 yılında Türkiye‟nin gerçekleştirmiş olduğu ortaklık başvurusu ile Soğuk Savaş dönemi içerisinde başlamıştır. “Güvenlik kaygısının” hakim olduğu bu dönemde taraflar arasındaki ilişkilerin olumlu bir çerçevede ilerlediği görülmektedir. Ancak, Soğuk Savaş dönemi tehditlerinin ortadan kalkması ve bütünleşme hareketi içerisinde “Avrupa kimliği” inşasının başlaması ile tarafların birbirini tekrar tanımladığı ilişkilerin ilk dönemindeki olumlu atmosferin ortadan kalktığı görülmektedir. Ortaya çıkan bu yeni bağlamda, Türkiye‟nin Avrupa Birliğine üyeliği hususunda “kimlik” temelli tartışmalar gündeme gelmeye başlamıştır. Soğuk Savaş sonrası uluslararası ortamda değişen güvenlik anlayışı ve 11 Eylül ile oluşan “İslami terör” algısı Avrupa‟da Müslümanları ötekileştirmiştir. Sonuç olarak “kimlik” temelli tartışmalar artmış ve bu da Türkiye ve AB arasındaki ilişkileri etkilemiştir. Buradan yola çıkarak, bu tez çalışmasında AB içerisinde Avrupa kimliği inşası ile birlikte ortaya çıkan “kimlik” temelli tartışmaların Türkiye - AB ilişkilerine yansımaları incelenmiştir. “Kimlik” temelli tartışmalar Türkiye‟nin Avrupa Birliği'ne üyeliğinin önünde bir engel teşkil etse de söz konusu bu engellerin, ilişkilerin karşılıklı olarak tekrar inşa edilmesi ile birlikte aşılabileceği vurgulanmıştır. The relations between Turkey and the European Economic Community started with Turkey's membership application in the Cold War era in 1959. Throughout the Cold War period, when security concerns were the main factors determining the nature of the relationships, the relations between the parties had progressed in a rather positive framework. But, after the Cold War, when threats were off the table and the process of reconstructing the "European Identity" has started, Turkey and the EU re-identified each other, and the previous positive framework disappeared. In this new context, identity-based discussions have developed in relation to Turkey's possible membership. With a new understanding of security in the international context after the Cold War, and a perception of "Islamic terror" after the 9/11 have marginalized Muslims in Europe. As a result, identity-based discriminatory remarks have increased and this has influenced also the relations between the EU and Turkey. Following that, this thesis analyses the ways in which the identity-based arguments resulting from the construction of European Identity is reflected in the relationships between the EU and Turkey. It is highlighted that, although the identity-based remarks provide an obstacle before the membership of Turkey, these identity-based obstacles can be removed if the relationships are mutually reconstructed.Item Avrupa şüpheciliği ve popülizm ekseninde brexit tartışmaları(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2020) Öksüz, Hira Zeynep; Şenses Özcan, NazlıBu tezde Avrupa şüpheciliğine dayanan popülizmin Brexit sürecindeki yeri incelenmiştir. Tezdeki temel argümanım, Brexit sürecinde UKIP tarafından yürütülen popülist siyasetin, Birleşik Krallık ve AB arasında diyalogla çözülebilecek sorunları dramatikleştirerek hem Muhafazakâr Parti içindeki Cameron hükümetinden hoşnutsuz Avrupa şüphecisi bir grubu AB karşıtlığı zemininde kendi tarafına çektiği hem de İngiliz halkını Brexit doğrultusunda seferber ettiği, böylece Brexit referandumunun sonucunda belirleyici bir etkide bulunduğu yönündedir. Bu argümanı ve popülizmin ana akım siyasetler/siyasetçiler üzerindeki etkisini somutlaştırmak adına Brexit referandumu sürecinin başlıca siyasi aktörleri olan yer alan Nigel Farage, David Cameron, Theresa May ve Boris Johnson’un 2016-2020 yılları arasındaki çeşitli haber içerikleri ve röportajlardaki açıklamaları incelenmiştir. Avrupa şüpheciliği ve popülizm ile tetiklenen iç siyasetteki karışıklığın da Brexit sürecinde etkili olduğu ve Brexit’in popülist ve tek taraflı bir karar olarak değerlendirilebileceği sonucuna ulaşılmıştır. In this thesis, Euroscepticism involved by Populism in the Brexit process had been discussed. My main argument in this thesis is, the populist politics run out by UKIP had dramatized the issues between UK and the EU, which could have been resolved with dialogue. By doing that, populist UKIP not only engaged/melted with Eurosceptics/Tories (on the basis of anti-EU) in Conservative Party who were dissatisfied with Cameron’s governance, but also mobilized the British people towards Brexit. Thus and so, populism had a significative effect on Brexit result. In order to prove this effect of Populism, I rendered and discussed the statements (between 2016-2020) made by Nigel Farage, David Cameron, Theresa May and Boris Johnson in the axis of Populism. I concluded that not only the international issues but also the turmoil in UK’s domestic politics triggered by anti-EU movement under Populism was effective in the Brexit referendum held in 2016. So that Brexit may be considered as one-sided, populist and uncertain decision.Item Birleşmiş milletler barış gücü operasyonlarında bölgesel örgütlerin hak ihlalleri: Afrika birliği operasyonları(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2023) Karakaya, Ebrar Yağmur; Karadağ, HalukSoğuk Savaş sonrası dönemde uluslararası sistemin polisi olarak adlandırılan Birleşmiş Milletler’in uluslararası barış ve güvenliği sağlamak ve korumak amacıyla gerçekleştirdiği barış gücü operasyonları uluslararası sistemin revizyon etkileriyle beraber dönüşüme uğramış ve kapsamı genişlemiştir. Soğuk savaş dönemi ve öncesinde daha çok yumuşak diplomasi faaliyeti olan arabuluculuk kapsamında gerçekleştirilen operasyonlar bu dönemden sonra gerekli görülen durumlarda zorlayıcı eylemleri de içermeye başlamıştır. Bu değişim ve dönüşümde etkili olan temel unsurların başında özellikle Afrika gibi sömürge devletlerini bünyesinde barındıran kıtalarda yaşanan iç savaş ve çatışmalar gelmektedir. Hiç kuşkusuz yaşanan iç savaş ve çatışmaların en büyük etkisi birey üzerinde olmaktadır. Bölgesel düzeyde başlayan şiddetin ulus aşan bir hal alması uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasında en büyük engeldir. Bu engelin kaldırılması, dünya barışının sağlanması ve insan haklarının korunması misyonlarına sahip olan Birleşmiş Milletler, Afrika bölgesinde Afrika Birliği ile işbirliği yaparak bölgede aktif rol olmaktadır. BM- AfB iş birliğinde gerçekleşen ve BM bünyesinde “mavi bereliler” olarak adlandırılan barış gücü askerlerinin sığınma kamplarındaki kadın ve kız çocuklarına cinsel şiddet ve sömürü uygulaması uluslararası sistemin üzerinde ciddiyetle durması gereken bir konudur. İç savaş ve çatışmaların yoğun olarak yaşandığı ve bünyesinde birçok insan hak ihlalini barından Somali, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ nde çok ciddi cinsel şiddet ve istismar vakaları yer almaktadır. Birleşmiş Milletler ordusunun olmayışı ve dolayısıyla Afrika Birliği ve Afrika Birliği üye devletlerinin askerlerinden yararlanan Birleşmiş Milletler hakkındaki bu iddialar BM’ye zarar vermekte ve uluslararası sistemdeki imajını zedelemektedir. The peacekeeping operations carried out by the United Nations, which is called the police of the international system in the post-Cold War period, to ensure and protect international peace and security, have been transformed and expanded in scope with the revision effects of the international system. Operations carried out within the scope of mediation, which was mostly a soft diplomacy activity during and before the Cold War, started to include coercive actions when deemed necessary after this period. At the beginning of the main factors that are effective in this change and transformation are the civil wars and conflicts experienced especially in the continents that include colonial states such as Africa. Undoubtedly, the biggest impact of civil wars and conflicts is on the individual. Transnational violence, which started at the regional level, is the biggest obstacle to ensuring international peace and security. The United Nations, which has the mission of removing this obstacle, ensuring world peace and protecting human rights, takes an active role in the African region by cooperating with the African Union. The sexual violence and exploitation of women and girls in the refugee camps by peacekeepers, who are called “blue berets” within the UN-AfB cooperation, is an issue that should be seriously emphasized by the international system. There are very serious cases of sexual violence and abuse in Somalia, the Central African Republic and the Democratic Republic of Congo, where civil wars and conflicts are intense and where many human rights violations are experienced. These allegations about the United Nations, which benefit from the absence of the United Nations army and therefore the soldiers of the African Union and African Union member states, harm the UN and tarnish its image in the international system.Item Contradictions of german ordoliberalism and their impact on the european union during the euro crisis(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2020) Bayülke, Ali Erdem; Oğuz, Hasibe ŞebnemThis thesis sought to look at German economic practices and contrast them with the “guiding principles” of German economic thought, ordoliberalism, which is more commonly labeled the “social market economy”. Thus, the first chapter of this thesis looked at ordoliberalism and its view of how the economy should be, and what the views of different “cliques” of ordoliberalism are. The second chapter looks at German economic practices to show the contradictions of ordoliberal economic practice. Ordoliberals argued for a strong “market police” state, and starting from Ludwig Erhard and to this day Germany has prided itself in its ordoliberalism and the “social market economy”, yet in practice the state wanted the creation of national champions and a strong export performance to bolster economic strength. Chapter Two shows that the ideals of free market get sidelined when the push comes to shove. Furthermore, Germany while labels itself a liberal (ordo) state, it is commonly considered to be an export-mercantilist country. And another contradiction of German economy shown in Chapter Two was the state