Tıp Fakültesi / Faculty of Medicine
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11727/1403
Browse
101 results
Search Results
Item Erişkin obez hastalarda boyun çevresi ile akromiyo-aksillo-suprasternal çentik indeksinin zor entübasyon belirteci olarak karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2018) Çağlayan, Leyla Gül; Eti, Emine ZeynepObezite her geçen gün daha sık karşılaşılan bir sağlık sorunudur ve obez hastalara cerrahi müdahalelerde bulunma sıklığı da her geçen gün artmaktadır. Obez hastalarda en sık görülen sorunlardan biri genel anestezi sırasında havayolu sağlamada karşılaşılan zorluklardır. Cerrahi girişim için hazırlanan hastaların preoperatif değerlendirme sırasında, kolay uygulanabilirliği olan, ölçümü ve değerlendirmesi objektif, güvenirliği yüksek test ve inceleme yöntemlerine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu tez çalışmasının amacı; erişkin obez hastalarda zor entübasyon insidansının belirlenmesi, preoperatif boyun çevresi ölçümünün ve akromiyo-aksillo-suprasternal indeksin zor havayolunun belirlenmesine olan katkısının ve kullanılabilirliğinin araştırılmasıdır. Ocak 2017-Şubat 2018 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi İstanbul Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde elektif şartlarda, endotrakeal entübasyon ile genel anestezi altında opere olan, 18 yaş üzeri, ASA I-III grubunda 100 obez ve 100 obez olmayan hasta prospektif ve gözlemsel çalışmaya dahil edildi. Her iki gruptaki hastalar boyun çevresi ve akromiyoaksillo- suprasternal çentik indeksi (AASI) oranlarına göre 4 alt gruba ayrılarak değerlendirildi. Preoperatif değerlendirmede hastaların demografik özellikleri, ağız açıklığı, Mallampati sınıflaması (MLP), mandibular protrüzyon varlığı, tiromental mesafe ölçümü, boyun hareket kısıtlılığı varlığı, boyun çevresi ölçümü, yapılacak olan ameliyat türü, komorbid hastalık varlığı ve akromiyo-aksillo-suprasternal çentik indeksi kaydedildi. İntraoperatif değerlendirmede ise hastada maske ile havalandırma zorluğu, entübasyonda kullanılan yöntem, entübasyon deneme sayısı, entübasyonu deneyen kişi sayısı, Cormack- Lehane derecesi (C-L), kullanılan ilaçlar ve entübasyon zorluk skalası kaydedildi. Tüm hasta gruplarında zor entübasyon ile C-L arasında lineer iyi dereceli korelasyon (r=0,622, p=0,0001), boyun çevresi ile düşük-orta dereceli korelasyon (r=0,322, p<0,0001), MLP arasında düşük pozitif korelasyon (obez olmayan r=0,438, p<0,0001; obez r=0,291, p=0,003), sternomental mesafe ile düşük negatif korelasyon bulundu (r=-0,185, p=0,009). Akromiyoaksillosuprasternal çentik indeksi ile zor entübasyon arasında korelasyon saptanmadı. Sonuç olarak; çalışmamız zor entübasyon belirteci olarak kullanılan Cormack-Lehane derecelendirmesi, Mallampati testi ve boyun çevresi ölçümünün tüm hastalarda zor havayolu öngörüsünde yardımcı olduğunu ancak Akromiyoaksillosuprasternal çentik indeksi’nin zor havayolu belirteci olarak anlamlı olmadığını göstermiştir. Obesity is becoming a health problem that is encountered more commonly every day, and the frequency of surgical interventions carried out on obese patients is also increasing. One of the most common problems seen in obese patients is the difficulty encountered in the airway management during general anesthesia. Patients prepared for surgery require objective and reliable tests and examination methods that are easy to perform, to measure and to evaluate during preoperative assessment. The aim of this thesis is to determine the incidence of difficult intubation in adult obese patients, to investigate the contribution and feasibility of the measurement of preoperative neck circumference and acromio-axillo-suprasternal index in predicting difficult airways. 100 Obese and 100 non-obese patients who had undergone a surgical operation under general anesthesia with endotracheal intubation at Başkent University Istanbul Medical and Research Center between January 2017 and February 2018 were included in the prospective and observational study. Patients were above 18 years of age and were ASA group I-III. Patients in both groups were divided into four subgroups in terms of the neck circumference and acromio-axillo-suprasternal notch index (AASI). Patients' demographic characteristics, mouth opening, Mallampati classification (MLP), presence of mandibular protrusion, measurement of thyromental distance, presence of neck restriction, measurement of neck circumference, type of the planned operation, presence of any comorbidity and acromio-axillo-suprasternal notch index were recorded preoperatively. Intraoperative evaluation included difficulty in ventilation with the mask, intubation method, number of the intubation attempts, number of the persons attempting intubation, Cormack-Lehane grade (C-L), medications administered and intubation difficulty scale. There was a high linear correlation between difficult intubation and CL in all patient groups (r=0.622, p=0.0001), low to moderate correlation with neck circumference (r=0.322, pItem Böbrek ve üriner sistem konjenital anomalisi (cakut) olan hastalarda BMP4 gen mutasyonunun önemi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2018) Şahin, Vildan; Baskın, Sıdıka EsraAmaç: Böbrek ve üriner sistem konjenital anomalileri (CAKUT); böbrek ve idrar yollarının morfogenezindeki kusurlardan kaynaklanan, yapısal malformasyonları içeren geniş bir hastalık grubunu ifade eder, çocukluk çağında morbidite ve mortalitesi yüksektir. CAKUT patogenezinde rol alan genetik faktörler konusundaki bilgiler yetersizdir. Biz bu çalışmamızda BMP4 mutasyonun CAKUT’lu hastalarda sıklığı ve önemini araştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi Çocuk Nefroloji Polikliniğinde takip edilmekte olan 0-18 yaş arasındaki 96 CAKUT tanılı hasta dahil edildi. Kontrol grubu olarak genel pediatri polikliniğine başvuran ve herhangi bir üriner sistem anomalisi olmayan benzer yaş ve cinsiyetteki 96 hasta alındı. Tüm hastalarda DNA analizi ile BMP4 genindeki varyasyonlar incelendi. Bulgular: Çalışmamıza CAKUT tanısı ile izlenen 96 hasta ( 46’sı (%47.9) erkek, 50’si (%52.1) kız ) dahil edildi. Hasta grubunda medyan yaş 6.4 yıl (min-max:0,1-18), kontrol grubunda ise 6.1 yıl (min-max:0,5-18)’ idi. Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında cins ve yaşlar benzerdi. CAKUT’lu hastalarda BMP4 sıklığı kontrol grubuna göre 2.2 kat daha fazla idi (p<0.05). CAKUT’lu hastalarda BMP4 geninde varyasyon görülme oranı %39.6 olarak bulundu. BMP4 geninde 12 varyasyon tespit edildi. c.450G>C (pN150K) varyasyonu CAKUT grubunda 4 hastada (%4.1) mevcuttu. Kontrol grubunda ise hiç bir hastada görülmedi. Bu 4 hastanın hepsi hipoplazi/displazi tanısı ile izlenmekteydi. Sonuç: Sonuç olarak çalışmamız BMP4 geninde bulunan varyasyonların CAKUT patogenezinde özellikle hipoplazi/displazi gelişiminde rolü bulunduğunu göstermektedir. Ancak patogenezde tek genden ziyade birden farklı genlerin etkileşiminin CAKUT’un ortaya çıkmasında rolü olabileceği düşünülmektedir. Bu konuda daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. Objective: Congenital anomalies of kidney and urinary system (CAKUT) refers to a large group of diseases, including structural malformations, caused by defects in the morphogenesis of the kidneys and urinary tract, resulting in increased morbidity and mortality in childhood. Data related with genetic factors involved in the pathogenesis of CAKUT is inadequate. In this study, we aimed to investigate the frequency and importance of BMP4 mutation in patients with CAKUT. Material and method: Ninety six patients with CAKUT were included to the study. Patients ages were between 0-18 years and were followed in BaĢkent University Ankara Hospital Pediatric Nephrology Unit. The healthy control group consisted of 96 patients of similar age and gender and did not have any urinary system anomalies. Variations in the BMP4 gene were examined in all patients with DNA analysis. Results: 46 (47.9%) male and 50 (52.1%) female were included in the study. Median age was 6.4 years (min-max: 0.1-18) in the patient group and 6.1 years (min-max: 0.5-18) in the control group. Compared with the control group, the sex and age were similar. In patients with CAKUT, the BMP4 frequency was 2.2 times higher than the control group (p <0.05). The rate of variation in the BMP4 gene among patients