Tıp Fakültesi / Faculty of Medicine
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11727/1403
Browse
8 results
Search Results
Item Eritropoetin tedavisi alan kronik hemodiyaliz hastalarında hemoglobin stabilitesinin değelendirilmesi ve hemoglobin stabilitesinin kardiyovasküler hastalık riski üzerine etkisi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Ulaş Güncan, Melda; Torun, DilekAnemi hemodiyaliz tedavisi gören son dönem böbrek yetmezlikli hastalarda hayat kalitesini düşüren en önemli etkenlerden biridir. Bu hastalarda anemi tedavisinde eritropoezi uyaran ilaçlar (ESA) kullanılmaktadır. Kronik böbrek yetmezliğinde hedef hemoglobin (Hb) değeri 11-12 gr/dl olmasına rağmen hastaların büyük çoğunluğunda hemoglobin değerleri normal, yüksek ve düşük değerler arasında dalgalanma göstermekte olup bu dalgalanmanın mortaliteyi artırdığı, kardiyovasküler yapısal değişikliklere yol açtığı öne sürülmektedir. Bu çalışmada ESA tedavisi alan kronik hemodiyaliz hastalarında hemoglobin dalgalanmaları ve bunun kardiyovasküler hastalık riski üzerine etkisini araştırdık. 181 hastanın 12 aylık hemoglobin değerleri incelendi. Hedef Hb düzeyi 11-12 gr/dl aralığı olarak kabul edilip hastalar hemoglobin değerlerine göre sürekli düşük, düşük normal, hedef, normal yüksek, düşük yüksek ve sürekli yüksek olmak üzere göre 6 gruba ayrıldı. Hemoglobin düzeyindeki değişkenliğe göre gruplar, demografik, laboratuar özellikler, kullandığı tedaviler, kardiyovasküler hastalık riski, hospitalizasyon ve ölüm sıklığı ve nedenleri açısından karşılaştırıldı. Toplam 181 hasta 12 aylık ortalama Hb düzeylerine göre sınıflandırıldığında 22 (%12,2) hasta sürekli düşük, 72 (%39,8) hasta düşük-normal, 10 (%5,5) hasta normal-yüksek, 77 (%42,5) hasta düşük-yüksek Hb grubuna dahil oldu. 12 aylık takip süresince Hb değeri sürekli hedefte ve sürekli yüksek olan grupta hasta yoktu. Gruplar diyabet, hipertansiyon, koroner arter hastalığı gibi yandaş hastalıkların varlığı ve diğer demografik özellikler bakımından benzer olup, gruplar arasında mortalite ve kardiyovasküler hastalık gelişimi açısından fark saptanmadı. Yalnızca sürekli düşük Hb grubunda ESA dozları ve kan transfüzyon sayısı diğer gruplara göre anlamlı derecede yüksek saptandı. Bu çalışmada kronik hemodiyaliz (HD) hastalarında yüksek oranda anemi ve hemoglobin değişkenliği gösterilmiş olup bu etkenlerin kardiyovasküler hastalık riski ve mortalite gibi muhtemel olumsuz sonuçları istatistiksel olarak anlamlı saptanmamıştır. Hb değişkenliği ve kardiyovasküler risk arasındaki ilişkinin araştırılması için daha büyük HD hasta grubunda ileriye dönük çalışmalara ihtiyaç vardır. Anemia is one of the most important problems that reduce the quality of life for end-stage renal disease patients undergoing hemodialysis. Erythropoietin stimulating agents (ESAs) are used for treatment of anemia in these patients. Although target Hb value is 11-12 g/dl in patients with chronic kidney disease, these values show fluctuations in the majority of patients. It has been proposed that these fluctuations increase mortality and cause cardiovascular structural changes. In this study we investigated the effect of fluctuations of hemoglobin for the development of cardiovascular risk in chronic hemodialysis patients under treatment of ESA. 181 patients’ hemoglobin values were examined in the last 12 months. Target hemoglobin level was accepted as 11-12 g/dl. Patients were divided into 6 groups according to the level of hemoglobin as; persistently low, low-normal, target, high-normal, low-high, and persistently high. According to the variability in hemoglobin levels groups were compared in terms of the risk of cardiovascular diseases, frequency of hospitalizations and mortality, and demographics, laboratory data, and treatments used. A total of 181 patients were classified according to Hb levels. 