of German welfare state, which saw cut-backs starting in the 90’s and then in the 2000’s with the Hartz reforms to make the economy more competitive (to internally devalue so as to bolster exports), which makes the “social” in the “social market economy” also dubious. The third and final chapter looked at how ordoliberalism also influenced the European Union as a result of rising German economic power which was also mostly a result of the European Monetary Union (EMU), which revalued some currencies (against the Deutschemark) and prevented competitive devaluations, which combined with the internal devaluation of Germany through the Hartz meant Germany would become more competitive. Thus, Germany has been running a surplus since 2002, which is considered to be the cause of the persistent deficits that led to the Eurozone debt crisis. The Eurozone debt crisis is also looked at to show that the ordoliberal austerity measures have not benefited the crisis countries and has not brought their economies back to health. This thesis thus concludes by saying that Germany and its ordoliberalism has not been beneficial to the European Union and Germany has not acted as a benevolent leader acting for the benefit of the Union, but instead acted opportunistically in its own interests. Bu tez Almanya’nın ekonomik uygulamalarını, Alman ekonomisini yönlendiren ordoliberalizm düşüncesi ile karşılaştırmaya çalışmıştır. Ordoliberalizm, daha yaygın olarak “sosyal piyasa ekonomisi” olarak tanımlanmaktadır. Tezin ilk bölümü ordoliberalizmin ne olduğunu, ordoliberallere göre ekonominin nasıl olması gerektiğini, ve ordoliberalizm içindeki farklı görüşleri ele almıştır. İkinci bölüm ise Almanya’nın ekonomik uygulamalarını ve ordoliberalizmin uygulamadaki çelişkilerini ele almıştır. Ordoliberaller devletin güçlü bir “piyasa polisi” olmasını istemişlerdir ve Ludwig Erhard ile başlayarak Alman ekonomisi ordoliberal ve “sosyal piyasa ekonomisi” olarak tanıtılmıştır. Ancak uygulamada teorinin aksine “ulusal şampiyonların” yaratılmasını desteklemiş ve güçlü bir ihracat performansı ile devletin gücünü arttırmak istemiştir. İkinci bölüm serbest piyasa ideallerinin nasıl kenara itildiğini de göstermektedir. Bunun ötesinde Almanya’nın (ordo)liberalliği üzerinde durmasına rağmen ihracatçı-merkantilist bir ülke olması çelişkilidir. İkinci bölümde gösterilen bir diğer çelişki ise Alman sosyal devletidir, öncelikle 90’larda yapılan kesintiler ve 2000’lerde gelen Hartz reformları sosyal devlette kesintiler getirmiştir, bu “sosyal piyasa ekonomisinin” sosyalliğini şüpheye düşürmektedir. Üçüncü ve son bölümde ise Almanya’nın artan ekonomik gücü ile Avrupa Birliğinde artan ordoliberalizm etkisi tartışılmıştır. Almanya’nın artan ekonomik gücünün sebeplerinden biri de European Monetary Union (EMU)’a geçiş olmuştur, bazı para birimleri böylece Deutschemark’a (DM) karşı değer kazandığı gibi DM’ın değeri azalmış, ayrıca başka ülkelerin devalüasyon yaparak Alman ihracatı ile rekabet etme olasılığı ortadan kalkmıştır. Almanya’nın 90’larda ve 2000’lerde Hartz reformları ile yaptığı sosyal kesintiler ile iç devalüasyon olmuştur ve Alman ihracatı rekabetçiliğini arttırmıştır. Bunun sonucunda Almanya 2002’den beri cari fazla vermektedir, bu Avrupa’daki bazı diğer ülkelerin açık vermesine sebep olmaktadır. Avro Bölgesi borç krizinde ise bu cari açıkların önemi vardır. Son olarak bu bölümde Avro krizi ve peşinden gelen ordoliberalizm etkili kemer sıkma politikalarının Avrupa ülkelerini ekonomik sağlığa kavuşturmadığından bahsedilmiştir. Sonuç olarak bu tezde Almanya’nın Avrupa Birliğine faydalı ve iyi niyetli bir liderlik yapmadığı ve kendi çıkarları doğrultusunda çıkarcı bir yaklaşımda bulunduğu sonucuna varılmıştır.Item Devlet inşasında kalpleri ve zihinleri kazanmak: NATO-Afganistan örneği(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2023) Parlak, Emre; Karadağ, HalukII.Dünya Savaşı’nın ardından Almanya, Ruanda, Bosna ve Afganistan gibi çeşitli nedenlerleuluslararası sisteme tekrar dâhil olabilmek için yönetimsel ya da ekonomik fonksiyonlarını yürütemeyen bölgelerde dış müdahalelerle devlet inşası faaliyetleri yürütülmeye başlanmıştır. Devlet inşasında temel amaç inşa edilen devletin dış müdahale sona erdikten sonra da uluslararası sisteme entegrasyonunun sorunsuz şekilde sürdürülebilmesidir. Devlet inşası müdahaleleri çoğunlukla batılı devletlerce yürütülmektedir. Müdahalede bulunan gruplar, bildikleri batılı demokratik kurumları tanımadıkları toplumlara kabul ettirmeye çalışmaktadır. Ancak her devlet demokratik yönetimi kabul etmemektedir. Tarihten gelen yönetim anlayışlarına körü körüne bağlı toplumlar da bulunmaktadır. Hatta ulus devlet olamamış toplumlarda da devlet inşasına ihtiyaç duyulduğu durumlar yaşanmaktadır. Bazı toplumlar devletin otoritesinden bağımsız bir şekilde bölgesel, kabilesel ya da feodal yapılar şeklinde yönetilmektedir. Bu nedenle, devlet inşası çalışmalarında toplumun ortak beklentilerinin belirlenerek tüm toplumun beklentilerini karşılayacak bir yöntem uygulamak önemlidir. Kısacası topluma ulaşılarak kalplerinin ve zihinlerinin kazanılması kilit bir rol oynamaktadır. Burada belirtilen “kalpler”, müdahaleye karşı oluşabilecek isyanlara karşı çıkmanın toplumun faydasına olduğunu; “zihinler” ise müdahil güçlerin toplumu korumayı amaçladığını açıklamaktadır. Toplum tarafından bu iki olgu yeterince kabullenildiğinde, müdahaleye karşı direniş yerine destek verme eğilimi oluşmaktadır. Afganistan’a uluslararası müdahale de bu minvalde liberal bir müdahale olarak gerçekleşmiştir. Askeri ve sivil tüm unsurlar toplumun kalplerini ve zihinlerini kazanmak üzerine kurulan bir strateji ile liberal bir devlet inşası amacına yönlendirilmiştir. 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yönelik terör saldırılarının ardından ilk defa NATO Anlaşmasının 5’inci maddesi yürürlüğe konmuş ve saldırıları Taliban yönetiminin ev sahipliğinde Afganistan’da kamplaşan El Kaide’nin üstlenmesi üzerine Afganistan’a uluslararası bir müdahale başlatılmıştır. Taliban’ın yönetimden çekilmesinin ardından Bonn Konferansı’yla geçici yönetim kurulmuş, bu yönetimin desteklenmesi ve ülke inşasının sağlanması için Uluslararası Güvenlik Desteği Gücü (International Security Assistance Force-ISAF) oluşturulmuş ve 2003 yılında BMGK’nın 1510 Sayılı Kararı ile ISAF sorumluluğu NATO’ya devredilmiştir. ISAF sorumluluğunun devredilmesi sonucunda NATO, Taliban ve El Kaideyle mücadelenin yanında yeni kurulan yönetimin desteklenmesi ve tüm ülkede otoritesinin tesis edilmesine, ülkedeki sosyal reformların tesisine, kalkındırma faaliyetlerinin yürütülmesine ve Afgan güvenlik güçlerinin yetiştirilmesine öncülük etmeye başlamış ve müdahale 20 yıl sürmüştür. Ancak tüm bu çabalara rağmen yeni yönetim tüm ülkede egemenlik sağlayamamış, Taliban’a karşı bir üstünlük kurulamamış ve NATO güçlerinin ülkeden ayrılmasının ardından Afganistan devlet yönetiminden eğitime, insan haklarından ekonomiye ulaşılan seviyesini koruyamamış ve tekrar başarısız bir devlet konumuna düşmüştür. Bu durumun bir nedeni de NATO’nun Afganistan’da sorumluluğunu üstlendiği devlet inşası faaliyetlerinin Afgan toplumu tarafından tam olarak kabul görmemesi ve Taliban’ın bu durumdan faydalanması olmuştur. After World War II, in regions such as Germany, Rwanda, Bosnia and Afghanistan, where there was a lack of administrative or economic functions to be reintegrated into the international system for numerous reasons, foreign interventions to implement state-building activities began. The main purpose of state-building is to ensure that the integration of the constructed state into the international system can continue after the intervention. Interventions in state-building are mostly conducted by western states. The intervening groups try to impose the western democratic institutions they know on the societies they do not recognize. However, not every state accepts the western democratic governance. There are also societies that are committed to their historical management concepts. Some societies may be governed as regional, tribal, or feudal structures independent of the authority of the central government. For this reason, it is important first to determine the common expectations of the target society in the state building works, then to apply a suitable method that meets the expectations of the whole society. In short, reaching out to society and winning their hearts and minds plays a key role. The "hearts" mentioned here states that it is in the interest of society to oppose any rebellion against interference; "minds" explains that the aim of the forces involved is to protect the society. When these two phenomena are sufficiently accepted by the society, there is a tendency to support intervention instead of resistance. In this regard, the international intervention in Afghanistan has also taken place as a liberal intervention. All elements, military and civilian, have been directed towards the goal of building a liberal state with a strategy based on winning the hearts and minds of society. On September 11, 2001, Article 5 of the NATO Treaty was put into effect for the first time after the terrorist attacks against the United States, and an international intervention was launched in Afghanistan upon the responsibility of Al Qaeda, which was camped in Afghanistan under the hosting of the Taliban administration. Following the withdrawal of the Taliban, an interim administration was established with the Bonn Conference, the International Security Assistance Force (ISAF) was established to support this administration and ensure the construction of the country, and in 2003, the UNSC Resolution 1510 transferred the responsibility of ISAF to NATO. As a result of the transfer of responsibility, NATO began to support the newly established administration and establish its authority throughout the country, to establish social reforms in the country, to conduct development activities and to train Afghan security forces, in addition to fighting the Taliban and al-Qaeda. The intervention lasted for 20 years. However, despite all these efforts, the new administration could not establish authority over the whole