with CAKUT was found to be 39.6%. There were 12 variations in the BMP4 gene. Variant c.450G>C (pN150K) was found in 4 patients (4.1%) in the CAKUT group while it was not present in the control group. All of these 4 patients were diagnosed with hypoplasia/dysplasia. Conclusion: Our study showed that variations in the BMP4 gene play a role in the pathogenesis of CAKUT, especially in the development of hypoplasia/dysplasia. However, it is thought that the interaction of different genes in this matter may play a role in the emergence of CAKUT. Further studies are needed in this regard.Item Minimal akımlı sevofluran ve desfluran anestezilerinin hemodinami, vücut sıcaklığı ve anestezik tüketimi üzerine etkileri(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2018) Taşkın, Duygu; Gedik, EnderGenel anestezi, intravenöz olarak uygulanan sedatif hipnotikler sonrasında idame için taşıyıcı medikal gaz içinde inhalasyon anesteziklerinin uygulanmasıyla sağlanır. Taşıyıcı gazın miktarı anestezi hızını, derinliğini, inhale edilen gaz ve buharların tüketimini belirler. Düşük akımlı anestezi, yeniden soluma sistemi kullanılarak karbondioksit (CO2) absorbsiyonundan sonra ekshale edilen gaz karışımının en az %50’sinin akciğerlere geri dönmesiyle sonuçlanan bir tekniktir. Minimal akımlı anestezi ise bir çeşit düşük akım tekniği olup taze gaz akımının 0,5 mL/dk’ya düşürüldüğü anestezi yöntemidir. Minimal akımlı anestezinin klinik, ekolojik ve ekonomik açıdan üstünlükleri bulunmaktadır. Güncel genel anestezi pratiğinde yaygın olarak kullanılan sevofluran ve desfluranın düşük kan/gaz çözünürlüğüne sahip olmaları ve modern anestezi cihazlarının teknik üstünlükleri, bu ajanların düşük ve minimal akımlı anestezi için ideal ve güvenli inhalasyon anestezikleri olarak seçilmelerini sağlamıştır. Çalışmamızda minimal akımlı sevofluran ve desfluran anestezilerinin hemodinamik parametreler, vücut sıcaklığı, anestezik tüketimi ve maliyet açısından karşılaştırılması amaçlandı. Çalışmamıza etik kurul onayı alındıktan sonra genel anestezi altında 60 dakikadan uzun sürmesi beklenen elektif cerrahi geçirecek 18 yaş ve üzeri, ASA I-II fiziksel statüye sahip 120 hasta dahil edildi. Minimal akım kullanma imkanı veren Dräger Perseus® A500 anestezi iş istasyonu kullanıldı. Hastalar randomize olarak sevofluran (Grup S) ve desfluran (Grup D) gruplarına ayrıldı. Operasyon odasına alınan hastaların yaş, cinsiyet, vücut ağırlığı, boy, vücut yüzey alanı gibi demografik bilgileri kaydedildi. İndüksiyon öncesi elektrokardiyogram (EKG), non-invaziv kan basıncı, pulse oksimetre, indüksiyon sonrası nazofarengeal vücut sıcaklığı, endtidal karbondioksit basıncı (EtCO2) ve train-of-four (TOF) monitorizasyonu yapıldı. Ameliyathane oda sıcaklığı sabit tutuldu. Bazal vital ölçümler kaydedildi. Tüm olgulara 6 L/dk’dan %100 oksijen (O2) ile üç dakika süreyle pre-oksijenizasyon yapıldı. Kırk mg prilokain, 2,5 mg/kg propofol, 1 μg/kg fentanil ve 0,6 mg/kg roküronyum bromür sonrası endotrakeal entübasyon yapıldı. Entübasyon sonrası fraksiyone inspiratuar oksijen konsantrasyonu (FiO2) %40’a, taze gaz akımı 4 L/dk’ya indirildi ve hastanın grubuna göre minimum alveoler konsantrasyon (MAK) 1,5 olacak şekilde sevofluran veya desfluran başlandı. Taşıyıcı gaz olarak medikal hava kullanıldı. Olgular volüm kontrollü modda, tidal hacim 6-8 mL/kg, solunum frekansı 12/dakika, ekspirasyon sonu pozitif basınç (PEEP) 5 cmH2O olacak şekilde ventile edildi. EtCO2 değeri 30-40 mmHg olarak hedeflendi. Tüm olgularda FiO2, fraksiyone inspiratuar karbondioksit konsantrasyonu (FiCO2), fraksiyone inspiratuar ajan konsantrasyonu (Fiajan), fraksiyone ekspiratuar ajan konsantrasyonu (Feajan) izlendi. İki grupta da MAK değeri 0,9’a ulaştığında taze gaz akımı 0,5 L/dk olarak düşürüldü ve FiO2 %68’e çıkarıldı. Bu MAK değeri vakanın sonuna kadar korundu. Kalp hızı, sistolik arteriyel basınç (SAB), diyastolik arteriyel basınç (DAB), ortalama arter basıncı (OAB) ve periferik oksijen saturasyonu (SpO2) indüksiyon sonrası 1., 5., 10., 15., 30. ve sonrasında 30 dakikada bir; nazofarengeal vücut sıcaklığı, Fiajan, Feajan, FiO2, FiCO2, MAK değerleri, ekspiryum dakika volümü (MVe) ve EtCO2 indüksiyon sonrası 5., 10., 15., 30. ve sonrasında 30 dakikada bir kayıt edildi. Cerrahi işlem sonlanınca vaporizatör kapatıldı ve taze gaz akımı artırıldı (4 L/dk, FiO2 %100). Manuel solutma ile hastanın spontan solunuma geçmesi sağlandı, kas gevşetici antagonize edildi. Vaporizatör kapatıldıktan sonraki 3., 6. dakikalarda ve sonrasında dakikada bir hastalara göz açma komutu verildi. TOF oranı %100 olduğunda ekstübasyon gerçekleştirildi. Ekstübasyona kadar geçen süre ve göz açma süresi kayıt edildi. Biro’nun formülünün ve Dräger Perseus® A500 anestezi iş istasyonunun tüketim hesapları karşılaştırıldı. Grup S ve Grup D’de hastaların demografik verileri ve hemodinamik parametreleri benzerdi. MAK’ın 0,9’a ulaşma, ekstübasyon ve göz açma sürelerinde; anestezik, O2 ve hava tüketimlerinde, Biro’nun formülünün ve Dräger Perseus® A500 anestezi iş istasyonunun tüketim hesaplarında her iki grupta anlamlı farklılık saptandı. Diğer verilerde iki grup arasında istatistiksel fark bulunmadı. Çalışmamızda vaka başına sevofluran tüketimi 23,6 ± 10,9 mL, desfluran tüketimi 31,6 ± 12,0 mL olarak bulundu. Biro’nun formülüne göre sevofluran tüketimi 11,5 ± 3,8 mL, desfluran tüketimi 21,6 ± 8,1 mL olarak hesaplandı. Sevofluran grubunda oksijen tüketimi 115,2 ± 34,0 L, hava tüketimi 49,8 ± 19,5 L, MAK‘ın 0,9’a ulaşma süresi 7,3 ± 3,2 dk, ekstübasyon süresi 7,1 ± 2,5 dk, göz açma süresi 10,7 ± 2,7 dk iken desfluran grubunda oksijen tüketimi 95,7 ± 19,6 L, hava tüketimi 32,5 ± 11,8 L, MAK‘ın 0,9’a ulaşma süresi 4,2 ± 1,5 dk, ekstübasyon süresi 6,1 ± 1,8 dk, göz açma süresi 7,9 ± 2,2 dk olarak bulundu. Çalışmamızda minimal akımlı desfluran uygulaması ile sevoflurana göre daha hızlı hedef MAK değerine ulaşıldığı, ekstübasyon ve göz açma sürelerinin daha kısa olduğu, anestezik, O2 ve hava tüketimlerinin daha az olduğu görüldü. Bu bulgularla desfluran ile daha hızlı uyku ve uyanıklığa geçiş olduğunu ve bu hızlı geçişin de anestezik tüketimini azalttığını söyleyebiliriz.Sonuç olarak; minimal akımlı desfluran anestezisinin, minimal akımlı sevofluran anestezisine göre daha olumlu sonuçları olduğunu ve bu sonuçların daha kapsamlı çalışmalarla desteklenmesi gerektiği kanaatindeyiz. General anesthesia is achieved by administration of inhalation anesthetics in the carrier medical gas after intravenous sedative hypnotics. The amount of carrier gas determines the rate of anesthesia, its depth, and the consumption of inhaled gases and vapors. Low flow anesthesia is a technique that results in return of at least 50% of the exhaled gas after carbondioxide (CO2) absorption using the re-breathing system. Minimal flow anesthesia is a kind of low flow anesthesia technique in which fresh gas flow is reduced to 0.5 mL/min. Minimal flow anesthesia has clinical, ecological and economical advantages. The low blood-gas solubility of sevoflurane and desflurane, which are commonly used in current general anesthesia practice, and the technical superiority of modern anesthesia devices ensure that these agents are selected as suitable and safe inhalation anesthetics for low and minimal flow anesthesia. In this study, we aimed to compare the minimal flow sevoflurane and desflurane anesthesia in terms of hemodynamic parameters, body temperature, anesthetic gas consumption and cost. After the ethics committee approval, 120 patients with ASA I-II physical status over 18 years of age who underwent elective surgery for longer than 60 minute after general anesthesia were randomized into two groups: sevoflurane (Group S) or desflurane (Group D). The Dräger Perseus® A500 workstation that allows minimal flow was used. Patient characteristics as age, gender, body weight, height, body surface area were recorded. Before induction electrocardiogram, non-invasive blood pressure, pulse oximetry were monitored. Following induction nasopharyngeal body temperature, endtidal carbondioxide pressure (EtCO2) and train-of-four (TOF) monitoring were performed. In all cases, operating room temperature was kept constant. Initial vital measurements were recorded. Pre-oxygenation was performed for 3 minutes with 6 L/min to 100% oxygen in all cases. Endotracheal intubation was performed after