22 patients (12,2%) were in persistently low, 72 were (39.8%) in low-normal, 10 were (5.5%) in normal-high, and 77 were (42.5%) in low-high Hb group. During the 12-month follow-up, there were no patients in target and high Hb group. Groups are distributed uniformly in terms of diabetes, hypertension, coronary artery disease, and in terms of other demographic characteristics. There was no difference in terms of mortality and cardiovascular disease development. Only in persistently low Hb group, the ESA doses and the number of blood transfusion were significantly higher than the other groups. In this study, high rates of anemia and hemoglobin variability has been shown in chronic hemodialysis (HD) patients. But the potential adverse consequences, such as the development of cardiovascular diseases and mortality were not statistically related to Hb variability. To determine the relationship between hemoglobin variability and cardiovascular risk factors, prospective studies are needed in the larger HD population.Item Hemodiyaliz hastalarında huzursuz bacak sendromunun biyokimyasal ve klinik parametrelerle ilişkisi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2009) Koç, Serkan Kubilay; Özdemir, Fatma NurhanHuzursuz bacak sendromu (HBS) parestezi ve yanma hissi ile kendini gösteren, istirahat sırasında ve geceleri hastaların etkilenen ekstremitelerini hareket ettirme isteği ile karakterize bir rahatsızlıktır. Çalışmamızda hemodiyaliz hastalarında HBS ile demografik, klinik, biyokimyasal parametreler, depresyon, malnütrisyon ve komorbiditeler arasındaki ilişkiyi değerlendirmeyi amaçladık. Çalışmada depresyon tanısı ve şiddeti için Beck Depresyon Envanteri (BDE),malnütrisyon değerlendirilmesi için Malnütrisyon İnflamasyon Skoru (MİS) ve komorbiditelerin değerlendirilmesi için Charlson Komorbidite İndeksi (CKİ) kullanıldı. Çalışmaya 187 (E/K: 110/77, yaş ortalaması 55.1±14.9 yıl ve ortalama diyaliz süresi 11.1.2±68.5 ay) hasta alındı. HBS 18 (%9.6) hastada saptandı. Uluslararası Huzursuz Bacak Sendromu Çalışma Grubu şiddet skalasına göre ortalama HBS şiddeti 16.7±5.9 olarak bulundu. HBS şiddeti skalaya göre derecelendirildiğinde 3 (%16.7) kişide hafif, 10 (%55.5) kişide orta ve 5 (%27.8) kişide şiddetli HBS vardı. Hastaların %72.2’sinde HBS şiddeti hafif ve orta düzeyde idi. Çok şiddetli HBS’si olan hasta yoktu. Hastaların ortalama BDE skorları 14.4±8.8, MİS puanları 5.2±3.5 ve CKİ değerleri ise 4.7±2.3 olarak saptandı. HBS’si olan grupta olmayan gruba göre kalsiyum değerlerinde yükseklik (9.5±0.6 mg/dL vs 9.0±0.7 mg/dL , p=0.013) dışında gruplar arasında demografik, klinik ve biyokimyasal veriler açısından farklılık saptanmadı. HBS olan ve olmayan gruplar arasında MİS, CKİ ve BDE puanları arasında istatistiksel olarak farklılık saptanmadı . HBS’li hastalarda HBS şiddeti ile BDE arasında pozitif korelasyon saptandı (p=0.023, r=0.289). Diyaliz hastalarımızda batılı kaynaklarda belirtilenden (%20-60) daha az (%9.6) oranda HBS saptandı. HBS’li hastalarda kalsiyum düzeyleri yüksek bulundu ve HBS şiddeti ile BDE skorları arasında pozitif korelasyon saptandı. Diğer biyokimyasal ve klinik parametreler ile HBS’nin ilişkisi saptanamadı. Kalsiyum ve depresyon ile HBS ilişkisi açısından elde edilen sonuçların ayrıntılı çalışmalarla değerlendirilmesi ile diyaliz hastalarındaki HBS sorununun boyutu, patofizyolojisi ve tedavisinin yönlendirilmesi hakkında değerli