country and could not establish an advantage over the Taliban. Consequently, after the departure of NATO forces, Afghanistan could not sustain the level of state administration from state administration to education, human rights to economy, and became a failed state again. One reason for this is that the state-building activities for which NATO assumed responsibility in Afghanistan have not been fully accepted by the Afghan community and the Taliban have taken advantage of this situation.Item Fransa ve Almanya örneğinde aşırı sağ'ın siyaset yapımında yeni bir sorun olarak digital aktivizm(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2023) Atalay, Deniz; Mercan, Süleyman Sezgin1960 ve 1970’li yıllarda meydana gelen pek çok sosyal ve siyasal hareket, toplumlarda köklü değişimlere sebep olmuş ve toplumların giderek özgürlük ve hak arayışlarını arttırmıştır. Eskiye nazaran ele alınan konuların kitlelere daha çabuk iletilmesi ve daha anlaşılabilir olması bakımından değişim gösteren bu hareketler, gönüllülük esasına dayanmaktadır. Bu değişimlerin daha görünür ve anlaşılabilir olması açısından, bu hareketlere “yeni toplumsal hareketler” denilmiştir. Yeni toplumsal hareketlerin en büyük hedefi kamuoyu oluşturmaktır. Çünkü, güçlü bir kamuoyu sayesinde, yapılacak olan hareketin başarıya ulaşabileceğine hareketin katılımcıları inanmaktadırlar. Güçlü ve geniş bir kamuoyu için de dijital platformlara sıklıkla başvurmaktadırlar. Dijital platformlar sayesinde geniş kitlelere kolay bir şekilde ulaşarak, hareketin hangi amaca yönelik olduğunu kitlelere iletmektedirler. İnsanların dijital platformlar üzerinden örgütlenerek, fiziksel alanda eylemler gerçekleştirmesine dijital aktivizm denir. Dijital aktivizm yeni toplumsal hareketler için oldukça önemlidir. Elbette dijital platformların avantajlarından sadece yeni toplumsal hareketler yararlanmaz. Yeni oluşan kimlikleri tehdit olarak gören aşırı sağ kesim de bu platformları sıklıkla kullanmaktadır. Özellikle dijital platformlarda basit ve açık bir dil tercih eden yükselen aşırı sağ, hedef kitlelerine kolaylıkla erişebilmekte ve giderek kitlelerini genişletmektedir. Kendilerini halkın gerçek temsilcisi olarak konumlandıran ve başka siyasi hareketlerin himayesi altına girmek istemeyen aşırı sağ siyasetin temsilcileri, her şeye tepki gösterirken gözetim aracı haline gelen dijital platformların kendilerine karşı olan yönüne neden tepki göstermemektedirler sorusuna da bütün bu kavramlardan yola çıkarak yeni toplumsal hareketler kuramı çerçevesinde Almanya ve Fransa örnekleri ile tez boyunca cevaplandırılacaktır.Many social and political movements that occurred in the 1960s and 1970s have led to profound changes in societies, increasing the pursuit of freedom and rights among communities. These movements underwent transformations that facilitated the quicker and more understandable communication of their agendas to the masses, compared to the past. Due to these changes, they are referred to as "new social movements." The primary goal of these new social movements is to shape public opinion because the participants believe that a strong public support can lead the movement to success. To achieve a powerful and widespread public opinion, they frequently turn to digital platforms.Through digital platforms, they can easily reach broad audiences and communicate the purpose of their movement effectively. The process of organizing people through digital platforms to carry out physical actions is known as digital activism. Digital activism is highly important for new social movements. However, it's worth noting that not only new social movements benefit from the advantages of digital platforms. The rising far-right factions, who perceive these platforms as threats to their newly formed identities, also extensively use them. Especially the emerging far-right, favoring a straightforward and clear language on digital platforms, can easily access their target audiences and expand their following. The main question posed here is why representatives of the far-right politics, who position themselves as the true representatives of the people and do not want to be under the patronage of other political movements, do not react to the aspects of digital platforms that have turned into surveillance tools, despite their reactions to almost everything. In the context of a new social movement theory, this question will be explored throughout the thesis, with examples from Germany and France.Item Güvenlik eksenli bir bakış açısından Avrupa'da değişen göç politikaları(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2007) Ünsal, Zeynep; Coşar, SimtenBu tez çalışmasında değişen güvenlik algılarının Avrupa Birliği göç politikalarına olan etkisi incelenmiştir. Bu çerçevede, hem Avrupa Birliği genelinde politikalar ele alınmış, hem de Almanya, Fransa ve İngiltere’deki politikalar incelenmiştir. Bu incelemenin hangi aşamalarda ele alındığı giriş bölümünde özetlenmiştir. Çalışma dört bölüm halinde düzenlenmiştir. Birinci bölümde çalışmanın bütününde kullanılacak genel kavramlar ve teoriler detaylandırılmıştır. İkinci bölümde ulus-devletlerin tarihsel süreç içerisinde değişen güvenlik algılamaları, temel güvenlik teorileri etrafında ele alınmış, göç ve güvenlik ilişkilendirilmesi değerlendirilmiştir. Üçüncü bölümde ise, Avrupa Birliği’ne yönelik İkinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşen göçün tarihsel gelişimi, Birlik’in genelinde ve ele alınan üç örnek ülkede uygulanmış olan göç politikaları çerçevesinde incelenmiştir. Dördüncü bölümde de, 11 Eylül terörist saldırılarının Avrupa Birliği göç politikalarına etkileri irdelenmişti. Sonuç bölümünde ise Avrupa Birliği’nin birçok nedenden ötürü, henüz tam anlamıyla bir ortak göç ve sığınmacı politikası oluşturamamış olduğu sonucuna varılmıştır.Item Güvenlikleştirme perspektifinden bir inceleme: Irak’ta Haşdi Şaabi yapılanması(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2021) Ummuhan, Merve Sevim; Karadağ, HalukBu çalışma güvenlikleştirme kavramı üzerinden Irak’ta Haşdi Şaabi yapılanması incelenerek kavramın yapılanma üzerindeki doğruluğunu ortaya koymaya çalışmıştır. Ülkede özellikle 2003 yılı sonrasında yaşanan değişimleri devletin inşası teorisiyle birleştirerek anlatan bir çalışmadır. Devletin inşası sürecinde meydana gelen otorite boşluğundan faydalanan devlet dışı silahlı örgütlerin doğuşundan Haşdi Şaabi yapılanmasının oluşumuna kadar geçen süreçte ülkenin güvenlik meselelerinden bahsederken aynı zamanda ülke hakkında siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel olgulara da değinilmiştir. Çalışma tarihsel ve coğrafi olarak desteklenmesi gerektiğinden Irak’ın modern tarihi ve coğrafi yapısı anlatılmıştır. Bu sayede farklı kimliklerin oluşumu ve gelişimi daha iyi anlaşılır hale gelmiştir. Bu araştırma üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde kuramsal ve kavramsal çerçeve verilmiştir. İnşacılık ve güvenlikleştirme arasındaki bağ kurulmuştur. Bu kapsamda inşacı kuramın tanımının yanı sıra devletin inşası üzerinden güvenlik paradigması anlatılmıştır. Güvenlikle ilgili kuramların incelenmesinden sonra Kopenhag Okulu’na değinilerek, çalışmanın ana teorisi olan güvenlikleştirme anlatılmıştır. İkinci bölüm, Irak devletinin coğrafi, demografik ve tarihi verilerinin bulunduğu kısımdır. Ayrıca bahsi geçen verilerin ışığında Haşdi Şaabi yapılanmasının öncesi ve ortaya çıkışı aktarılmıştır. Son bölüm olan üçüncü bölümde ise, Irak devletinin güvenlik sorunları zamansal sıralamada verilmiş, devlet dışı silahlı örgütlere değinilmiş ve Haşdi Şaabi yapılanmasının Irak’ta güvenlikleştirilmesi gereken bir unsur olduğu yapılanmanın detayları, küresel ve tarihsel örnekleriyle anlatılmıştır. This study has tried to reveal the accuracy of the concept on structuring by examining the Hashd al-Shaabi structuring in Iraq through the concept of securitization. It is a study that explains the changes in the country, especially after 2003, by combining it with the theory of state construction. While talking about the security issues of the country in the process from the birth of non-state armed organizations that benefited from the authority vacuum that occurred during the construction of the state to the formation of the Hashd al- Shaabi organization, political, economic, social and cultural facts about the country were also mentioned. Since the study should be supported historically and geographically, the modern history and geographical structure of Iraq has been explained. In this way, the formation and development of different identities has become better understood. This research consists of three parts. In the first chapter, the theoretical and conceptual framework is given. The link between constructivism and securitization has been established. In this context, besides the definition of the constructivist theory, the security paradigm is explained through the construction of the state. After examining the theories related to security, the Copenhagen School is mentioned and securitization, which is the main theory of the study, is explained. The second part is the part that contains the geographical, demographic and historical data of the Iraqi state. In addition, in the light of the aforementioned data, the pre- and emergence of the Hashd al-Shaabi structuring is explained. In the third chapter, which is the last chapter, the security problems of the Iraqi state are given in chronological order, non-state armed organizations are mentioned, and the details of the structuring, in which the Hashd al-Shaabi organization is an element that needs to be securitized in Iraq, are explained with global and historical examples.Item İsrail-Filistin çatışması örnek olayı ve Avrupa dış politikası(Başkent Üniversitesi Avrupa Biriliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2007) Mercan, Süleyman Sezgin; Çınar, MenderesBu tezde srail-Filistin çatısması örnek olayı üzerinden Avrupa Birligi’nin (AB) uluslararası alandaki etkinliginin ortaya koyulması amaçlanmaktadır. Avrupa dıs politikasının niteligi, srail-Filistin çatısması olayı karsısında sergilenen yaklasım ve eylemlere yansımıstır. Bu olay Avrupa dıs politikasının