administration of 40 mg prilocain, 2.5 mg/kg propofol, 1 μg/kg fentanyl and 0.6 mg/kg rocuronium bromide. Fractional inspirium oxygen concentration (FiO2), was reduced to 40% and fresh gas flow was 4 L/min after intubation and sevoflurane or desflurane was started as 1.5 minimal alveolar concentration (MAC) according to the patient's group. Medical air was used as carrier gas. The cases were ventilated in volume controlled mode with 6-8 mL/kg tidal volume, 12 breaths/min and 5 cmH2O positive end-expiratory pressure (PEEP). EtCO2 was maintained 30-40 mmHg. In all cases FiO2, fractional inspirium carbondioxide pressure (FiCO2), fractional inspirium agent concentration (Fiagent), fractional expirium agent concentration (Feagent) were recorded. In both groups, when the MAC value reached 0.9, fresh gas flow was reduced to 0.5 L/min and FiO2 was increased to 68%. This MAC value was maintained until the end of the case. Hearth rate, systolic arterial pressure (SAP), diastolic arterial pressure (DAP), mean arterial pressure (MAP), and peripheral oxygen saturation (SpO2) were recorded on the 1st, 5th, 10th, 15th and 30th and then every 30 minutes; nasopharyngeal body temperature, Fiagent, Feagent, FiO2, FiCO2, MAC values, expirium minute ventilation (MVe) and EtCO2 were recorded on the 5th, 10th, 15th, 30th and then every 30 minutes after the induction. At the end of the surgery, the vaporizer was switched off and the fresh gas flow was increased (4 L/min, FiO2 100%). The patient was allowed to breath spontaneously with manual ventilation and muscle relaxant was antagonized. Eye opening command was given at the 3rd, 6th and then every minute. When the TOF ratio was 100%, extubation was carried out. The time to extubation and the eye opening time were recorded. There were no differences in patient characteristics and initial hemodynamic parameters of Group S and Group D. There were statistically significant differences between the times to reach 0.9 MAC, extubation and eye opening, anesthetic, O2 and air consumption, measurement of inhalation agent consumption with Biro’s formula and Dräger Perseus® A500 algorithm in both groups. There was no significant difference between the two groups concerning other data. Sevoflurane consumption per operation was 23.6 ± 10.9 mL, and desflurane consumption was 31.6 ± 12.0 mL. Mean value for sevoflurane consumption was 11.5 ± 3.8 mL, desflurane consumption was 21.6 ± 8.1 mL by calculated Biro's formula. For Group S, oxygen consumption was 115.2 ± 34.0 L, air consumption was 49.8 ± 19.5 L, time to reach 0.9 MAC was 7.3 ± 3.2 min, extubation was 7.1 ± 2,5 min and eye opening was 10.7 ± 2.7 min. For Group D, oxygen consumption was 95.7 ± 19.6 L, air consumption was 32.5 ± 11.8 L, time to reach 0.9 MAC was 4.2 ± 1.5 min, extubation was 6.1 ± 1.8 min and eye opening was 7.9 ± 2.2 min. With minimal gas flow; the times to reach target MAC, time to extubation and eye opening were significantly faster for desflurane as compared to sevoflurane and anesthetic, oxygen and air consumption in desflurane anesthesia were less than sevoflurane. With these findings, we can say that desflurane has a faster anesthetic induction and recovery times with lower anesthetic consumption.We concluded that minimal flow desflurane anesthesia has more favorable results than minimal flow sevoflurane anesthesia; however, these results should be supported by further studies.Item İnflamatuvar bağırsak hastalıklarında ince bağırsakta aşırı bakteri çoğalmasının rolü(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2018) Kul, Sinem; Dağlı, ÜlküÜlseratif kolit (ÜK) ve Crohn hastalığı (CH) gastrointestinal kanalın nedeni bilinmeyen kronik inflamatuvar hastalıklarıdır. Her iki hastalığın da genetik olarak duyarlı kişilerde çeşitli antijenlere ya da çevresel faktörlere karşı oluşan abartılı bir immün yanıt sonucu oluştuğu ileri sürülmektedir. Bu iki hastalık grubu diyare, kanlı dışkılama, kilo kaybı, karın ağrısı, ateş ve yorgunluk gibi pek çok ortak semptoma sahiptir. Ülseratif kolit ve Crohn hastalarında ortak görülen bu semptomlar ince bağırsakta aşırı bakteri çoğalması (SIBO) varlığında da görülebilmektedir. Özellikle akut atak dönemlerinde SIBO‟nun antibiyotiklerle tedavi edilebilir olması nedeni ile bu ayrımın yapılması önem taşımaktadır. SIBO intestinal mikrobiyatanın kalitatif ve/veya kantitatif olarak değişiminin maldigesyon/malabsorbsiyon ile ilişkisinin klinik ve laboratuvar ile gösterilmesi olarak tanımlanır. SIBO tipik semptomlara neden olabileceği gibi (steatore, diyare, protein kaybettiren enteropati, spesifik yetmezlik durumları), malabsorbsiyon/maldigesyona sebep olmadan daha hafif semptomlar (karında gaz, şişkinlik gibi, ör: irritabl bağırsak sendromunda SIBO) ile de klinik olarak karşımıza çıkabilir. Dolayısıyla SIBO yaygın görülen hastalıklar arasında gözden kaçan bir faktördür. Bu çalışma ile ülseratif kolit ve Crohn tanılı hastalarda SIBO varlığının, sıklığının ortaya konulması ve SIBO varlığının hastalık aktivasyonu, hastalık lokalizasyonu ve hastalık süresi ile ilişkisinin incelenmesi amaçlanmıştır. Çalışma Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Gastroenteroloji Bilim Dalı‟nda inflamatuvar bağırsak hastalığı tanısı (İBH) ile izlenen ve 27.09.2017-09.04.2018 tarihleri arasında polikliniğe başvurmuş olan 40 ülseratif kolit, 35 Crohn hastası ile 41 sağlıklı gönüllü olmak üzere 3 grup üzerinde ve toplam 116 kişi ile yürütülmüştür. Hastalara oral glukoz solüsyonu içirilmesini takiben Quintron Breath Tracker isimli cihaz kullanılarak nefeste H2 ve CH4 düzey ölçümleri yapılmıştır. Ek olarak İBH olan hasta grubu için son dönemde yapılmış olan rutin poliklinik kan tetkikleri (c-reaktif protein, fekal kalprotektin, hemogram, transferrin saturasyonu, B12 vitamin düzeyi) incelenmiştir. Çalışmaya dahil edilen toplam 116 kişinin 14‟ünde (%12,1) SIBO-pozitif, 102‟sinde (%87,9) SIBO-negatif saptanmıştır. Grup dağılımlarına bakılacak olursa ülseratif kolit hastalarının 6‟sında (%15) SIBO-pozitif, 34‟ünde (%85,0) SIBO-negatif; Crohn hastalarının 5‟inde (%14,3) SIBO-pozitif, 30‟unda (%85,7) SIBO-negatif; sağlıklı kontrol grubunu oluşturan kişilerin 3‟ünde (%7,3) SIBO-pozitif, 38‟inde (%92,7) SIBO-negatif saptanmıştır. Çalışmamızda SIBO saptanmayan hastalarda ek olarak CH4 pozitifliği de incelenmiş ve toplam 116 kişinin 48‟inde (%41,4) CH4-pozitif, 68‟inde (%58,6) CH4-negatif saptanmıştır. Grup dağılımlarına bakılacak olursa ülseratif kolit hastalarının 17‟sinde (%42,5) CH4-pozitif, 23‟ünde (%57,5) CH4-negatif, Crohn hastalarının 14‟ünde (%40) CH4-pozitif, 21‟inde (%60) CH4-negatif; sağlıklı kontrol grubunu oluşturan kişilerin 17‟sinde (%41,5) CH4-pozitif, 24‟ünde (%58,5) CH4-negatif saptanmıştır. İBH olan hastalarda SIBO‟ nun saptanması halinde özellikle akut atak dönemlerinde antibiyotiklerle tedavi edilebilir olması nedeni ile bu ayrımın yapılması önem taşımaktadır. Gelecekte İBH hastalarının değerlendirilmesi ve yönetiminde SIBO‟nun rolünü incelemek amacıyla prospektif çalışmaların yapılmasına devam edilmesi gereklidir. Ulcerative colitis (UC) and Crohn‟s disease (CD) are chronic inflammatory diseases of unknown etiology of the gastrointestinal tract. Both of diseases have been suggested to result in an exaggerated immune response to various antigens or environmental factors in genetically susceptible individuals. These two groups of diseases have many common symptoms such as diarrhea, bloody stool, weight loss, abdominal pain, fever and fatigue. These symptoms, which are common in patients with ulcerative colitis and Crohn's disease, can also be seen in the presence of small intestinal bacterial overgrowth (SIBO). This distinction is important, especially in the acute episodes when SIBO can be treated with antibiotics. SIBO is defined as clinical and laboratory demonstration of the association between the qualitative and/or quantitative changes of intestinal microbiota and maldigestion/malabsorption. As well as causing typical symptoms (steatore, diarrhea, protein-losing enteropathy, specific conditions of insufficiency), SIBO may also be presented as milder symptoms (gas, swelling, e.g. SIBO with irritable bowel syndrome) without causing malabsorption/ maldigestion. Therefore, SIBO is an overlooked factor among the common diseases. The aim of this study was to investigate the frequency