bilgiler elde edilebilir. Restless legs syndrome (RLS) is a disorder with paresthesia and burning sensation, with a feeling of urge to move the extremities especially in resting and night time. In our study we tried to investigate the relationship between demographic, clinical, biochemical parameters, depression, malnutrition and comorbidities with RLS in hemodialysis patients. Beck Depression Index (BDI) is used for the identification of depression, Malnutrition Inflammation Score (MIS) is used for malnutrition evaluation and Charlson Comorbidity Index (CCI) is used for the identification of comorbidities in hemodialysis patients. We enrolled 187 (M/F: 110/77, mean age 55.1±14.9 year and duration of hemodialysis 111.2±68.5 months) patients. RLS was diagnosed in 18 (9.6%) patients. According to International Restless Legs Syndrome Study Group (IRLSSG) Rating Scale severity of RLS was 16.7±5.9. When the severity of RLS was grouped according to rating scale 3 (16.7%) patient had mild, 10 (55.5%) patients had moderate and 5 (27.8%) patients had severe RLS. RLS severity was mild and moderate in 72.2% of patients. No patient had very severe RLS. The BDI scores of patients was 14.4±8.8, MIS scores was 5.2±3.5 and CCI scores was 4.7±2.3. Except the higher value of calcium in RLS positive group (9.5±0.6 mg/dL vs 9.0±0.7 mg/dL , p=0.013) demographic, clinical and biochemical values were also not different between groups. MIS, CCI and BDI scores were not diferent between groups. In RLS positive patients RLS severity positively correlated with BDI scores (p=0.023, r=0.289). In our dialysis patients we identified lesser prevalance of RLS (9.6%) contrary to European and American literature (20-60%). Serum calcium levels were found to be higher in RLS positive patients and BDI positively correlated with RLS severity. The investigation of relationship of calcium and depression with RLS by further studies can lead to better identification of pathophysiology and modification of treatment in dialysis patients with RLS.Item Hemodiyaliz hastalarında panel eeaktif antikor düzeyini etkileyen parametreler(Türk Nefroloji Diyaliz ve Transplantasyon Dergisi/Office Journal of the Turkish Nephrology, Association 1999;4:188-191, 1999) Özdemir, F.Nurhan; Sezer, Siren; Turan, Minüre; Güz, Galip; Arat, Zübeyde; Gülmüş, Şale; Haberal, MehmetKan transfüzyon sayısı, transplantasyon ve hamilelik hikayesi hemodiyaliz (HD) hastalarında panel reaktif antikor (PRA) düzeyini etkileyen en önemli üç faktör olarak bilinmektedir. Bu faktörlerin dışında da, PRA duyarlılığının nedeni bilinmeyen bir hasta grubunun da varlığı, diğer olası faktörlerin araştırılmasına yol açmıştır. Çalışmamızda merkezimizde HD programında olan hastaların PRA pozitifliğini etkileyen klinik ve laboratuvar parametreleri araştırmayı planladık. Çalışma grubu 94 kadın, 99 erkek hastadan (yaş ortalaması 44.6±15.8 yıl ve hemodiyaliz süresi 42.2+15.3 ay, 100 HCV(-), 93 HCV(+)) oluşuyordu. Otuz hastada renal transplantasyon hikayesi vardı. PRA düzeyi tayini One Lambda Cell Tray kullanılarak gerçekleştirildi. PRA değeri %30'dan yüksek olan hastaların sonucu pozitif kabul edildi. Hastaların yaş, HD süresi, kan grubu, transplantasyon hikayesi, HCV pozitifliği ve aldığı ortalama haftalık r-HuEPO dozu ile PRA pozitifliği arasındaki korelasyon araştırıldı. Çalışmamızda, HD süresi ve transplantasyon hikayesi ile PRA pozitifliği arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki mevcuttu (PRA (+) ve (-) hastaların sırasıyla HD süresi 50.8+40.5 ay, 37.1+38.9 ay, p =0.028, ve transplantasyon hikayesi olan hastaların PRA (+) olma oranı: %90 iken