uzun vadeye yayılan gelisim sürecinin ve sonuçlarının sınanmasında uygun bir örnegi olusturmaktadır. Tezde Avrupa dıs politikasının, srail-Filistin çatısmasının ve AB’nin çatısmaya yönelik yaklasım ve eylemlerinin gelisimleri incelenerek, AB’nin örnek olay üzerindeki siyasi, ekonomik, sosyal etkileri analiz edilmeye çalısılmıstır. Buna göre birinci bölümde Avrupa Ortak Dıs ve Güvenlik Politikası’nın (ODGP) gelisimi anlatılmıstır. kinci bölümde, AB’nin Avrupa Siyasi sbirligi ve ODGP baglamında çatısmaya yaklasımı incelenmistir. Üçüncü bölümde ise AB’nin uluslararası alanda örnek olay üzerinden etkinligi analiz edilmistir. Sonuçta, AB’nin srail-Filistin çatısmasına yönelik uluslararası politikaların uygulanmasına yardımcı olan, katkı saglayan ikincil bir role sahip sivil güç konumunda bulundugu görülmüstür. Aynı zamanda, AB’nin yaklasımlarında, eylemlerinde ve üye ülkeler arasında ortaklık, tutarlılık ilkelerinin karsılandıgı sonucuna ulasılmıstır. This study aims at assessing the international effectiveness of the European Union (EU) with special reference to the Israeli-Palestinian conflict. The nature of the European foreign policy is reflected in the positions and actions of the EU in the Israeli-Palestinian conflict. Therefore, the Israeli-Palestinian conflict is a convenient case for examining the long term progress and outcomes of the European foreign policy. In the thesis, the political, economic and social impacts of the EU on the Israeli-Palestinian case are analyzed by studying the development of the Israeli-Palestinian conflict and the European foreign policy. In the first chapter, the development of the European Common Foreign and Security Policy (CFSP) is reviewed. In the second chapter, the approach of the EU to the conflict is evaluated within the context of European Political Cooperation and CFSP. In the third chapter, the activities of the EU in international arena are analyzed with special reference to the case in question. In conclusion, it is observed that the EU as a civilian power plays a secondary role, assisting and contributing to the implementation of international policies on the Israeli- Palestinian conflict. It is also observed that in the case of the Israeli-Palestinian conflict, the approaches and actions of the EU and the member states are harmonious and consistent.Item Jeopolitik bir entite olarak K.K.T.C.’nin Türkiye’nin ekonomik güvenliğine etkileri(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2022) Bal, Altuğ Gürkan; Karadağ, HalukKıbrıs meselesi 1955 yılından bugüne Türk dış politikasının en önemli konuları arasında yer almaktadır. Kıbrıs meselesi tahlil edilirken öncelikle uluslararası sistemdeki güç dağılımındaki değişim tespit edilmelidir. Dünya düzeni 2008 yılından sonra çok kutuplu bir yapıya dönüşmektedir. Çok-kutuplu dünya düzeni neo-realist bir perspektifle devletleri uluslararası ilişkilerde ana aktör olarak ön plana çıkararak güç merkezli politikaların egemen olmasına sebebiyet vermektedir. Bu durum, orta büyüklükte bir devlet olan Türkiye’nin bölgesinde daha aktif bir dış politika izlemesine imkân vermektedir. Türkiye’nin ekonomik güvenliğinin sağlanmasında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (K.K.T.C.) jeopolitik bir entite olarak stratejik bir öneme haizdir. K.K.T.C.’nin varlığı, Doğu Akdeniz hidrokarbon kaynakları üzerindeki egemenlik çatışmasında coğrafi konumu sebebi ile Türkiye’nin ekonomik olarak ihtiyaç duyduğu enerji kaynakları üzerinde hak sahibi olmasına imkân tanımaktadır. Bunun yanı sıra, K.K.T.C.’nin varlığı ve Ada’da Türk askeri gücü, Türkiye’ye alternatif enerji nakil projelerinin gerçekleşmesini engelleyerek, Türkiye’nin enerji merkezi olma politikasını desteklemektedir. Türkiye’nin uluslararası enerji politikası çerçevesinde İskenderun Körfezi kritik öneme sahip bir coğrafi kesimdir. Aynı zamanda dış ticaretinin %60’ını deniz yolu ile yapan Türkiye’nin en önemli ihracat limanları Mersin ve İskenderun Limanlarıdır. Deniz jeopolitiğinin temel prensipleri olan deniz ticaret ve enerji iletim hatlarının korunmasında Türkiye için K.K.T.C.’nin varlığı stratejik önemdedir. Türkiye’nin en önemli gelir kaynaklarından biri olan turizm sektörünün merkezlerinden biri Antalya’dır. Antalya Körfezi’nin askeri güvenliği Türkiye’nin turizm sektöründen ekonomik kazanım elde etmesi için vazgeçilmezdir. Antalya Körfezi’nin güvenliği için de K.K.T.C.’nin varlığı stratejik öneme sahiptir. Türkiye’nin kurulu elektrik gücünün yaklaşık %20’si ve yapımı devam eden Akkuyu Nükleer Reaktörü Kıbrıs coğrafyasına çok yakın bir mesafededir. Kıbrıs’ta K.K.T.C.’nin varlığını ortadan kaldıracak siyasi bir değişim Türkiye’nin askeri güvenliğini doğrudan tehdit edecek ve Türkiye’nin güney sınırları saldırıya açık hale gelecektir. Bu durum sadece Türkiye’nin genel güvenliğine değil, muhtelif yönlerden ekonomik alt yapısının önemli bir kısmını da barındıran güney coğrafyasının tehdit altına girmesinden dolayı ekonomik güvenliğini de doğrudan etkileyecektir. Bu sebeplerden dolayı, Kıbrıs’ın Türkiye’nin ekonomik güvenliğine etkisinin temel taşı K.K.T.C.’nin varlığıdır. Cyprus issue has a pivotal role in the Turkish foreign policy issues since 1955. Before analyzing Cyprus issue, change of power distribution in international system should be examined at first glance. World order has been changing in a multipolar structure since 2008. Multipolar world order with a neorealistic perspective causes domination of power politics by featuring states as main actors in international relations. This situation allows Türkiye to implement a more active foreign policy as a middle size state. Turkish Republic Of Northern Cyprus (TRNC) has a strategic importance as a geopolitical entity for providing economic security of Türkiye. In the conflict of East-Mediterranean hydrocarbon reserves, because of its geographic location, TRNC, allows Türkiye eligible for energy reserves which is economically vital for Türkiye. Besides this, TRNC and Turkish military presence on the island support Türkiye’s energy-hub policy by preventing energy supply lines alternative to Türkiye route. İskenderun Bay is a geographical zone which has a vital a role in the framework of Türkiye’s international energy policy. Moreover, Mersin and İskenderun Ports have a critical role in Türkiye’s foreign trade approximately %60 of which is realized in sea lanes. TRNC has also a vital role for Türkiye in protecting sea trade and energy transport lines which are the basic parameters of sea geopolitics. One of the centers of tourism industry which is vital for Turkish economy in Türkiye is Antalya province. Security of Antalya Bay is irrevocable for Türkiye to gain economic revenue from tourism industry. To secure Antalya Bay in a military perspective, TRNC has a strategic importance as well. Approximately %20 of Türkiye’s installed capacity and ongoing Akkuyu Nuclear Reactor are located very near distance of Cyprus geography. A political change which causes disappearance of TRNC in Cyprus will directly threat Türkiye’s security and southern coasts of Türkiye become vulnerable to an amphibious assault. This situation not only effects on Türkiye’s general security condition but also directly effects on Türkiye’s economic security by threatening the southern coasts of Türkiye in many respects which contains an important part of Turkish economic infrastructure. As a result, the milestone of Turkish economic security in Cyprus is keeping the geopolitical entity of TRNC under shelter.Item Natural gas relations between Russia and European Union an asymmetrical interdependency(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2020) Yüksel, Bengü; Mercan, SezginThe natural gas relationship between the Russia and the European Union is an important issue affecting the long-term and bilateral relationship of each party. Russia is the party that rich in natural gas reserves and resources, the EU is the more dependent party that due to the limited energy resources and demand of its enlargement process. This bilateral relationship has some long-term and short-term consequences as well as it requires a degree of dependency especially in natural gas diplomacy. Russia is willing to continue its natural gas exports with the EU and even export natural gas to other neighboring countries. The EU tends to strengthen its security policies and aims to reduce this dependency, which is always an issue on EU’s agenda. While natural gas pipelines in a country's domestic borders do not pose a problem only because they concern domestic consumption, energy policies to be arranged between the consumer country and the exporting country are required for cross-border natural gas pipelines. In addition, natural gas trade concerns not only the two countries that trade with each other, but also the neighboring countries and transit countries like Ukraine and Turkey. As these variables emerge, the policies implemented by the parties against each other (which will be considered between Russia and the EU) should be examined. These arguments should be supported by an appropriate theory of international relations, which is important for the structure and explanation of the relationship. The relationship of interdependence, which is highly mentioned in political economy, is clearly observed in the natural gas relationship between Russia and the EU. The interdependence of the two sides means that the two sides act in the interests of each other. However, as the name suggests, the fact that the two sides are connected to each other but if the existence of a superior state exists, this relationship can be explained as an asymmetric interdependence. In this thesis, Russia-EU natural gas relations are claimed to be asymmetrically interdependent in which less dependent actor (Russia) can often use the interdependence relationship as a source of power in compromise an issue ot more dependent actor (EU). The emphasis on neoclassical realism is emphasized in terms of keeping security and policy ahead in international relations and the existence of an internal level variable (Gazprom) that affects Russia's foreign natural gas policy towards the EU. The