of SIBO presence in patients with ulcerative colitis and Crohn's disease and the relationship of SIBO presence with disease activation, disease localization and disease duration. The study was conducted with 3 groups including a total of 116 people consisting of 40 ulcerative colitis patients and 35 Crohn's patients who had been diagnosed with inflammatory bowel disease (IBD) in Başkent University Medical Faculty Hospital Department of Gastroenterology and resorted to polyclinic between 27.09.2017-04.04.2018 and 41 healthy volunteers. Following the administration of oral glucose solution to the participants, breath H2 and CH4 levels were measured using the Quintron Breath Tracker. In addition, recent routine outpatient blood tests (c-reactive protein, fecal calprotectin, hemogram, transferrin saturation, vitamin B12 levels) were analyzed for the patient group with IBD. SIBO-positive was detected in 14 (12.1%) and SIBO-negative was detected in 102 (87.9%) of the total 116 patients included in the study. According to group distribution; SIBO-positive in 6 (15%) and SIBO-negative in 34 (85%) of the patients with ulcerative colitis, SIBO-positive in 5 (14.3%), SIBO-negative in 30 (85.7%) of the Crohn's patients; SIBO-positive in 3 (7.3%) and SIBO-negative in 38 (92.7%) of the healthy control group were detected. CH4 positivity was also assessed in patients with no SIBO in our study, and CH4-positive was detected in 48 (41.4%) and CH4-negative in 68 (58.6%) of 116 patients. According to group distribution; CH4-positive was detected in 17 (42.5%) and CH4-negative was detected in 23 (57.5%) of the patients with ulcerative colitis, CH4-positive was detected in 14 (40%) and CH4-negative was detected in 21(60%) of the patients with Crohn‟s disease, CH4-positive was detected in 17 (41.5%) and CH4-negative was detected in 24 (58.5%) of the healthy control group. It is important to detect SIBO, especially in cases of acute exacerbations, when SIBO may be treated by antibiotics in patients with IBD. In the future, prospective studies should continue to examine the role of SIBO in the evaluation and management of IBD patients.Item Deneysel testis torsiyonu modeli oluşturulan sıçanlarda, kısa ve uzun dönem torsiyona bağlı hasarda trombositten zengin plazmanın etkinliği(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2018) Sağnak Akıllı, Müge; Acer Demir, TuğbaTestis torsiyonu sırasında gelişen iskemik hasar ve detorsiyon sonrasındaki reperfüzyon hasarı testiste ciddi hasarlara sebep olur. Bu çalışmada, sıçanlarda oluşturulan testis torsiyonu modellerinde, 3 ve 5 saatlik farklı torsiyon sürelerinde, endojen bir ajan olan plateletten zengin plazmanın (PRP) intratestiküler uygulanmasının histopatolojik etkilerini araştırdık. Çalışmada, 35 adet prepubertal erkek Wistar Albino sıçan; kontrol, Sham – 3 saatlik torsiyon (SHM-3), Sham - 5 saatlik torsiyon (SHM-5), 3 saatlik torsiyonda PRP uygulanması (PRP-3) ve 5 saatlik torsiyonda PRP uygulanması (PRP-5) grupları olmak üzere 5 gruba ayrıldı. Beş adet sıçan da, PRP hazırlanması amacıyla kan temininde kullanıldı. Testis torsiyonu oluşturulan gruplarda, sağ testis, epididim, spermatik kord serbestleştirilip saat yönünde 720° döndürüldü. SHM-3 grubunda 3 saat sonunda, SHM-5 grubunda 5 saat sonunda detorsiyone edildi. PRP-3 grubunda 3 saatlik torsiyon sonunda, PRP-5 grubunda 5 saatlik torsiyon sonunda detorsiyone edilip intratestiküler 100 μl PRP enjeksiyonu yapıldı. Tüm hayvanlar 28 gün sonra sakrifiye edilerek sağ testiste meydana gelen değişiklikler histopatolojik incelendi. Testis ağırlığında ve boyutlarında en belirgin azalma PRP-5 grubunda görüldü (p=0,03; p=0,001). Tübül çapı ve tübül başına düşen Sertoli hücre sayıları açısından anlamlı fark saptanmadı (p=0,234; p=0,124). PRP-3, SHM-5 ve PRP-5 gruplarının hiçbirinde sperm veya spermatid görülmedi (p<0,001; p<0,001). PRP-3, SHM-5 ve PRP-5 gruplarının hiçbirinde bazal lamina bütünlüğünün tamamen korunmadığı tespit edildi (p=0,003). SHM-5 grubunun tümünde germinal epitelin tamamen döküldüğü saptandı (p<0,001). Cosentino sınıflaması ve Johnsen skoru en kötü SHM-5 ve PRP-5 gruplarında tespit edildi (p<0,001; p=0,001). Bu bulgular ışığında, 3 saatlik torsiyonun yarattığı hasar uzun dönemde iyileşebilmektedir. İntratestiküler yoldan 100 μl PRP uygulaması, kısa süreli torsiyonlarda hasarı arttırmakta ve olumsuz etkilemektedir. Uzun vadeli torsiyonda hasarın geri dönüşümü olmadığından hem Sham grubu hem PRP grubunda en kötü sonuçlar alınmıştır. Testis torsiyonunda PRP’nin farklı dozlar (hacimler) ve farklı uygulama yolları ile verilerek etkinliğinin daha detaylı olarak çalışılmasını önermekteyiz. Ischemia during testicular torsion and reperfusion injury after detorsion causes severe damage to the testis. In this study, we investigated the histopathological results of intratesticular administration of platelet-rich plasma (PRP), an endogenous agent, in rat testicular torsion models after different torsion durations of 3 and 5 hours. In the study, 35 prepubertal male Wistar Albino rats were divided into 5 groups: Control, Sham - 3 hours of torsion (SHM-3), Sham - 5 hours of torsion (SHM-5), PRP application in 3 hours of torsion (PRP-3) and PRP application in 5 hours of torsion (PRP-5). Five rats were used for supplying blood to prepare PRP. In groups with testicular torsion; right testis, epididymis, spermatic cord were released and rotated 720 ° clockwise. Detorsion was performed after 3 hours of torsion in the SHM-3 group and after 5 hours of torsion in the SHM-5 group. Intratesticularly, 100 μL of PRP was injected, following detorsion, after 3 hours of torsion in the PRP-3 group and after 5 hours of torsion in the PRP-5 group. All animals were sacrificed after 28 days and the right testicles were examined histopathologically. The most significant reduction in testicular weight and size was seen in the PRP-5 group (p=0,03; p=0,001). There was no significant difference in tubule diameter and number of Sertoli cells per tubule (p=0,234; p=0,124). No sperm or spermatids were seen in any of the PRP-3, SHM-5 and PRP-5 groups (p<0,001; p<0,001). None of the PRP-3, SHM-5 and PRP-5 groups were found to have completely preserved basal layer integrity (p=0,003). It was found that the germinal epithelium was completely depleted in all of the SHM-5 group (p<0,001). The worst Cosentino classification and Johnsen score were determined at the SHM-5 and PRP-5 groups (p<0,001; p=0,001). In the light of these findings, long-term recovery is possible for the damage following up to 3 hours of torsion. Intratesticular administration of 100 μl PRP increased the damage and affected the results negatively in short-term torsion cases. Since no recovery was detected after the long term torsion, both the Sham group and the PRP group had the worst results. Further studies focusing on dosing and administration routes are needed to observe effectiveness of PRP in testicular torsion.Item Çeşitli klinik örneklerden izole edilmiş metisiline duyarlı Staphylococcus aureus (MSSA) ve metisiline dirençli Staphylococcus aureus (MRSA) suşlarının biyofilm oluşturma özelliklerinin konvansiyonel ve moleküler yöntemlerle araştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2018) Hortaç İştar, Elvan; Alışkan, Hikmet EdaSon yıllarda cerrahi girişimlerin, immünsüprese hasta ve kullanılan implant sayısının artmasıyla birlikte biyofilm kaynaklı enfeksiyonlar giderek daha ciddi bir sağlık sorunu haline gelmiştir. Biyofilm kaynaklı enfeksiyonların en sık etkenlerinden biri Staphylococcus aureus’tur. Biyofilm kaynaklı enfeksiyonlar bu bakterinin sahip olduğu metisilin direnciyle birleştiğinde uygun tedavi protokolü belirlemek son derece güç olmaktadır. Çalışmada farklı klinik örneklerden izole edilmiş enfeksiyon etkeni olan metisiline duyarlı ve dirençli S. aureus’ların biyofilm oluşturma potansiyelini ve bu açıdan aralarındaki farkı gözlemlemek; biyofilm varlığının tespitinde kullanılacak kolay uygulanabilir, güvenilir ve etkin yöntemleri belirlemek amaçlanmıştır. Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Klinik Mikrobiyoloji Laboratuvarı’na gönderilen yara, kan ve kateter örneklerinden izole edilmiş toplam 200 S. aureus suşu (100 adet MRSA, 100 adet MSSA) çalışmaya dahil edilmiştir. Tüm suşların biyofilm oluşumu modifiye Christensen, MTT, BioTimer ve Congo Red Agar yöntemleri ile incelenmiş, ayrıca biyofilm oluşumundan sorumlu ica operon varlığına PZR ile bakılmıştır. Tüm suşlarda biyofilm oluşturma oranları ve biyofilm gen bölgeleri araştırılmış, dirençli ve duyarlı suşlar ile kan ve yara izolatları arasındaki farklılıkların belirlenmesi amaçlanmıştır. Ayrıca uygulanan tüm biyofilm tespit yöntemlerinin birbiriyle uyumu incelenmiştir. Çalışmada metisilin dirençli suşların duyarlı suşlara göre hem daha kısa sürede hem de daha yüksek oranda biyofilm oluşturduğu, ayrıca oluşturdukları biyofilm yapısının daha yoğun olduğu gösterilmiştir. Kan ve yara izolatları arasında biyofilm oluşumu açısından istatistiksel bir fark bulunmadığı görülmüştür. Moleküler yöntem referans olarak alındığında kullanılan konvansiyonel yöntemlerden en duyarlı yöntemin %84 ile MTT yöntemi olduğu, bunu %82,4 ile modifiye Christensen yönteminin izlediği görülmüştür. Biyofilm tespitinde kullanılan en özgül yöntemin ise %86,7 ile BioTimer yöntemi olduğu, ikinci sırayı ise %81,3 ile modifiye Christensen yönteminin aldığı görülmüştür. Konvansiyonel yöntemler ile moleküler yöntem karşılaştırıldığında kullanılan konvansiyonel yöntemlerde tespit edilen biyofilm varlığı ile PZR’deki ica pozitifliği arasında istatistiksel olarak bir fark görülmemiştir. Buna ek olarak ica gen pozitiflik sayısı arttıkça bakterilerin biyofilm oluşturma eğiliminin arttığı görülmüştür. Bu bulgulara göre MRSA gibi daha virülan suşların biyofilm oluşturma eğiliminin daha yüksek olduğu ve bu iki direnç mekanizmasının birbirini sürekli destekler nitelikte olduğu görülmüştür. Moleküler yöntemlerin kullanılabilirliğinin mümkün olduğu durumlarda ica gen bölgesinin tespitinin tek başına bile virulan - nonvirulan suş ayrımı yapmada önemli bir ayıraç olduğu, ica varlığının tespitinin hastayla ilgili alınan tedavi kararlarında, korunma stratejilerinin belirlenmesinde ve biyofilm kaynaklı enfeksiyonlarla mücadelede erken bir belirteç olabileceği görülmüştür. Moleküler yöntemlerin kullanılamadığı durumlarda biyofilm varlığının tespitinde kullanılacak hızlı sonuç veren, kolay uygulanabilir ve güvenilir konvansiyonel yöntemlerin varlığı son derece önem taşımaktadır. Çalışmamızda kullanılan tüm konvansiyonel yöntemler bu açıdan yeterli gözükmektedir. Modifiye Christensen ve MTT yöntemleri biyofilm kantitasyonu da yapması açısından konvansiyonel yöntemler arasında ön plana çıkmaktadır. BioTimer yöntemi ise biyofilm varlığının tespitinde kullanılan çok yeni ve dikkat çekici bir testtir. Sonuç olarak kolonizasyon veya enfeksiyon etkeni olarak belirlenen bakterilerin biyofilm oluşturma potansiyelini belirlemek ve girişimsel işlemlerden önce bu bakterilere yönelik gereken tedbirleri almak biyofilm kaynaklı enfeksiyonları ve buna bağlı morbidite ve mortaliteyi azaltacaktır. Biofilm-related infections have become an increasingly serious health problem with the increasing number of surgical procedures, immunocompromised patients and the number of implants used in recent years. One of the most common causes of biofilm-related infections is Staphylococcus aureus. When biofilm-related infections combine with the methicillin resistance of this bacteria, it would be extremely difficult to determine the appropriate treatment protocol. The aim of the study was to determine the biofilm formation potential of methicillin-susceptible and resistant S. aureus, which is isolated from different clinical specimens, and to determine the difference between them in this regard and also to determine easily applicable, reliable and effective biofilm detection methods to be used. A total of 200 S. aureus strains (100 MRSA, 100 MSSA) isolated from wound, blood and catheter samples which were sent to the Başkent University Faculty of Medicine Hospital Clinical Microbiology Laboratory were included in the study. Biofilm formation of all strains was examined by modified Christensen, MTT, BioTimer and Congo Red Agar methods, and the presence of ica operon responsible for biofilm formation was also identified by PCR. Biofilm formation rates and biofilm gene segments were sought to determine the differences between resistant and susceptible strains, blood and wound isolates in all strains. In addition, compatibility of all biofilm detection methods that were applied was examined. Studies have shown that methicillin-resistant strains produce biofilms in a shorter time and at a higher rate than susceptible strains, as well as the biofilm structure, which was produced by methicilin-resistant strains, was more intense. There was no statistical difference between blood and wound isolates in terms of biofilm formation. When the molecular method is accepted as a reference, the most sensitive conventional method was MTT method with a sensitivity of 84%, followed by the modified Christensen method with a sensitivity of 82.4%. The most specific method used for biofilm detection was BioTimer method with a specificity of 86.7% and the second method was the modified Christensen method with a specifity of 81.3%. When comparing the molecular methods with conventional methods; there was no statistically significant difference between the presence of biofilm detected in the conventional methods used and the ica positivity in the PCR. In addition as the number of ica gene positivity increases, the tendency of bacteria to form biofilm increases. These findings suggest that more virulent strains, such as MRSA, have a higher propensity to biofilm formation and that these two mechanisms of resistance support each other. Where the availability of molecular methods is possible, the detection of the ica gene region alone has been found to be an important reagent for discriminating virulent-nonvirulent strains and it has been shown that detection of the presence of a ica may be an early marker of patient-related treatment decisions, identification of protection strategies, and struggle with biofilm-related infections. In cases where molecular methods cannot be used, the existence of fast-acting, easy-to-apply and reliable conventional methods to detect the presence of biofilms is of paramount importance. All conventional methods used in our work seem to be sufficient in this respect. Modified Christensen and MTT methods are at the forefront of conventional methods because of their ability to make biofilm quantitation. On the other hand BioTimer method is a very new and remarkable test used in the detection of biofilm presence. As a result; determining the potential for biofilm formation of bacteria identified as colonizing or infecting and to take the necessary precautions for these bacteria prior to interventional procedures will reduce biofilm-related infections and associated morbidity and mortality.Item Ankara Başkent Üniversitesi Hastanesi'nde solid organ transplantasyonu yapılan hastalarda post transplantasyon diabetes mellitus sıklığının ve risk faktörlerinin araştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2018) Kaban, Mehmet Göktürk; Turhan İyidir, ÖzlemPost-transplant diabetes mellitus (PTDM) solid organ transplantasyonunun sık görülen bir sonucudur. Post Transplant Diabetes Mellitus hastaları ve allogreft sağkalımı olumsuz yönde etkilemektedir. Post Transplant Diabetes Mellitus farklı teşhis kriterleri kullanılan farklı nakil gruplarında daha büyük mortalite ve artmış enfeksiyonlarla ilişkilendirilmiştir. Post Transplant Diabetes Mellitus transplantasyondan sonra herhangi bir zamanda, transplantasyon yapılmayan popülasyon ile benzer semptomlara sahip hastalarda rastgele plazma glikozun ≥200 mg / dL (11.1 mmol / L) olması; açlık plazma glikozun ≥126 mg / dL (7.0 mmol / L) olması veya oral glikoz tolerans testi (OGTT) sırasında 2. Saat glikozun ≥200 mg / dL (11.1 mmol / L) olması ile tanı konur. Tüm transplant alıcılarının, nakilden sonraki ilk dört hafta boyunca, daha sonra nakil sonrası üçüncü ve altıncı aylarda ve daha sonra yılda bir kez açlık kan şekeri ölçülmelidir. HbA1), özellikle de açlık plazma glikoz düzeylerini elde etmek güç olduğunda, nakilden 3 ay sonra kontrol edilebilir. Glukokortikoidler, kalsinörin inhibitörleri ve sirolimus PTDM riskini arttırır. Siklosporin ile karşılaştırıldığında, takrolimus daha diyabetojeniktir. Azatioprin ve mikofenolat mofetil (MMF) ise diyabetojenik etkisi yoktur. Post-transplant Diabetes Mellitus tedavi yönetimi için, non