Tıp Fakültesi / Faculty of Medicine
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11727/1403
Browse
6 results
Search Results
Item Ötiroid bireylerde metabolik sendrom komponentleri ile tiroid fonksiyon, volüm ve nodül ilişkisi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2009) Aytürk, Semra; Gürsoy, AlptekinMetabolik Sendrom (MS) insülin direncinin belirgin rol oynadığı metabolik anormallikerin bir kümelenmesidir. Son zamanlarda MS ile tiroidin fonksiyonel/morfolojik anormallikleri arasında olabilecek bir ilişki sorgulanmaktadır. Bizim bu vaka kontrol çalışmasındaki amacımız, MS bulunan hastalarda tiroid volüm ve nodül prevalansını incelemekti. Metabolik sendrom bulunan 278 hasta ile randomizasyon yöntemi kullanılarak yaş, cinsiyet ve sigara alışkanlığı yönünden eşleştirilmiş 261 kontrol vakası eşleştirildi. MS parametrelerinin yanı sıra TSH, sT3, sT4 ve homeostasis model assessment- IR (HOMAIR) ile hesaplanan İD seviyeleri değerlendirildi. Bütün katılımcılara tiroid ultrasonografisi yapıldı. Tiroid nodüllerinden 1cm den büyük olanlara tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi (TİİAB) uygulandı. TSH metabolik sendrom varlığı ile anlamlı olarak pozitif koreleydi. Serbest tiroid hormon seviyeleri ile MS ve komponentleri arasında ilişki yoktu. MS hastalarının ortalama tiroid volümleri kontrol grubuna göre anlamlı olarak artmıştı (P<0.0001). Tiroid nodül yüzdesi MS hastalarında daha yüksekti (sırasıyla, %50.4, %14.6, P<0.0001). Çalışmaya alınan vakalar İD varlığına göre de iki gruba ayrıldı. İnsülin direnci olan bireylerde tiroid volüm ve nodül formasyonunun artmış olduğu görüldü. İD varlığında tiroid nodül gelişimi için tahmini rölatif riskin 3,2 olduğu saptandı. TSH’nın yanı sıra MS komponentlerinin tiroid volüm artışı için bağımsız risk faktörü olduğu bulundu.Tiroid nodül formasyonu İD ile korele iken TSH ile korelasyon tespit edilmedi. Tiroid nodülü bulunan ve TİİAB yapılan 38 MS hastasının 3’ünde (%7,9) tiroid kanseri saptanırken kontrol vakalarında (n=22) saptanmadı. Sonuçlar MS bulunan hastaların anlamlı olarak artmış tiroid volüm ve nodül prevalansına sahip olduklarını göstermektedir. Multivariate modelde İD bu risk artışına anlamlı olarak katkıda bulunmaktadır. Bizim verilerimiz nodül formasyonu için İD’nin bağımsız bir risk faktörü olduğunu göstermektedir. The metabolic syndrome (MS) is a cluster of metabolic abnormalities with insulin resistance (IR) as a major characteristic. It has been recently questioned that MetS and its related components are associated with functional and morphological alterations of thyroid gland. Aim of our study is to examine thyroid volume and nodule prevalence in a case control study of patients with MS. Two hundred seventy eight patients with MS were randomly matched for age, gender,and smoking status with 261 subjects without MetS. Serum TSH, free T3 and T4, and the level of İR, estimated by the HOMA-IR, as well as other MS parameters were evaluated. Thyroid ultrasonography was performed in all participants. Thyroid nodules greater than 1cm underwent fine needle aspiration biopsy. TSH was significantly positively correlated with the presence of MS diagnosis. There was no association between free thyroid hormone levels and MS and its related components. Mean thyroid volume was higher in patients with MS than in controls (p<0.0001). Percentage of patients with thyroid nodules was also higher in patients with MS (50.4% vs. 14.6%, p<0.0001). Participants were also divided into two groups according to the presence of IR. Subjects with IR have also increased thyroid volume and nodule formation. The odds ratio for the development of thyroid nodule in the presence of IR was 3.2. TSH as well as all MS components were found to be independent risk factors for thyroid volume increase. IR but not TSH was found to be correlated with thyroid nodule formation. Thyroid cancer was