conclusion after analyzing the Russia-EU natural gas policies is: It is possible that there is an asymmetrical interdependence between Russia and the EU in terms of natural gas relationship and this dependence will continue in the long term unless alternative projects between the two are realized. Rusya ve Avrupa Birliği arasındaki doğal gaz ilişkisi, her iki tarafı da uzun vadede etkileyen önemli bir konudur. Rusya, enerji kaynakları ve doğal gaz rezervleri bakımından zengin olan taraf iken, AB ise sınırlı enerji kaynakları ve genişleme sürecinde artan enerji talebi nedeniyle bağımlı taraftır. Bu ikili ilişkinin bazı uzun vadeli ve kısa vadeli sonuçları olduğu gibi, doğal gaz diplomasisinde de bir derece bağımlılık analizi yapmayı gerektirmektedir. Rusya, AB ile doğal gaz ihracatına devam etmek ve hatta diğer komşu ülkeler dahil yeni rotalara doğal gaz ihraç etmek istemektedir. Öte yandan AB, Rusya'nın enerji politikaları karşısında güvenlik politikalarını güçlendirme eğilimindedir ve her zaman AB'nin gündeminde yer alan bu doğal gaz bağımlılığı azaltmayı amaçlamaktadır. Bir ülkenin kendi sınırlarındaki doğal gaz boru hatları sadece ülke içi tüketimi ilgilendirdiği için bir sorun teşkil etmez fakat sınırlar ötesi doğal gaz boru hatları için tüketici ülke ile ihraç eden ülke arasında düzenlenecek enerji diplomasisi gerektirir. Ayrıca, doğal gaz ticareti sadece birbiriyle ticaret yapan iki ülkeyi değil, komşu ülkeleri ve Ukrayna, Türkiye gibi transit ülkeleri de ilgilendirmektedir. Bu değişkenler ortaya çıktıkça, tarafların birbirlerine karşı uyguladıkları (bu tezde Rusya ile AB ülkeleri arasında ele alınacak) enerji politikaları incelenmelidir. Bu argümanlar, ikisi arasındaki ilişkinin yapısı ve açıklaması için uygun bir uluslararası ilişkiler teorisi ile desteklenmelidir. Politik ekonomide çok söz edilen karşılıklı bağımlılık ilişkisi, Rusya ile AB arasındaki doğal gaz ilişkisinde açıkça görülmektedir. İki tarafın birbirine bağımlılığı, iki tarafın birbirlerinin çıkarları doğrultusunda hareket ettiği anlamına gelir. Bununla birlikte, adından da anlaşılacağı gibi, iki tarafın birbirine bağlı olması, ancak üstün bir devletin varlığı varsa, bu ilişki asimetrik bir bağımlılık olarak açıklanabilir. Bu tezde, Rusya-AB doğal gaz ilişkilerinin asimetrik olarak birbirine bağımlı olduğu öne sürülmektedir ki, burada daha az bağımlı olan aktör (Rusya), bağımlılık ilişkisini daha bağımlı olan aktör veya AB'den kaynaklanan bir konuyu tehlikeye sokmada güç kaynağı olarak sıklıkla kullanmaktadır. Neoklasik gerçekçiliğe vurgu, uluslararası ilişkilerde güvenliği ve politikayı ön planda tutmak ve Rusya'nın AB'ye yönelik dış doğal gaz politikasını etkileyen bir iç düzey değişkeninin (Gazprom) varlığından söz edilmektedir. Rusya-AB doğal gaz politikalarını analiz ettikten sonra varılacak nihai sonuç şöyledir: Rusya ile AB arasında doğal gaz ilişkisi açısından asimetrik bir karşılıklı bağımlılık olması mümkündür ve bu bağımlılık, ikisi arasında alternatif projeler olmadığı sürece uzun vadede devam edecektir.Item Nuclear wıll of north korea: An Exceptıonal case of deterrence strategy(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2018) Koçtaş, Görkem; Karadağ, HalukAs being state who gained the most attention from all over the world, North Korea has been one of the unique countries which international system has ever seen. With her sole and unparalleled Juche regime which emphasizes on government’s self-reliance policy and unpredictable leaders, North Korea has not ceased her dedication to develop nuclear weapons. Since her establishment in 1950 with Korea War and also with 38th Parallel, Democratic People’s Republic of Korea have been trying to enhance her military, economy, industry and also mass weapons of destruction programme. With Union of Soviet Socialist Republics assistance, North Korea was able to start her Nuclear Weapon programme by saying that it was for peaceful uses in 1980. However, her abrupt development and receiving aid from the Soviet Union disturbed USA and European countries. Therefore, North Korea signed Treaty on the Non-Proliferation of Nuclear Weapons in 1993 but she said that she withdrew from the agreement which led first North Korea Nuclear crisis to break out. Although USSR(Union of Soviet Socialist Republics) was collapsed in 1991, North Korea has not left her devotion to nuclear weapons. With her new leader, Kim Jong Un who took power from his father’s abrupt death in 2011, have been aggressive for developing and testing mass weapons of destruction. Since 2009, North Korea made her first missile test in 2012 which was done successfully. Thus, North Korea has become a serious threat which could cause a major effect with her missiles in the international area. North Korea’s possession of nuclear weapons gives concern to her neighbours and also USA who she designated as her archenemy. With President Donald Trump’s inauguration and his words of “ bring Fire and Fury” to Northern part of Korean peninsula, made two state’s relationship to be conflicted. However, relations of USA and North Korea have been strained ever since. DPRK(Democratic People’s Republic of Korea) knows that USSR possessed mass weapons of destruction and used them as deterrent strategy. And she challenged the USA with those weapons. Thus, North Korea, with her nuclear power, she is able to maintain her unique Juche regime as well as her politics both inside and outside without any state especially USA to interfere. Therefore, by using nuclear weapons programme as a deterrence strategy, North Korea have been advancing in her programme and continuing to challenge USA and other states with her mass weapons of destruction. Under the question of why North Korea is willing to develop and possess nuclear weapons and in order to answer and defend thesis question, case study approach is used which approaches a problem with different angles. As the thesis qualitative one, two results were reached. The first result for North Korea’s and the second result for other state’s. For the first result, it is indicated that North Korea is aware of her unique and unparalleled regime and therefore, in order to avoid USA and also other states to interfere her politics and destroy her regime, she uses nuclear weapons a deterrence tool. Accordingly, North Korea needs mass weapons of destruction in order to support her regime, economy and future of her country. For the second result, all of the states have their reasons for North Korea in terms of mass weapons of destruction. However, they all compromise on one thing: They do not want North Korea to be threat to whole world. In addition, they are against proliferation of nuclear weapons. Because in the past, Second World War set an example of a nuclear war which could only bring chaos, millions of casualties. Therefore, states are against North Korea’s ambition to develop mass weapons of destruction. Although they are trying to stop her with sanctions by the United Nations, North Korea does not seem to give up her nuclear weapons yet. Dünyanın en fazla ilgi gören devletlerin biri olan Kuzey Kore, uluslararası sistemin tanık olduğu eşsiz ülkelerden biri olmuştur. Benzersiz Juche rejimi ve eşsiz liderleri ile, Kuzey Kore nükleer silah geliştirme konusundaki kararlılığını hala devam ettirmektedir. 1950'de Kore Savaşı ve 38. Paralel ile kuruluşundan bu yana, Kuzey Kore askeri alandaki kitle imha silahlarını geliştirmeye çalışmaktadır. SSCB’nin yardımı ile Kuzey Kore, Nükleer silah programını 1980'de barışçıl kullanımlar için olduğunu söyleyerek başlatabilmiş ancak, almış olduğu söz konusu yardım ABD ve Avrupa ülkelerini rahatsız etmiştir. Bu nedenle Kuzey Kore 1993 yılında Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması'nı imzalamaya zorlanmış, daha sonra anlaşmadan çekildiğini söylemiştir. Her ne kadar 1991'de SSCB çökmüş olsa da, Kuzey Kore nükleer silahlara olan bağlılığını bırakmamıştır. 2011'de babasının ani ölümü yüzünden liderliği devralan yeni lider, Kim Jong Un, kitle imha silahlarını geliştirmek ve test etmek konusunda babasından ve büyükbabasından daha saldırgan bir politika takip etmiştir. Kuzey Kore, 2009 füze testlerinden bu yana, 2012’de füze denemesini başarıyla tamamlamıştır. Böylece, Kuzey Kore , uluslararası sistemin önünde, nükleer füzeleri ile devletler için büyük tehdit haline gelmiştir. Kuzey Kore’nin baş düşmanlarından biri olarak saydığı ABD de, Kuzey Kore’nin nükleer güce sahip olmamasını isteyen ülkelerdendir. Donald Trump’ın ABD başkan olmasıyla ve Kore yarımadasının Kuzey kısmına “ateş ve öfke sözleriyle, iki devletin ilişkileri daha da kötüleşmiştir. Ancak, her iki ülkenin ilişkileri gerginleşse de , Kuzey Kore, kitlesel imha silahlarını ABD ve müttefiklerine caydırıcı bir etken olarak kullanmaya devam etmektedir. Kuzey Kore, zamanında SSCB'nin nükleer silahlara sahip olduğunu ve bu füzelerle ABD'ye meydan okuduğunu ve hatta bunları bir caydırıcı etki olarak kullandığını bilmektedir. Nükleer silah programını caydırıcı bir strateji olarak kullanan Kuzey Kore, kitlesel imha silahlarını geliştirmeye ve ABD ve diğer devletlere de kafa tutmaya devam etmektedir. Kuzey Kore, nükleer füzelerinin verdiği caydırıcılık avantajı ile diğer ülkeleri özellikle ABD’yi kendi iç ve dış politikasından uzak tutabilmeyi başarmıştır. Kuzey Kore neden Nükleer silahlanmayı geliştirmek ve sahip olmak istiyor soru altında, Vaka çalışması yaklaşımını kullanarak sorumu cevaplamaya çalıştım. Vaka çalışması yaklaşımı, bir problemi farklı açılardan inceler ve bu tez de nitel bir tez olduğu için bu tekniğin uygun olduğu düşünülmüştür. Tezde iki sonuca ulaşılmıştır: İlk sonuç Kuzey Kore için, ikinci sonuç ise diğer devletler içindir. İlk sonuçta, Kuzey Kore’nin, eşsiz ve rakipsiz rejimin farkında olduğu ve herhangi bir müdahaleyi, özellikle ABD ve diğer devleti engelleyebilmek için nükleer silahlarını caydırıcılık aracı olarak kullandığı noktasına ulaşılmıştır. Bu yüzden de Kuzey Kore’nin, rejimi, ekonomisi ve geleceği için nükleer güce ihtiyacı vardır. İkinci sonuç için ise, bütün devletlerin nükleer silahlanma hakkında Kuzey Kore karşı nedenleri olduğu belirtilebilir. Lakin, bütün devletlerin