farmakolojik tedavi başlayarak, ardından oral monoterapi, oral kombinasyon tedavisi ve nihayetinde metabolik dekompansasyon meydana gelmesi durumunda insülin, aşamalı bir yaklaşım önerilir. Metabolik dekompansasyon, oral terapi ile yan etkiler varsa veya sürekli olarak ≥% 7 olan HbA1c seviyeleri varsa insülin tedavisini başlatılır. Çoklu ajanlar ve / veya çoklu doz yoğun insülin terapisi veya insülin pompası terapisi kullanabilir. Çalışmamızda Başkent Üniverstesi Ankara Hastanesinde 1986-2016 yılları arasında karaciğer ve böbrek transplantasyonu yapılan erişkin hastalarda PTDM sıklığı ve risk faktörleri incelenmiştir. Çalışmamızda karaciğer transplantasyonu yapılan hastalarda PTDM insidansı %2; renal transplantasyon yapılan hastalarda PTDM insidansı %4,5; toplam insidans %4,1 olarak hesaplandı. Literatürde karaciğer trasnplantasyonu sonrası PTDM insidansı %2,5-25, böbrek transplantasyonu sonrası %4-25 olarak bildirilmiştir. Çalışmalarda bildirilen sıklıklardaki geniş aralığın nedeni kısmen standart tanımlamadan yoksunluktan, takip süresiden, değiştirilebilir ve değiştirilemeyen risk faktörlerinin varlığından ve organ nakli tipinden kaynaklanıyor olabilir. Sezer ve arkadaşlarının Başkent Üniversitesinde renal transplantasyon sonrası gelişen diyabetin sol ventriküle etkisinin incelendiği çalışmada PTDM sıklığı %32,2 olarak bildirilmiştir (88) Bu çalışmada 2003 yılında kullanılan tanı kriterleri kullanılmıştır. Çalışmamızla arasındaki sıklık farkının nedenlerinden biri tanıdaki farklılık olabilir Transplantasyon öncesi glikoz, Hba1c düzeyi ve trigliserid düzeyi PTDM gelişimi için önemli risk faktörleridir. Çalışmamızda hastalarımızın ortalama açlık plazma glukoz değeri 87,1± 8,2 mg/dl olarak bulunmuştur. İncelediğimiz hastaların sadece üç tanesinde nakil öncesi açlık plazma glikozu 100 mg/dl ve üzerindedir. Bu sonuca göre nakil öncesinde hastaların karbonhidrat metabolizma bozukluğunu araştırmak için sadece açlık plazma glukozunun yeterli olmadığını düşünülmüştür. Nitekim yapılan bir çalışmada açlık plazma glikozu ile PTDM gelişen hastaların sadece %20’sinin öngörülebildiği gösterilmiştir (96). Hastalarımızın 26’sının Hba1c değeri mevcuttu. Bu hastalarda eritrosit yaşam süresi, eritropoetin kullanımı, demir tedavisi, diyaliz sırasında kan kaybı gibi durumların Hba1c düzeyine etkileri gözönünde bulundurulduğunda faydası tartışmalıdır. Bu nedenle bu hastalarda transplantasyon öncesi OGTT yapmak daha doğru bir yaklaşım olabilir. Trigliserid değerinin yüksekliği insülin direnci ile ilişkilidir. Özellikle transplantasyon öncesi tirgliserid değeri 200 mg/dl ve üzerindeyse ve beraberinde bozulmuş açlık glukozu varsa risk artmaktadır. Çalışmamızda trigliserid değeri 200 mg/dl üzeri ve altında olan hastalar karşılaştırıldığında bu hastaların açlık plazma glukoz değeri benzer (87±9 vs 88±7 mg/dl; p=0,336) ancak trigliserid değeri yüksek olan hastaların beden kitle indekslerinin anlamlı olarak yüksek olduğu görüldü (26,6 ±3,9 vs 30,8 ±6,2 kg/m2 ; p=0.023). Hastaların transplantasyon öncesi açlık plazma glikozları normal olsa dahi beden kitle indeksleri ve trigliserid değerleri yüksek ise PTDM önlemek için gerekli diyet ve egzersiz müdahaleleri yapılmalıdır. Solid organ transplantasyonu sıklığı arttıkça ve hastaların yaşam süresi uzadıkça transplantasyon sonrası diyabet görülme sıklığı artacaktır. Bu nedenle transplantasyon öncesi risk faktörlerinin değerlendirilmesi önemlidir. Posttransplant diyabetin erken tanınması ve tedavisi ile transplantın uzun dönem sonuçları iyileşecektir. Birden fazla risk faktörü olan hastaların PTDM açısından yakın takibi ve tetkiki önemlidir Post-transplant diabetes mellitus (PTDM) is a frequent consequence of solid organ transplantation. Post-Transplantation Diabetes Melitus(PTDM) adversely affects patients and allograft survival. Post-transplant diabetes has been associated with greater mortality and increased infections in different transplant groups using different diagnostic criteria. Post-transplant diabetes mellitus (PTDM) may be diagnosed at any time after transplantation based upon diagnostic criteria similar to those used in the nontransplant population by symptoms plus a random plasma glucose of ≥200 mg/dL (11.1 mmol/L), fasting plasma glucose of ≥126 mg/dL (7.0 mmol/L), or a two-hour plasma glucose of ≥200 mg/dL (11.1 mmol/L) during an oral glucose tolerance test (OGTT). All transplant recipients should have a fasting blood glucose measured weekly during the first four weeks posttransplant, then at three and six months posttransplant, and then yearly. A glycated hemoglobin (HbA1c) can be checked after three months posttransplant, particularly if it is difficult to obtain fasting plasma-glucose levels. Glucocorticoids, calcineurin inhibitors, and sirolimus increase the risk of PTDM. Compared with cyclosporine, tacrolimus is more diabetogenic. Azathioprine and mycophenolate mofetil (MMF) are not diabetogenic A stepwise approach is recommended for the management of PTDM, starting with nonpharmacologic therapy, followed by oral monotherapy, oral combination therapy, and finally insulin, providing metabolic decompensation has not occurred. We initiate insulin therapy if there has been metabolic decompensation, adverse side effects with oral therapy, or HbA1c levels that are consistently ≥7 percent. We may use multiple agents and/or multiple-dose intensive insulin therapy or insulin-pump therapy. We studied the PTDM frequency and risk factors in adult patients who underwent hepatic and renal transplantation at Ankara University Hospital between 1986 and 1986. In our study, the incidence of PTDM in patients undergoing liver transplantation was 2%; the incidence of PTDM in patients undergoing renal transplantation was 4.5%; the total incidence was calculated as 4.1%. In the literature, the incidence of PTDM after liver transplantation has been reported as 2.5-25% and 4-25% after renal transplantation. The reason for the widespread frequency reported in the studies may be partly due to the absence of standard definition, follow-up, changeable and non-alterable risk factors, and organ transplant type. In a study of Sezer and colleagues' study of the left ventricular effect of diabetes mellitus following renal transplantation at Baskent University, the PTDM frequency was reported as 32.2% (88). The diagnostic criteria used in this study were used in this study. One of the reasons for the frequency difference between our studies may be difference in diagnosis Pre-transplant glucose, HbA1c and triglyceride levels are important risk factors for PTDM development. In our study, mean fasting plasma glucose was 87.1 ± 8.2 mg / dl in our patients. Only three of the patients we studied had fasting plasma glucose above 100 mg / dL before transplantation. According to this result, it was thought that only starvation plasma glucose was not sufficient to investigate patients' carbohydrate metabolism disorder before transplantation. Indeed, a study has shown that only 20% of patients with PTDM with fasting plasma glucose can be predicted (96). 26 of our patients had HbA1c levels. The use of erythrocyte life span, erythropoietin use, iron therapy, blood loss during dialysis, etc. should be discussed in these patients when their effects on HbA1c level are considered. For this reason, it may be more appropriate to perform OGTT before transplantation in these patients. The high level of triglycerides is associated with insulin resistance. In particular, the risk of thyroglobulin levels above 200 mg / dl before transplantation and associated impaired fasting glucose is increasing. When we compared the patients with triglyceride level of 200 mg / dl and below, the fasting plasma glucose values of these patients were similar (87 ± 9 vs 88 ± 7 mg / dl; p = 0.336), but the body mass indexes of the patients with high triglyceride values were significantly higher (26,6 ± 3,9 vs 30,8 ± 6,2 kg / m2, p = 0.023). Even if fasting plasma glucose is normal before transplantation, if the body mass indexes and triglycerides are high, dietary and exercise interventions necessary to prevent PTDM should be performed. As solid organ transplantation increases in frequency and the life span of patients increases, the incidence of diabetes after transplantation will increase. Therefore, it is important to evaluate the risk factors