diğer hastalarda %17.2, p=0.0002 olarak bulundu). Hastaların yaş, cinsiyet, kan grubu, kan transfüzyonu sayısı, HCV enfeksiyonu, r- HuEPO dozu ve PRA pozitifliği arasında bir ilişki bulunmadı. Sonuç olarak, HD süresi ve renal transplantasyon PRA sensitizasyonu etkileyen önemli bir faktörlerdir. Bu konuda daha geniş çalışmalara ihtiyaç vardır. Blood transfusion, previous transplantation and pregnancy are the most important factors that influence the panel reactive antibody (PRA) sensitization in hemodialysis (HD) patients. The presence of PRA positive patients who has not been exposed to common triggering fetors have led the investigators to search for other causes of PRA sensitivity. We planned this study to search for the clinical and laboratory parameters and PRA positivity. Our study group was consisted of 94 female and 99 male patients (mean age: 44.6+15.8, mean HD duration: 42.2+15.3 months, hepatitis markers: 100 HCV (-) and 93 HCV ( +). Thirty of the patients had renal transplantation history. PRA measurement was performed with One Lambda Cell Tray. The patients whose PRA levels were more than 30% were accepted to be PRA positive. There was significant relation between transplantation history, HD duration and PRA levels of the patients (HD duration was 50.8+40.5 and 37.1+38.9 months, p =0.028 in PRA (+) and (-) patients respectively and PRA positivity ratio of patients with previous transplantation and those without were 90% and 17.2%, respectively, p=0.0002). We did not find any signifcant relationship between age, gender, HD duration, blood group, number of blood transfusions, r-HuEPO dose, presence of HCV infection and PRA positivity. In conclusion, HD duration and previous transplantation are important factors influencing PRA positivity.Item Hemodiyaliz için enfiye çukuru (snuff-box) arteriyovenöz fistüller(Damar Cerrahisi Dergisİ ,17 (2) ,73-80, 2008) Ekici, Yahya; Karakayalı, Feza Yarbuğ; Yağmurdur, Mahmut Can; Kırnap, Mahir; Moray, Gökhan; Haberal, MehmetBu çalışmada amacımız kliniğimizde gerçekleştirdiğimiz enfiye çukuru arteriyovenöz fistüllerin sonuçlarını analiz ederek bu yöntemi tartışmaktır. Gereç ve Yöntemler: 1999-2007 yılları arasında kliniğimizde düzenli takipleri olan 272 enfiye çukuru arteriyovenöz fıstül geriye dönük olarak değerlendirildi. Gerekli bilgiler hasta dosyalarından ve diyaliz notlarından elde edilmiştir. Tüm olgular yaş, cinsiyet, son dönem böbrek yetmezliği etyolojisi, fistül olgunlaşma ve fistül açıklık oranları açısından değerlendirilmiştir. Bulgular: Hastaların 115'i (%44) kadın, 143 u (%56) erkek ve ortalama yaşları 40.5±8.5 idi. Ortanca takip süresi 50 ay (3-65 ay)'dır. Etyolojide en sık görülen neden %32 diabetes mellitustur. Altı hafta sonundaki olgunlaşma oranı %85 olarak tespit edildi. Bir yıllık açıklık oranları %82 ve 4 yıllık açıklık oranı %53'dir. Fistül açıklık oranları diyabetik olan ve olmayanlarda, erkekler ve kadınlarda, sağ kol ve sol kol AVF'lerde karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık olmadığı görülmüştür. Sonuç: İyi bir fizik muayene ile enfiye çukuru fistülün uygunluğu değerlendirilebilir. Enfiye çukuru fistüllerin iyi olgunlaşma ve uzun dönem açıklık oranları vardır. İlk fistül açılacak uygun hastalarda iyi bir seçimdir. In this study, we aimed to discuss this method by analyzing snuff-box arteriovenous fistula outcomes in our experience. Material and Methods: We analyzed the outcomes of 272 snuffbox arteriovenous fistulas created between 1999-2007. Data was determined patients charts and dialysis records. Patients' demographics, end stage renal disease etiology, fistula maturation