ortak bir görüşü var: Kuzey Kore dünyaya bir tehdit olmamalı ve nükleer gücü yayılmamalı. Çünkü İkinci Dünya Savaşı, nükleer savaşın sadece kaos, milyonlarca ölüm getirmesine örnek teşkil etmiştir. Bu yüzden, devletler Kuzey Kore’nin kitlesel imha silahlarını geliştirme ve sahip olma hırsına karşı çıkmaktadırlar. Birleşmiş Milletler tarafından uygulanan yaptırımlarla Kuzey Kore durdurulmaya çalışılmaktadır, ama Kuzey Kore, nükleer silahlanmayı bırakacak gibi de gözükmemektedir.Item The Role of Lobbying Activities During the EU Membership Process of Turkey(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2023) Şenel, Eda; Mercan, Süleyman SezginDecision-making in democratic systems is an open process. It is a process in which before decisions are made, public authorities learn the opinions and views of relevant parties and find a way to compromise. The parties affected by the decisions will try to influence the authorities in line with their interests. These activities, called lobbying, have become an important part of the political culture in modern democratic countries. The aim is to influence the political mechanism in decision-making processes. These structural features in democratic systems are also reflected in the structure of the European Union (EU). Turkey is a unique example for one of the longest membership processes a country has had to the EU and the role of lobbying is valuable in terms of introducing Turkey throughout this process. Lobbying is based on an ethical framework in the EU and transparency is essential. Contrary to this, in Turkey, lobbying activities have not been placed in an official framework nor a legal basis and it is an informal field. Examining the role of lobbying and how it is socially constructed in this relationship accordingly with interests and as a result of interactions, will help to better understand some of the EU's criticisms of Turkey and Turkey’s deficiencies in this area. It would not be correct to attribute the current point of Turkey-EU relations entirely to lobbying, but despite this long-standing relationship with ups and downs, both sides do not give up on each other and examining the role of lobbying will bring a different perspective to their relations. Demokratik sistemlerde karar alma mekanizması açık bir süreçtir. Alınacak kararlar öncesinde ilgili tarafların konu ile ilgili düşüncelerini öğrenmek, görüşlerini almak ve uzlaşma yolu bulmak kamu otoritelerinin izlediği bir yoldur. Çıkacak kararlardan etkilenecek taraflar da kendi çıkarları doğrultusunda otoriteleri etkilemeye çalışırlar. Lobicilik olarak adlandırılan bu faaliyetler, çağdaş demokratik ülkelerde siyasi kültürün önemli bir parçası haline gelmiştir. Bu faaliyetler karar alma süreçlerinde siyasi mekanizmayı etkilemeyi amaçlarlar. Demokratik sistemlerdeki bu yapısal özellikler Avrupa Birliği’nin (AB) yapısına da yansımıştır. Türkiye (TR), AB’ne en uzun üyelik süreci olan ülkeler arasında eşsiz bir örnektir ve bu süreçte tanıtımı açısından lobiciliğin rolünün değerli bir yeri vardır. Lobicilik AB’de etik ve yasal bir çerçeveye oturtulmuştur, şeffaflık esastır. Türkiye’de ise lobicilik faaliyetleri resmi bir çerçeveye oturtulmamıştır, düzensiz yapılmaktadır ve gayri resmi bir alandır, etik bir çerçevesi çizilmemiştir. Etkileşimler sonucunda tarafların çıkarlarına göre sosyal olarak inşa ettiği bu karşılıklı ilişkide lobiciliğin rolünü incelemek AB’nin TR’ye yönelik bazı eleştirilerinin daha iyi anlaşılmasına ve TR’nin bu alandaki eksiklerinin görülmesine yardımcı olacaktır. Türkiye ile AB ilişkilerinin geldiği noktayı bütünüyle lobiciliğe bağlamak doğru olamaz, ancak uzun süredir devam eden bu inişli çıkışlı ilişkiye rağmen iki taraf da birbirinden vazgeçmemektedir ve lobiciliğin rolünün incelenmesi buna bir farklı bir boyut katacaktır.Item Soğuk savaş sonrasında nato ve yapısal değişiklikler(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2022) Ok, Ege; Mercan, S. SezginBu tezde, NATO’nun uluslararası alanda siyasi etkinliğinin arttırılması sürecinde, örgütün stratejik vizyonunu dönemsel olarak değiştirme girişimlerinin nedenleri incelenecektir. Bu bağlamda NATO’nun Transatlantik alanında, örgütsel faaliyetlerini ve diğer bölgelere de etkisini genişletme politikasında oluşan değişimler gösterilmeye çalışılacaktır. Örgüt kurulduğu tarihten itibaren Rusya Federasyonu’nun, önceki adıyla SSCB’nin, dizginlenmesi ve yayılmasını önleme düşüncesi ön planda yer almaktadır. SSCB dağıldıktan sonra ise NATO gerek kendi üye devletleri tarafından gerekse diğer dünya devletleri tarafından misyonunu tamamlamış bir örgüt olarak görülerek varlığı sorgulanmaya başlanmıştır. Bu tez kapsamında yeni politika açılımları gösteren NATO’nun, Soğuk Savaş koşullarından günümüze kadar olan politik değişim ve karar mekanizmalarındaki önceliklerin dönüşümü açıklanacaktır. Diğer taraftan, NATO’nun üye devletlerinin çıkarları ve dış politikaları arasında farklar gözlenmektedir. Örgütün, süreç içinde Rusya tehdidinden korunma konusundaki ortak politikaları çerçevesinde üye ülkeleri askeri ve ekonomik kaynaklarını bir havuzda toplayarak birleştirmeye yönlendirdiği görülmektedir. Bu durum günümüzde de Çin’in yeni bir tehdit olarak algılanmasından kaynaklı olarak, bu ülkeleri NATO nezdinde önleyici politikalar geliştirmek ve yeni hamleler yapmak zorunda bırakmıştır. Ayrıca tez kapsamında; Libya, Afganistan gibi ülkeleri kapsayan ve NATO’nun etkisini içine alacak bölgesel analizler yapılacaktır. Bu analizler sayesinde NATO’nun zaman içerisinde Kopenhag Okulu çerçevesinde güvenlik algısının ne denli değiştiği ve öncelik sıralamasında devlet güvenliği kapsamından, nasıl farklı sektörlerdeki güvenlik tehditlerine odaklanıldığı ve böylece birey güvenliği gibi farklı sektörlerdeki güvenlikleştirme tutumlarına nasıl geçiş yapıldığı gösterilecektir. Örgütün politik genişleme kapsamında yaşadığı zorluklar ve ikilemler Kopenhag Okulu tarafından öne sürülen argümanlar üzerinden tartışılacaktır. Yeni savaş koşulları altında, yeniden bir politik bütünleşme içerisine giren ittifakın bünyesini sürekli revize ettiği görülmektedir. Değişen dünya düzeni ve savaş konseptlerinin NATO’ya uyarlanması kapsamındaki revizyonlar, yapılan zirveler ve operasyonlar neticesinde şekillenmekte olup, bu tezde dar ve geniş güvenlik anlayışlarının NATO’ya yansımaları gösterilecektir. In this thesis, the main reasons for the attempts to periodically change the strategic vision of the organization in the process of increasing NATO's political effectiveness in the international arena will be examined. In this context, changes in NATO's policy of expanding its organizational activities in the Transatlantic field and its influence in other regions will be evaluated. Since the establishment of the organization, the idea of restraining and preventing the expansion of the Russian Federation, formerly the USSR, has been at the forefront within NATO. After the collapse of the USSR, NATO was seen as an organization that had completed its mission, and its existence began to be questioned both by its own member states and by other world states. In the thesis, NATO’s, which shows new policy initiatives, political change and the transformation of priorities in decision mechanisms from the Cold War to the present will be explained. On the other hand, the differences between the NATO’s member state’s interests and its foreign policies will be observed. It is seen that the organization directed the member countries to gather their military and economic resources together within the framework of their common policies on protection from the Russian threat. Today, this situation has forced these countries to develop preventive policies and take new steps in the presence of NATO due to the perception of China as a new threat. In addition, within the scope of the thesis; regional analyzes covering countries such as Libya, Afghanistan and including the impact of NATO into such countries will be performed. Thanks to these analyzes, it will be shown how much the perception of security has changed over time within the framework of the Copenhagen School of NATO and the transition from the scope of state security to individual security. The difficulties and dilemmas of the organization within the context of political expansion will be discussed through the Copenhagen School. Under the new war conditions, it is seen that the alliance, which has entered a political integration again, constantly revises its structure. The revisions within the context of adapting the changing world order and war concepts to NATO are shaped because of the summits and operations, and the reflections of narrow and broad security understandings on NATO will be shown in this thesis.Item Soğuk savaş döneminde İran ve Türkiye'nin dış politikasındaki ittifak tercihleri: Benzerlikler, farklılıkları(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2019) Altınörs, Mehmet Nur; Güngör, UğurUluslararası ilişkiler ve politikada ittifak önemli bir kavramdır. İki ülke veya ülkeler arasında yapılan ittifak örneklerinin tarih boyunca görülmesine karşın ittifak teorilerinin ortaya atılması ve ilgi görmesi 2.Dünya Savaşı sonrasına rastlar. İttifaklar kısaca gerçek veya algılanan tehdit karşısında başta güvenlik endişesi olmak üzere ülkelerin başka devlet veya devletlerle yapmış olduğu resmi birliktelikler olarak bilinir. İran ve Türkiye değişik isimler ve rejimler altında Ortadoğu coğrafyasında yüzyıllardır etkin rol oynamış önemli iki ülke ve iddialı bölgesel güçler olarak tarih sahnesinde kendisinden bahsettirmişlerdir. İnsanlık tarihinin en kapsamlı, can ve maddi kayıplar bakımından en tahripkar savaşı olan 2.Dünya Savaşı sonrası başlayan dönem “Soğuk Savaş” olarak isimlendirilir. ABD’nin liderliğinde kapitalist-liberal Batı bloğu ve SSCB’nin liderlik yaptığı sosyalist-doğu bloğu olmak üzere iki kutuplu bir politik ve ideolojik dünya sistemi başlamış oldu. Soğuk Savaş tüm Ortadoğu'da yaşanmış olmasına karşın en çok etkilenen iki ülke Türkiye ve İran olmuştur. SSCB ve Varşova paktının 1990 yılında başlayan dağılma süreci Soğuk Savaşın sonunu oluşturmuştur. Kısaca 1945-1990 yıllarını kapsayan bu dönemde ülkeler kendilerini bloklardan birisi içinde yer almaya adeta zorunlu hissetmişlerdir. İran tercihini Batı bloğundan, özellikle ABD’den yana kullanmıştır. Soğuk savaşın önemli bir kısmında Rıza Şah Pehlevi ülkeyi yönetmiştir. Rıza Şah Pehlevi’nin liderliğindeki otoriter monarşi birbirine ideolojik olarak çok zıt grupların ortak düşman Şah karşısında birleşmesine neden olmuştur.Bu güçler Şahlık rejimini devirmiştir. Sonrasında ise 20. yüzyılın en önemli değişimlerinden sayılan İslam Cumhuriyeti kurulmuştur. Soğuk Savaşın son çeyreğinde İran’da çok farklı bir ideoloji ve dış politika egemen olmuştur.Yeni kurulan dini referanslı rejim Orta Doğu coğrafyasında ve belli ölçüde küresel düzeyde ciddi politik değişikliklere ve yeni denge hesaplarına yol açmıştır. Türkiyee İran'a benzer şekilde Ortadoğu'nun güçlü ve iddialı bir ülkesidir. Batı bloğunun askeri kanadını oluşturan NATO'nun tek Müslüman ülkesi olarak Soğuk Savaş döneminin önde gelen ülkelerinden olmuştur. Türkiye Batı bloğu lehine tercihini kullanmıştır.Tezin sorunsalı Batı bloğunda yer almak yönünde verilen kararın her iki ülke bakımından iç ve dış nedenlerini,Soğuk Savaş'ın ileri yıllarındaki değişimlerin nedenlerini, bütünüyle Soğuk Savaş döneminin fayda ve zararlarının başta neorealist teori olmak üzere diğer teroilerinde katkısıyla değerlendirilmesini yapmaktır.