before transplantation. Early recognition and treatment of posttransplant diabetes will improve the long-term outcome of transplant. Patients with more than one risk factor are closely monitored and examined for PTDM.Item Ankara'daki bazı ev işçisi kadınların işle ilgili sağlık ve sosyal risklerinin incelenmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2018) Doğan, Gülser; Akın, AyşeEv içindeki işler genellikle kadınlar tarafından ve maddi karşılığı olmadan yerine getirilmektedir. Temizlikçi, gündelikçi, bakıcı, hizmetli, yardımcı gibi isimler ile ücret karşılığında yapıldığında ise yine çoğunlukla kadınların sırtlandığı, düşük değerli, düşük ücretli ve niteliksiz bir çalışma biçimi olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenler ile ev içindeki temizlik ve bakım işlerini kapsayan bir tanımda ev işçiliği birçok iş sağlığı ve güvenliği sorunu taşımaktadır. Bu araştırma ile Ankara’da ev işçisi olarak çalışan kadınların işle ilgili sağlık ve sosyal risklerini tanımlamak amaçlanmıştır. Tanımlayıcı nitelikte bu araştırma 2017 yılında yürütülmüştür. Ankara’nın merkez ilçelerinde çalışan ve kartopu örnekleme tekniği ile sosyal ağlar vasıtası ile ulaşılan başlıca temizlik işi yapan 104 ev işçisi kadına anket uygulanmıştır. Seçilen 5 kişi ile derinlemesine görüşme yapılmıştır. Araştırmaya katılan 4 ev işçisi kadından 3’ü 30-49 yaş aralığında ve yaş ortalaması 42,56’dır. Kadınların %80,8’i evli, %86,6’sının ortaokul ve altında öğrenim durumu vardır. Ev işçilerinin %39,4’ü son bir yılda çalıştığı yerde veya işe gidip gelirken bir veya daha fazla kez kaza geçirmiştir. 10 yıl üzerinde çalışan ev işçileri daha fazla kaza geçirmiştir (p=0,036). Eldiven kullanımı, haftalık çalışma süresi 5 gün altında (p=0,007) olanlarda ve iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili eğitim almış olanlarda daha fazladır (p=0,002). Ev işçilerinin %39,4’ü kendi sağlığını iyi ve çok iyi olarak değerlendirmiştir. Son bir yıl içerisinde ev işçisi kadınların %34,6’sı çalışma ortamında en az bir kez şiddete maruz kalmıştır. Ev işçilerinin aile gelirine katkısı azaldıkça evde karar almaları azalmaktadır (p=0,000). Ev işçisi kadınların toplumsal ve ekonomik konumlarının güçlenmesi için, çalışma süreleri, güvencesiz çalışma, belirsiz iş tanımı, sigorta ve sosyal güvenlik eksikliği, eğitim durumu, kişisel koruyucu donanım kullanımı, ergonomik ve kimyasal riskler gibi mesleki sağlık ve güvenlik risk alanlarında toplumsal cinsiyet bakış açısıyla etkili müdahaleler yapılmalıdır. Domestic work is generally carried out by women and unpaid. When it is done for the wage with the names such as the housekeeper, housemaids, domestic helper and caretaker, it is also regarded as a low-value, low-wage and unskilled way of work. With this research, it was aimed to describe the health and social risks related to domestic work. A descriptive study carried out in 2017. 104 domestic workers who are working in the central districts of Ankara and doing major cleaning work were reached by snow ball technique and social networks. In-depth interviews were conducted via semi-structured forms among 5 participants. Mean age of domestic workers is 42.56. 80.8% of the women are married. 86.6% have secondary and lower education status. 39.4% of domestic workers have had an accident one or more times in the past year at work or in the commute. Domestic workers who worked more than 10 years had more accidents (p=0.036). The use of gloves was significantly higher in those who were trained in occupational health and safety (p=0.002) and less than 5 days of weekly working time (p=0.007). 39.4% of domestic workers rated their health as good and very good. Over the past year, 34.6% of women have been exposed to violence at least once in the working environment. Participation in household decisions is diminishing when the contribution of domestic workers to family income decreases (p=0,000). To promote social and economic empowerment of domestic workers; effective interventions should be done with a gender perspective for occupational health and safety risk areas such as working hours, precarious work, uncertain job description, lack of insurance and social security, education situation, use of personal protective equipment, ergonomic and chemical risks.Item Kornea epitel iyileşmesinde topikal insan serumu, amnion sıvısı, umblikal kord serumu ve anne sütü etkinliklerinin karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2018) Yüce Sezen, Aslıhan; Dursun Altınörs, DilekBu çalışma; antimikrobiyal özellikleri, içerdikleri pek çok büyüme faktörü ve sitokin komponentleri ile doğal gözyaşına benzer özellikteki biyolojik sıvılar olan insan periferik kan serumu, umblikal kord serumu, amnion sıvısı ve anne sütünün kornea re-epitelizasyonu üzerine etkilerini karşılaştırmak amacıyla yapıldı. Çalışmada Bal-b/C türü 36 adet dişi fare kullanıldı. Sedasyon altında topikal anestezi sağlandıktan sonra 2 mm çapında, kornea santralinde epitel defekti oluşturulan fareler rastgele seçilen 6 gruba ayrıldı. Grup A’ya insan serumu, grup B’ye umblikal kord serumu, grup C’ye amnion sıvısı, grup D’ye anne sütü, grup E’ye prezervansız suni gözyaşı uygulandı. Tüm topikal damlalar 3 gün boyunca eş zamanlı olarak günde 4 kere damlatıldı. Grup F’ye damla damlatılmayarak kontrol grubu olarak ayrıldı. On ikinci saat, 1.gün, 2. gün ve 3. gün biyomikroskopik muayeneleri yapıldı ve fotoğrafları çekildi. Üçüncü gün fareler sakrifiye edildi, histopatolojik inceleme yapıldı. Epitel defekti kapanma oranları karşılaştırıldığında sadece anne sütü damlatılan grupta kontrol grubuna göre istatistiksel anlamlı olarak daha hızlı bir kapanma görüldü (p≤0,050). Amnion sıvısı kullanılan grupta 12. saatte defekt kapanma oranları kıyaslandığında kan ürünlerine göre klinik uygulamada farklılık yaratabilecek daha hızlı bir re-epitelizasyon mevcuttu. Histopatolojik değerlendirmelere göre normal kornea yapısına en yakın olan ve en iyi epitelize olan anne sütü damlatılan gruptu. Oküler yüzey hastalıklarında doğal gözyaşı içeriğine benzer ideal bir epitelizan veya suni gözyaşı bugün için mevcut olmamakla beraber, konvansiyonel tedavilere alternatif biyolojik sıvılar içerisinde anne sütü iyi bir seçenek olarak görülmektedir. This study aims to compare the effects of human blood serum, umbilical cord serum, amniotic fluid and human breast milk on corneal epithelial wound healing. These are all biological agents similar to natural tears that have antimicrobial properties, include numerous growth factors and cytokines. Thirty-six female Bal-b/C mice were included in our study. After topical anesthesia was provided under sedation, a central corneal epithelial defect was created using a 2 mm trephine. Six groups were formed by a random pick-up. Topical human peripheral blood serum 4 × 1 was applied to Group A, topical umbilical cord serum 4 × 1 to Group B, topical amniotic fluid 4 × 1 to Group C, topical human breast milk 4 × 1 to Group D and preservative-free artificial tears 4 × 1 to Group E. Group F was evaluated as control. Mice corneas were evaluated by slit-lamp biomicroscopy and corneal photograhs were taken with a digital camera on the twelfth hour and on days 1, 2, and 3. Mice were sacrificed on the third day. Histopathological examinations were performed as well. Re-epithelization of Group D was significantly faster than control (p≤0,050). Comparison of re-epithelization rate on the twelfth hour showed that, amniotic fluid provided faster healing than blood-derived topical theraphy. However, no stastistically significant differences in healing rates were observed between groups. Histopathological examination revelead that Group D corneas were significantly similar to healthy, intact cornea. There is no ideal therapeutic agent for ocular surface diseases that can act like natural tears. The rich content of human breast milk makes it a good alternative to epithelial healers among other biological agents.Item Açık kalp ameliyatı geçiren hastalarda yoğun bakım uzmanı yöntemli hasta takibinin morbidite ve moralite üzerine etkisi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2018) Topal, Zeliha Binay; Fırat, AynurYoğun bakımda kompleks hasta bakımlarının yönetilmesi amacıyla özel olarak yoğun bakım eğitimi almış doktorların yoğun bakım ünitelerindeki yeri son yıllarda artış göstermektedir. Hastanemiz