and patency rates, complications were evaluated retrospectively. Results: Of the 272 patients, 115 (46%) were women and 143 (54%) were men. The mean age of patients was 40.5+8.5. median follow up period of fistulas was 50 months (range 3-65 months). The most frequent etiologic disease of end stage renal disease was Diabetes mellitus (32%). The maturation rate of snuffbox arteriovenous fistula was 85%. One year and 4 year patency rates were 82% and 53 % respectively. Diabetes, sex and side of the extremity did not significantly affect fistula survival. Conclusion: Feasibility of snuff-box arteriovenous fistula was evaluated with the physical examination of this area. Snuffbox arteriovenous fistulas have good maturation and long-term patency rates. This type of fistulas may be the first choice for suitable patients requiring primary access.Item Üremik pruritus tedavisinde endokannabinoid içerikli nemlendirici kremlerin etkinliği(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2014) Yücel, Sedat; Güleç, A. TülinUremic pruritus is still a common and distressing symptom in patients with chronic renal failure undergoing dialysis treatment, despite advances made in its treatment. Cannabinoids, obtained from marijuana plants, seem to be a rational therapeutic option for pruritic diseases via their antiinflammatory effects. There has been only one study in literature regarding the antipruritic effects of cannabinoids in uremic pruritus. The aim of this retrospective study was to evaluate the efficacy and safety of emollients with endocannabinoids in the treatment of uremic pruritus. All 40 uremic pruritus patients (24 male and 16 female) included in this retrospective study applied a cream with structured natural lipids (derma membrane structure) and endocannabinoids (N-acetylethanolamine and N-palmitoylethanolamide) twice daily for 4 weeks and were followed up for 3 months. İntensity of pruritus was evaluated using two scoring methods: the "Visual analogue scale" and the "Modified itch severity scale". Xerosis was also assessed using the "El Gammal xerosis scale". Pruritus was evaluated before treatment, at weekly intervals during treatment and at biweekly intervals over a 3-month follow-up period. Xerosis was assessed before and after the treatment period. After a 4-week treatment period, pruritus was completely eliminated in 8 patients (20%) and a significant reduction of pruritus was noted in 26 patients (65%) using both scales for itching intensity assessment (p=0.000). Xerosis scores were also significantly reduced in 29 patients (72.5%) (p=0.000). Three months after discontinuation of the treatment, pruritus remained significantly less intensive compared to the beginning of the study (p=0.000). The cream was well tolerated by all patients. The results of our study revealed that emollient creams containing endocannabinoids are an effective and safe option for the treatment of uremic pruritus. In addition, the antipruritic effect of the cream is sustained for a long period after discontinuation of treatment. These emollients could also be of help in controlling xerosis in the patientsItem Hemodiyaliz ile sürekli ayaktan periton diyaliz hastalarının prohepsidin düzeyi yönünden karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2006) Singan, Metin; Sezer, SirenHepsidin demir metabolizmasında ana rol oynamaktadır. Hepsidinin demir emilimini emici incebarsak hücre yüzeyinde, makrofajda, hepatositte ve plasenta hücresinde, hücre içine demir taşınmasını sağlayan ferroportin ile etkileşime girerek engellediği belirtilmektedir. Prohepsidin, hepsidinin öncü molekülü