İki ülkeyi kıyaslayarak bu konuda yapılmış literatürde az çalışma olduğundan bir katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Alliances are important elements of international relations and politics. Many examples in history have been observed although alliance theories have been proposed and gained attention following World War II. Alliance theories are dominated to a great extent by realist and neoreliast schools of thought. Alliance is basicly known as a response to real or perceived threat to the security of the nation. Alliances may be established either between two states or between groups of states depending upon the circumstanes. They may be formal or informal. Iran and Turkey have been neighbours for centuries and are important actors in Middle East. They both have searched for power and influence in their region. Their mutual relations have fluctuated depending upon domestic affairs and international politics. The end of II. World War, the most devastating war in human history, marked the beginning of a new era in international arena named as “Cold war”. The international political system was divided into two camps under the leadership of United States of America and Soviet Union. United States of America represented the democratic, liberal western bloc while the Soviets represented the socialist eastern bloc.This bipolar system eventually urged countries to make alliances with either of the blocks. Cold war lasted until 1990 when Soviet Union and the Warshaw pact disintegrated which marked the fall of Communist ideology. Iran and Turkey, with similar and reasonable drives preferred to make alliances with western block. Their main concern was to protect their territorial integrity and defend their countries against overt Soviet threat. This threat had historical roots as well as the diplomatic and military initatives taken by USSR during the years of II. World War. During the cold war period both Iran and Turkey suffered from isolation as an inevitable consequence of extreme dependence on west and in particular to USA. Their experience derived from the events and relations of the cold war, Iran and Turkey prompted to revise their international relations and follow relatively multidimensional policies. The detant policy among the two blocks in the following years of cold war faciliated such a limited shift in the international relations of Turkey and Iran. The relations of Iran with USA and other western countries have influnced her relations with Turkey while the reverse is also valid. This thesis aims to analyze the reasons of the alliances of Iran and Turkey during the cold war, pros and cons of their alliances, the events of the cold war, and results of their choices.Search of the literature has revealed not enough studies comparing the two nations during cold war.In that respect contribution to the literature is expected.Item Tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru yeni dünya(Başkent Üniversitesi Avrupa Biriliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2015) Çevik, Ayben; Erkmen, Ahmet SerhatUluslararası sistem, ekonomi, politika, bilim, teknoloji ve askeri faktörlerin sürekli devinin içerisinde olduğu karmaşık bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de dünya üzerinde yaşanan gelişmeler uluslararası sistemi çeşitli şekillerde etkilemiş ve uluslararası sisteminin değişmeye başlamasına sebep olmuştur. Bu tezde, sistem analizi yaklaşımı kullanılarak, Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından ortaya çıkan tek kutuplu sistemin 11 Eylül saldırılarıyla sarsılmaya başladığı ve günümüze kadar yaşanan gelişmelerle uluslararası sistemin çok kutuplu bir sisteme doğru evrilmeye başladığı konusu işlenmiştir. Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan tek kutuplu sistemin lideri ABD olmuştur. Ancak ABD’nin (Afganistan ve Irak müdahalesi gibi) izlediği politikalar sonucu dünya üzerinde eski güvenirliliğinin azalması ve zaman içinde BRICS gibi yükselen ekonomilerin ortaya çıkması gibi faktörlerle uluslararası sistemin değişmeye başladığı görülmüştür. Sonuç olarak, bu tez çalışmasında genel sistem kuramından başlanarak sistemin tanımı, uluslararası sistem ve çeşitleri incelenerek bir altyapı oluşturulmuştur. Sonrasında tarihte karşılığı bulunan tek kutuplu, iki kutuplu ve çok kutuplu sistemler tarihsel verilerinin yardımıyla teorik olarak analiz edilmiştir. Elde edilen bilgiler ışığında Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan ve günümüzde varlığı halen hissedilen ABD liderliğindeki tek kutuplu sistemin çok kutuplu sisteme doğru evrildiği sonucuna ulaşılmıştır. The international system appears to us in a complex structure that includes economy, politics, technology and military factors together in constant action. As it was the case in the past, the developments in the world have influenced the international system in various ways and today have given rise to a change in this system. In this thesis, a System Analysis Approach is used, and the issue of unipolar system that appeared with the end of the Cold War, and the shocks it experienced with the September 11th attacks are investigated. Also, the tranformation of the international system towards a multi-polar system with the developments experienced so far is studied. The leader of the unipolar system that appeared after the Cold War was the USA. However, with the American policies on Afghanistan and Iraq, the former reliability of the USA has decreased. With the emergence of the rising economies like BRICS in time, it has been observed that the international system has started to change. As a result, a background has been formed in this study by examining the system definition, by defining the international system and its varieties. Then the unipolar, bipolar and multi-polar sytems, which have historical counterparts, have been analyzed theoretically with the historical data. In the light of the obtained data, it is concluded that the unipolar system that appeared after the Cold War whose fiery leader was the USA, the effects of which are still felt today, has begun to be transformed into a multi-polar system.Item Türk-Yunan nüfus mübadelesi ve birinci kuşak giritli mübadillerin kimlik süreçleri(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2023) Serdar, Irmak Seren; Şenses Özcan, NazlıTürk-Yunan Nüfus Mübadelesi, 1923 senesinde imzalanan Lozan Barış Anlaşması’ndan hemen sonra uygulamaya konulan ek bir protokol aracılığı ile kendisini hayata geçirmiştir. Anlaşmaya göre, Batı Trakya Türkleri ile İstanbul’da yaşayan Rumlar hariç olmak üzere, Yunanistan’da yaşayan Türkler Türkiye’ye ve Türkiye’de bulunan Rumlar ise Yunanistan’a gönderilmiştir. Böylelikle Anadolu’ya gelen mübadiller, ekonomik ve kültürel anlamda birçok değişiklik yaşamış ve bunun sonucunda iskan edildikleri yeni yerleşim yerlerine uyum sağlamakta zorlanmışlardır. Bu zorluklarla başa çıkmak için her mübadil grup farklı stratejiler geliştirmiştir. Örneğin Midilli'den gelen göçmenler kendilerini ‘Adalı’ kimliğiyle tanımlarken, Girit'ten gelen göçmenler kendilerini Giritli kimliğiyle tanımlamışlardır. Yani hemen hemen her grup içinde bulunduğu grubu referans almış ve bunun sonucunda da kendi sosyal kimliklerini yaratmışlardır. Giritlilik kimliği pek çok yönüyle hem Anadolu’nun yerel halkından hem de diğer göçmen gruplarından ayrılmayı ifade etmektedir. Bu çalışmada 1923 yılında gerçekleşen nüfus mübadelesinin Anadolu’ya gelen Giritli 1.Kuşak mübadillerin kimlik süreçlerine nasıl etki ettiği sosyal kimlik kuramıyla ele alınmıştır. Tez, ‘Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi Sosyal Kimlik Kuramı Bağlamında Giritli 1.Kuşak Mübadillerin Kimlik Süreçlerine Nasıl Etki Etmiştir?’ sorusu etrafında şekillenmiştir. Bu soruyu cevaplamak için gereken bulgular ise; ikincil kaynaklardan, filmlerden, belgesellerden ve romanlardan toplanmıştır.The Turkish-Greek Population Exchange was realized through an additional protocol that was put into effect immediately after the Lausanne Peace Agreement signed in 1923. According to the agreement, except for the Turks of Western Thrace and the Greeks living in Istanbul, the Turks living in Greece were sent to Turkey and the Greeks living in Turkey were sent to Greece. Thus, the immigrants who came to Anatolia experienced many economic and cultural changes and as a result, they had difficulty in adapting to their new settlements. To cope with these difficulties, each exchange group has developed different strategies. For example, while the immigrants from Lesbos identified themselves with the identity of being ‘Islanders’, the immigrants from Crete defined themselves with the identity of Cretan. In other words, almost every group took their group as a reference and as a result, they created their own social identities. The identity of Cretanism in many ways expresses separation from both the local people of Anatolia and other immigrant groups. In this study, how the population exchange that took place in 1923 affected the identity processes of the first generation immigrants from Crete, who came to Anatolia, is discussed with social identity theory. The thesis is shaped around the question of ‘How Did the Turkish-Greek Population Exchange Affect the Identity Process of Cretan 1st Generation Emigrants in the Context of Social Identity Theory?’ The findings required to answer this question are; collected from secondary sources, films, documentaries and novels.Item Türkiye doğal gaz piyasasının liberalizasyon hedefi özelinde Türkiye-Avrupa birliği ilişkileri(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2019) Soruş, Gökhan; Mercan, Süleyman SezginDoğal gaz günümüz dünyasında önemli bir enerji emtiası olarak hayatımızın her alanında kullanılan bir ürün haline gelmiştir. Halihazırda, küresel birincil enerji talebinin %22’si doğal gazdan karşılanmaktadır. Bu nedenle, doğal gazın tüm dünyada, makul fiyatlardan tüketicilerin kullanımına sunulması son derece önem arz etmektedir. Türkiye’nin genel enerji dengesine bakıldığında, doğal gazın ülkemiz birincil enerji talebi içerisindeki payının dünya ortalamasının 10 puan üzerinde, %32 olduğu görülmektedir. 2000 yılında 15 milyar metreküp/yıl (bcma) gaz tüketen ülkemizin talebi, 2018 yılında 50,3 bcma seviyesine ulaşarak 3 kattan fazla artış göstermiştir. Bir çok parametrenin baz alınarak oluşturulan farklı senaryolar da dahi, önümüzdeki süreçte de ülkemizin doğal gaz talebinin artış eğilimini koruyarak 2030’da 65 ila 75 bcma arasında gerçekleşeceği sonucuna ulaşılmıştır. Bu durum, doğal gazın gelecekte de ülkemiz için en önemli enerji kaynaklarından birisi olacağını ortaya koymaktadır. Küresel trendler göz önünde bulundurulduğunda, orta gelir tuzağından kurtulmak başta olmak üzere, ülke ekonomimizin sürdürülebilir kalkınma prensipleri açısından gelişimini temin edebilmek adına doğal gazın uygun fiyatlarla sürekli olarak arz edilmesinin temini ekonomi ve enerji güvenliğimiz açısından olmazsa olmaz bir husus olarak ortaya çıkmaktadır. Ülkemizde bir doğal gaz ticaret merkezinin (trading hub) kurulması yönünde gerçekleştirilecek çalışmalar ve atılacak adımlar bu bağlamda son derece önemlidir. Natural gas has become a product used in every area of our lives as an important energy commodity in today's world. Currently, 22% of global primary energy demand is met by natural gas. Therefore, it is of utmost importance that natural gas is available to consumers around the world at reasonable prices. Referring to Turkey's general energy balance, the share of natural gas in our country's primary energy demand is 10 points above the world average and appears to be 32%. Demand of our country, which consumed 15 billion cubic meters/year (bcma) in 2000, reached 50.3 bcma in 2018 and increased more than 3 times. It is concluded that natural gas demand of our country will continue to increase between 65 and 75 bcma in 2030 by keeping the increasing trend in the coming period in different scenarios based on many parameters. This situation reveals that natural gas will be one of the most important energy sources for our country in the future. Considering global trends, in order to ensure the development of our country's economy in terms of sustainable development principles, especially in order to avoid the middle income trap, the provision of continuous supply of natural gas at reasonable prices emerges as a sine qua non for our economy and energy security. The studies and steps to be taken to establish a natural gas trading center in our country are extremely important in this context.Item Türkiye'de değiştirilen çalışma yaşamı: Ulusal İstihdam stratejisi(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2016) Saklıca, Emre İlhan; Oğuz, ŞebnemUlusal İstihdam Stratejisi, Türkiye’deki çalışma yaşamında köklü değişiklikler meydana getirmeyi amaçlayan ve uluslararası kuruluşlar ile sermayenin talepleri doğrultusunda hazırlanan kapsamlı bir pakettir. Paket, çalışanların en önemli güvencelerinden kıdem tazminatından, çalışma saatlerine, sosyal güvenlik haklarından, kadının işgücüne katılımına varana kadar pek çok değişikliği içeren bir yapıya sahiptir. Çalışmada, Düzenleme Kuramı kullanılarak, 2000’li yılların sonundan itibaren çalışma yaşamında yapılan değişiklikler ve bu değişikliklerin hangi yöntemlerle hazırlandığı, neleri etkileyeceği incelenmeye çalışılmıştır. Kurama göre, devlet artık tek başına, her şeyi yöneten aktör değil, içinde barındırdığı toplumsal katmanlarla bir bütündür. Devlet, sermaye ve ücretli kesim gibi sınıflandırılan bu katmanlar arasında bahsedilen istikrarın sürmesinin en önemli yöntemi, sistemde sorun çıkarması olası kısımların dağıtılarak yeniden yapılandırılmasıdır. Bu bağlamda Türkiye’nin de Post-Fordist dönemde ekonomik istikrarını devam ettirmek için seçtiği yöntem Ulusal İstihdam Stratejisi başlığı altındaki geçici işçilik, esnek çalışma ve kıdem tazminatı konusunda yapılan ve yapılması planlanan değişikliklerdir.Sonuç olarak, bu çalışmada küreselleşme kavramının ortaya çıkışından başlanarak, ekonomik küreselleşme ve Düzenleme Kuramı’nın tanımı yapılmış ve farklı birikim modelleri tarihsel karşılaştırmalarla kuramsal olarak analiz edilmiştir. Sistemin genelinde ortaya çıkan değişiklik ve Türkiye’nin bu süreçte nerede durduğu tartışıldıktan sonra ise kuram yardımıyla Türkiye’deki çalışma yaşamının değişimleri ele alınmıştır. Elde edilen bilgiler ışığında Ulusal İstihdamStratejisi’nin, sistemdeki ülkelerin yaptığı değişikliklerin Türkiye versiyonu olduğu tespit edilmiş, düzenlemenin gelişmiş ülkeler tarafından oluşturulmuş yapılar aracılığıyla Türkiye’ye tavsiye edildiği ve sermaye kesiminin de çıkarları gereği bu değişiklikleri savunduğu tespit edilmiştir. Neoliberal yaklaşımların iddialarının aksine, yapılan değişikliklerin ücretli kesimin yaşamında olumsuz yönde büyük değişiklikler yaratacağı ve güvencesiz, düşük ücretli köleleşmiş bir sınıfın ortaya çıkacağı sonucuna varılmıştır. National Employment Strategy, which is a detailed legal package that aims extensive changes in the working life, has been prepared in accordance with the demands of international organizations and business groups. This package includes many changes in areas such as severence payments, working hours, social security rights and women's participation in the labor force. Using Regulation Theory, this study analyzes the transformations in the working life, as well as the methods through which these transformations were made since the late 2000s. The theory comes up by defining the state as a complete system with lots of social layers but not a solid actor alone. The most important method for maintaining stability among these layers which are classified as state, capital and wage labor is reorganization through the dismissal of problematic parts. In this context, Turkey’s method for maintaining stability in the Post-Fordist era has been the National Employment Strategy which contains changes in areas such as temporary work, labor flexibility and severence payments. In conclusion, this thesis first explains the rise of the globalization concept and defines economic globalization as well as Regulation Theory and then analyzes different accumulation models with historical comparisons. The general changes in the system and the position of Turkey is discussed and changes in the working life of Turkey are explored. According to the results of these analyses, National Employment Strategy is defined as the Turkish version of the general transformation in the system. It is a strategy which is recommended by international organizations and supported by business groups in line with their interests. Contrary to neoliberal approaches, it is also figured out that these changes create negative impacts on workers’ lives by creating a modern slavery class with insecure and low-wage jobs.Item Türkiye’de göçmen kadın emeği ile ilgili yazılmış lisansüstü tezler ve prekarya kavramsallaştırması(Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 2023) Tunç, Dilara; Özcan, Nazlı ŞensesTürkiye’de göçmenler, neoliberal kapitalizm ile beraber esnek ve güvencesiz çalışma koşullarından toplumda en çok etkilenen kesimdir. Neoliberal politikaların sonucunda esnek istihdam biçimlerinde güvencesiz bir şekilde çalışan insanlar prekarya olarak tanımlanmaktadır. Uluslararası emek göçü bağlamında, göçmenlerin gittikleri ülkelerde ucuz iş gücü kaynağı olarak, genelde kayıt dışı işlerde ve düzensiz statülerde çalıştıkları görülmektedir. Göçmen kadınlar bu koşullardan daha olumsuz etkilenmekte ve gerek emek piyasasında gerek sosyal yaşamda toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri deneyimlemektedir. Bu araştırmada, Türkiye’deki sosyal bilimler alanında 2013-2023 yılları arasında “kadın göçmen” ile ilgili yayınlanmış yüksek lisans ve doktora tezlerinde kadın göçmen emeğinin nasıl incelendiği, kavramsal ve teorik çerçevede nasıl ele alındığı incelenmektedir ve bu anlamda daha özelde Türkiye’de çalışan göçmen kadınlar, prekaryanın çeşitli tanımlamaları doğrultusunda değerlendirilmiştir. Migrants in Turkey are the segment of society most affected by flexible and precarious working conditions under neoliberal capitalism. As a result of neoliberal policies, people who work precariously in flexible forms of employment are defined as precariat. In the context of international labour migration, it is seen that migrants generally work in unregistered jobs and irregular statuses as a source of cheap labour in the countries they go to. Migrant women are more negatively affected by these conditions and experience gender inequalities both in the labour market and in social life. In this research, the examination of female immigrant labor in master's and doctoral theses published in the field of social sciences in Turkey between 2013-2023 is investigated. This includes how it is approached in a conceptual and theoretical framework, focusing specifically on immigrant women working in Turkey and evaluating them in line with various definitions of precarity.