yoğun bakım üniteleri Haziran 2013’te yeniden yapılandırılarak kardiyovasküler cerrahi, dahiliye ve cerrahi bilimler yoğun bakım ünitelerinin yönetimi yoğun bakım bilim dalına aktarılmıştır. Çalışmamızda kardiyak cerrahi geçiren hastalarda yoğun bakım dalında uzmanlaşmış hekimlerin yönetiminin postoperatif sonuçlara olumlu etkisinin ortaya konulması amacıyla Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Hastanesi Kalp ve Damar Cerrahisi Yoğun Bakım Ünitesinde açık kalp cerrahisi sonrası takip edilmiş erişkin hastalardan Mayıs 2012–Mayıs 2013 arasında ve Kasım 2013–Kasım 2014 tarihleri arasında olacak şekilde 2 ayrı grupta 200‘er hasta, toplam 400 hasta retrospektif olarak incelendi. Veriler preoperatif, intraoperatif ve postoperatif olmak üzere üç alt başlık altında toplandı ve SPSS 22.0 paket program kullanılarak analiz edildi. Hastaların yandaş hastalıkları ve demografik özelliklerine bakıldığında vücut ağırlığı (p:0.006) dışında hiçbir parametrede anlamlı fark görülmezken, preoperatif kardiyak durumları incelendiğinde kalp cerrahisi grubundaki hastaların daha çok kapak cerrahisi geçirdikleri (p:0.036), aort kapağı yetmezliğinin daha sık olduğu (p:0.007); ancak Euroscore-2 ve Revised Cardiac Risk İndex skorlarının gruplar arasında benzer olduğu saptanmıştır. Kardiyopulmoner bypass öncesi, sonrası ve postoperatif dönemde hemodinamik parametreler ve kan gazı değerlerinde anlamlı farklar olsa da her iki grup için de normal sınırlar arasında kalmıştır.Gruplar arasında dopamin kullanımının benzer olduğu ancak yoğun bakım grubunda inotrop olarak dobutaminin daha sık tercih edildiği (p<0.001)gösterilmiştir.Postoperatif dönemde bakılan hematolojik ve biyokimyasal laboratuar değerlerinde anlamlı farklar olsa da her iki grupta normal sınırlar içinde kalmıştır. Yoğun bakım grubunda sedatif ajan (p:0.006) ve opioid (p:0.007) infüzyonu daha fazla bulunmuştur. Bu fark yoğun bakım uzmanlarımızın anestezi kökenli olmasıyla birlikte, sedadif ve opioid tedavilerine daha hakim olmalarıyla açıklanabilir. Deliryum sıklığı yoğun bakım grubunda fazla bulunmuştur (p:0.003) fakat deliryum değerlendirmesinde sedatif ajan ihtiyacı gözönüne alındığından ve CAM-ICU ile değerlendirildiğinden kalp cerrahisi grubunda gerçek deliryum insidansını saptayamamış olabiliriz.Kalp cerrahisi grubunda mekanik ventilasyon süreleri daha uzun bulunurken (p:<0.001) ekstübasyon süreleri arasında fark bulunamamıştır. Yoğun bakım grubunda daha güvenli ekstübasyon yapıldığı söylenebilir. Yoğun bakım grubunda non-invaziv mekanik ventilasyon daha sık kullanılmış (p:0.019) fakat iki grup arasında hipoksemi oranları açısından fark bulunamamıştır. Kalp cerrahisi grubunda hipoksemiye daha az sıklıkla non-invaziv mekanik ventilasyon tedavisiyle müdahale edildiği dikkati çekmektedir. Kalp cerrahisi grubunda daha sık kan ve kan ürünü transfüzyonu uygulanmıştır (p<0.001), yoğun bakım grubunda kan ürünü transfüzyonu uygulama kararının daha dikkatli yapıldığını söyleyebiliriz. Her iki grubun yoğun bakım ve hastanede kalış sürelerinin benzer olduğu bulunmuştur. Kalp cerrahisi yüksek riskli bir cerrahidir ve kalp cerrahisi sonrası mortalite ve morbiditeyi etkileyen bir çok faktör bulunmaktadır. Kardiyak cerrahi sonrası yoğun bakım uzmanı yönetiminde hasta takibinin mortalite ve mobidite üzerine olumlu etkisinin olabileceğini düşünüyoruz. Hastanemizde yapılan yoğun bakım yönetimi değişikliği sonrası kalp cerrahisi sonrası postoperatif dönemde mortalite, yoğun bakım ve hastanede kalış süreleri gibi sonuçların benzer olduğu ancak önemli morbidite göstergeleri olan daha kısa mekanik ventilasyon süresi, azalmış kan ve kan ürünü kullanımı, yoğun bakıma yeniden kabul sıklığında azalma tespit edilmiştir. Bununa birlikte çalışmamızın literatürde kardiyak cerrahi sonrası postoperatif hasta yönetiminde kalp cerrahları dışında yoğun bakım uzmanlarının görev almasının olumlu sonuçların olabileceğini göstermesi bakımından değerli olduğunu düşünmekteyiz. Number of physicians who have received intensive care training specifically for managing complex patient care in ICU have been increasing in recent years in intensive care units. Intensive care units in our hospital were restructured in June 2013 and the management of intensive care units of cardiovascular surgery, internal medicine and surgical sciences was transferred to intensive care science. In our study, in order to determine the positive effect of the management of the physicians specializing in intensive care to the postoperative outcome of the patients who had cardiac surgery, a total of 400 adult patients who were followed up after open heart surgery at Başkent University Medical Faculty Cardiovascular Surgery Intensive Care Unit during the period from May 2012 to May 2013 and from November 2013 to November 2014 were studied retrospectively to consist 2 separate groups that each contains 200 patients. The data were collected under three subheadings: preoperatively, intraoperatively and postoperatively, and analyzed using SPSS 22.0 program. While no significant difference was found in any parameters other than body weight (p:0.006) when the accompanying diseases and demographic characteristics of the patients were examined, when the preoperative cardiac conditions were examined, it was found that the patients in the cardiac surgery group had more valve surgery(p:0.036) and the aortic regurgitationwas more frequent(p:0.007), but the Euroscore-2 and Revised Cardiac Risk Index scores were similar among the groups. Although there were significant differences in hemodynamic parameters and blood gas values before, after and postoperative cardiopulmonary bypass, both groups remained within normal limits. Dopamine use was similar among the groups, but in the intensive care group, dobutamine was more frequently preferred as an inotrope(p<0.001). Although there were significant differences in hematological and biochemical laboratory values observed in the postoperative period, both groups remained within normal limits. In intensive care group, sedative agent(p:0.006) and opioid (p:0.007)infusion were found more frequently. This difference can be explained by the fact that our intensive care specialists mastered sedative and opioid treatments more since they are originally anesthesiologist. The frequency of delirium is high in the intensive care group (p:0.003)but we may not have been able to detect the actual incidence of delirium in the cardiac surgery group because of the need for sedative agent in delirium assessment and it is evaluated by CAM-ICU.There was no difference in extubation times when the mechanical ventilation duration was longer in the cardiac surgery group(p:<0.001). It can be said that safer extubation is done in intensive care group. Non-invasive mechanical ventilation was used more frequently in the intensive care group(p:0.019), but there was no difference in rates of hypoxemia between the two groups. It is noteworthy that in the group of cardiac surgery, hypoxemia was interfered less frequently with non-invasive mechanical ventilation therapy. Blood and blood product transfusion has been applied more frequently in the cardiac surgery group(p<0.001), and we can say that the decision to apply blood product transfusion in the intensive care group is made more carefully. Both groups were found to have similar intensive care and hospital stay durations. Heart surgery is a high-risk surgery and there are many factors that affect mortality and morbidity after cardiac surgery. We think that the management of the patient after cardiac surgery that is followed-up by intensive care specialist may have a positive effect on mortality and mobility. After the intensive care management change in our hospital, in postoperative period after cardiac surgeries, outcomes such as postoperative mortality, intensive care and hospital stay durations were similar but we observed improved results for the outcomes that are highly related with morbidity such as shorter mechanical ventilation duration, decreased blood and blood product usage, decreased intensive care re-admission frequency. We think that our study is valuable in the literature for showing the participation of intensive care specialists apart from a cardiac surgeons in postoperative patient management after a cardiac surgery may have positive outcomes.