olup hemodiyalize (HD) giren hastalarda düzeyinin yükseldiği gösterilmiştir. Bir başka renal replasman tedavisi olan sürekli ayaktan periton diyaliz (SAPD) hastalarında prohepsidin düzeyi hakkında bir bilgi yoktur. Çalışmamızda HD hastaları ile SAPD hastalarında prohepsidin düzeyini kontrol grubu ile karşılaştırmayı amaçladık. Çalışmaya HD’e giren 40 hasta ile SAPD uygulanan 40 hasta ve 38 sağlıklı kontrol grubu aldık. Malignitesi, demir depo hastalığı, kronik karaciğer hastalığı, viral hepatiti, hamileliği, kronik veya akut inflamasyonu (sedimantasyon > 40 mm/saat ve CRP >10 mg/dl üzerinde olanlar), altı ay içerisinde herhangi bir kan kaybı, böbrek yetmezliği dışında anemi nedeni, vitamin B12, folik asit eksikliği, incebağırsak, mide, duodenum ameliyatı olanlar ve son bir buçuk ayda kan transfüzyonu veya son 10 gün içinde parenteral demir alanlar, serum ferritin düzeyi 100 ng/ml altında veya 800 ng/ml üstünde olanlar ve 300 Ü/kg/hf üstünde EPO tedavisi alan hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Prohepsidin düzeyini 3 gruptaki farkı ile birlikte klinik ve böbrek parametreleri yönünden inceledik. Prohepsidin düzeyleri HD grubunda SAPD ve kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksek bulundu. Prohepsidin düzeyi yönünden SAPD ile kontrol grubu arasında fark tespit edilmedi. Sonuç olarak prohepsidin düzeyi HD hastalarında SAPD hastalarına göre daha yüksek düzeyde olduğunu tespit ettik. Bu farkı açıklamak için yapılan değerlendirmede diyaliz yönteminin fark üzerinde etkili olduğu bulundu.Item Ant-Hcv pozitif hemodiyaliz hastalarında insülin direnci ve arter sertliği risk faktörleri arasındaki ilişki(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2007) Ülkü Adam, Fatma; Sezer, SirenHepatit C virüs (HCV) seropozitivitesiyle karotis arter plak ve karotis intima media kalınlığı arasında sağlıklı toplumda bağımsız ilişki bulunmuştur. Aynı şekilde insülin direnci de ateroskleroz için bir risk faktörüdür ve yine HCV(+) hastalarda Tip 2 DM sıklığının arttığı bilinmektedir. HCV’ünün hemodiyaliz hastalarında insülin direnci ve ateroskleroz üzerindeki etkilerinin belirlenmesi hastaların buna bağlı kardiyovasküler komplikasyonlardan korunması ve tedavilerinin planlanması açısından önemlidir. Bu çalışmada HCV enfeksiyonu olan hemodiyaliz hastalarında insülin direncinin varlığı ve bu hastalarda hepatit C virüsünün ve insülin direncinin ateroskleroz üzerindeki etkilerinin araştırılması amaçlandı. Çalışmaya son dönem böbrek yetmezliği nedeni ile en az 3 aydır hemodiyaliz programında olan benzer yaş, cinsiyet ve hemodiyaliz sürelerine sahip,diyabeti olmayan, normoglisemik 37 HCV(+) ve 30 HCV(-) toplam 67 hasta alındı. Hastaların insülin direnci “homeostasis assesment model” yöntemi ile ölçüldü. Arter sertliği “sertlik indeksi β” ve “elastik modulus” ölçümleri ile değerlendirildi. Çalışmaya alınan HCV(+) hastaların 20’si erkek, 17’si kadın, yaş ortalaması 43.4 ± 16.7 yıl, ortalama HD süresi 97.4±49.5 ay, HCV (-) gruptaki hastaların ise 19’u erkek, 11’i kadın, yaş ortalaması 44.5 ± 16.8 yıl, ortalama HD süresi 82.8±45.1 aydı. HCV(+) hastalarda ortanca HOMA-insülin direnci değeri 1.50 iken HCV(-)hastalarda 1.31 idi. Her 2 grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık yoktu. Sertlik indeksi β ve elastik modulus ölçümleri açısından da HCV(+) ve HCV(-) gruplar arasında farklılık saptanmadı. HCV(+) hasta grubunda bakılan arter sertliği parametreleri yaş, beyaz küre, trombosit, total kolesterol, LDL kolesterol, ürik asit, ortalama arter basıncı, diyastolik kan basıncı ve HOMA-insülin direnci ile pozitif korele iken HCV(-) hasta grubunda arter sertliği ile bu parametreler arasında ilişki gösterilemedi. Sonuç olarak, HCV(+) hemodiyaliz hastalarında insülin direnci ile birlikte aterosklerozla ilişkiyi kuvvetlendirdiğini tespit ettik. HCV (+) hemodiyaliz hastalarının kardiyovasküler morbidite ve mortalitelerinin azaltılması için insülin direnci açısından değerlendirilmeleri faydalı olacaktır. Bu çalışma bu konuda literatürde yapılmış olan ilk çalışmadır.Item Hepatit C virüs enfeksiyonu olan ve olmayan hemodiyaliz hastalarının hayat kalitelerinin karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2007) Afşar, Barış; Sezer, SirenDiyaliz tedavisi, hastaların tüm yaşantısını etkilemekte ve hayat kalitesini olumsuz yönde değiştirmektedir. Hayat kalitesinin bozulması, mortalite ve morbidite ile yakın ilişkili olduğu için diyaliz hastalarında hayat kalite değerlendirilmesinin rutin olarak yapılması önerilmektedir. Kronik Hepatit C virüs (HCV) enfeksiyonu, diyaliz hastalarında çok sık görülen ve kronik karaciğer hastalığının en sık sebebi olan bir enfeksiyondur. Diyalize girmeyen hastalarda HCV enfeksiyonunun hayat kalitesini bozduğunu gösteren birçok çalışma vardır. Diyalize giren hasta grubunda ise HCV enfeksiyonunun hayat kalitesini nasıl etkilediği bilinmemektedir. Çalışmamıza en az 6 aydır, son dönem böbrek yetmezliği nedeniyle haftada 3 kez, 4–5 saat/seans hemodiyaliz yapılan, ortalama diyaliz süresi 108.9±67.0 ay olan 83 anti-HCV antikoru pozitif, 82 anti-HCV antikoru negatif toplam 165 hasta dahil edildi. Hastaların yaşam kalitelerinin değerlendirilmesi SF-36 ölçeğine göre yapıldı. Depresyon belirtilerinin derecesini belirlemek için Beck Depresyon Envanteri kullanıldı. Hastaların sosyodemografik özellikleri hastalardan birebir öğrenildi. Hastaların laboratuar testleri çalışıldı. Çalışmamızda tüm hastalarda ve ayrıca anti- HCV pozitif ve negatif hastalarda SF-36 skorları ile Beck depresyon skorları, sosyodemografik ve biyokimyasal parametreler arasında korelasyonlara bakıldı. Anti-HCV pozitif ve negatif hastaların SF-36 skorlarının karşılaştırılması sonucunda, fiziksel fonksiyon (P: 0.003), fiziksel rol güçlüğü (P: 0.036), ağrı (P: 0.036), genel sağlık (P<0.0001), vitalite (P: 0.005), emosyonel rol (P: 0.048) ve mental sağlık (P: 0.002) skorları ile fiziksel komponent (P: 0.003) ve mental komponent (P: 0.018) skorlarının anti-HCV pozitif hastalarda negatif olanlara kıyasla daha düşük olduğu bulundu. Fiziksel komponent skorunu bağımlı değişken alarak yapılan çoklu lineer regresyon analizinde cinsiyetin (P: 0.015), hemodiyaliz süresinin (P: 0.042) ve serum hemoglobin düzeyinin (P<0.0001) fiziksel komponent skoruna diğer faktörlerden bağımsız olarak etki ettiği saptandı. Mental komponent skorunu bağımlı değişken alarak yapılan çoklu lineer regresyon analizinde ise Beck depresyon skorunun (P: 0.001), anti-HCV antikor pozitifliğinin (P: 0.046) ve serum hemoglobin düzeylerinin (P <0.0001) hastaların mental komponent skoruna diğer faktörlerden bağımsız olarak etki ettikleri belirlendi. Sonuç olarak, hemodiyaliz hastalarında HCV ile enfekte olmak hayat kalitesini, özellikle de mental komponenti, kötü yönde etkilemektedir. Hemodiyaliz hastalarında hayat kalitesinin morbidite ve mortalite üzerinde etkili olduğu göz önüne alındığında, HCV enfeksiyonu da hayat kalitesini olumsuz yönde etkilemek yoluyla, bu hastalardaki artmış morbidite ve mortalite nedenlerinden birisi olabilir. Bu nedenle, hemodiyaliz hastalarında HCV enfeksiyonunun hayat kalitesinin bozulması için bir risk faktörü olduğu, diyaliz hekimleri ve diğer diyaliz personeli tarafından mutlaka akılda tutulmalı ve hastalar bu yönden özenle olarak takip edilmelidir.