diagnosed in 3/38 patients with MS (7.9%). No cancer cases were found in control subjects. The results suggest that patients with MS have significantly increased thyroid volume and nodule prevalence. In multivariate model, the presence of IR contributed substantially to this increased risk. Our data provide evidence that IR is an independent risk factor for nodule formation.Item Böbrek nakli sonrası uzun dönemde insülin direnci üzerine etkili faktörler(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2009) Şaşak, Gülşah; Sezer, Sirenİnsülin direnci (İD) ’nin nakil sonrası diyabetin erken ve güçlü bir belirleyicisi olması yanı sıra diyabet ve hiperglisemi yokluğunda bile kardiyovasküler mortalite ve morbiditeyi artırdığı bilinmektedir. Demografik özellikleri benzer normal populasyonla karşılaştırıldığında İD, böbrek nakli yapılan hastalar arasında daha sık bulunmuştur. Bizde çalışmamızda açlık kan glukozu normal olan böbrek nakli hastalarında İD sıklığını ve kullanılan immünsüpresif ilacın serum seviyesi, dozu, obesite, yaş, kullanılan antihipertansif ilaçlar gibi faktörlerle ilişkili olup olmadığını saptamaya çalıştık. Çalışmamıza 1992–2006 yılları arasında Ankara Başkent Üniversitesi Hastanesi’nde böbrek nakli yapılan 106 hasta alındı. İD varlığını tespit etmek için HOMA-IR kullanıldı. HOMA-IR≥2,5 anlamlı kabul edildi. Çalışmaya alınan hastalarda İD sıklığı; %53,8 (n:57) olarak saptandı. Bel-kalça oranı ve kreatinin klirensi İD olan grupta anlamlı olarak daha yüksek saptandı (sırasıyla p=0,001, p=0,037). HOMA-IR; yaş (r=0,272,p=0,005), bel –kalça oranı (r=0,330,p=0,001), VKİ (r=228,p=0,019) ile korele bulundu. HOMA-IR ye etki eden bağımsız faktörleri belirlemek için yapılan multilineer regresyon analizinde bel-kalça oranı ile ilişkili idi (beta=0,238, p=0,022). Homa-IR düzeyi siklosporin A, sirolimus, takrolimus kullanan hastalarda sırasıyla 2,9±1,3, 2,4±1,5 ve 3,1±1,8 olarak saptandı (p>0.005) . Siklosporin A kullanan hastalarda yaş (r=0,328, p=0,048), bel-kalça oranı (r=0,421, p=0,010) ve VKİ (r=0,402, p=0,014) HOMA-IR ile korelasyon gösterdi. Sirolimus kullananlarda HOMA-IR ile VKİ (r=0,479, p=0,006) ile korele idi. Takrolimus kullananlarda ise bel-kalça oranı (r=0,443, p=0,006) ile korele idi. Multilineer regresyon analizinde HOMA-IR düzeyi, CsA ve takrolimus kullanan grupta bel-kalça oranı, sirolimus kullanan grupta VKİ ile korele idi (sırasıyla beta=-0,421, p=0,012, beta=0,379, p=0.023, beta= 0,529, p=0.007). Çalışmamızda sonuç olarak nakil sonrası uzun dönemde İD üzerine en etkili faktörün belkalça oranı olduğu gösterilmiştir. Sonuçlarımız açlık kan glukozu normal olsa bile hastalarda İD’nin araştırılması ve uygun diyet, fiziksel aktivite önerilmesi ile uzun süreli sonuçların daha da iyileşebileceğini düşündürmektedir. Insulin resistance (IR) is an early and very strong predictor of post-transplant diabetes mellitus as well as an important cardiovascular risk factors even in the absence of hyperglycemia. Patients after renal transplantation are insulin resistant compared to a control group with similar demographic characteristics. The aim of the study was to determine the frequency of IR in renal allograft patients without glucose disorders, to correlate IR indexes with the doses of immunosuppressive medications and other risk factors such as age, obesity and antihypertensive therapy used. One hundred and six patients who received a kidney transplant at Baskent University Hospital between 1992 and 2006 were enrolled the study. IR was diagnosed when HOMA-IR is of IR in our patients was 53.8% (n: 57), Waist-hip ratio and creatinine clearance was higher in IR patients (respectively p=0,001, p=0,037). HOMA-IR was correlated age, waist-hip ratio, body mass index (BMI) (respectively r=0,272,p=0,005, r=0,330,p=0,001, r=228,p=0,019). The waist-hip ratio was positively associated with HOMA-IR after multivariate analysis (beta=0,238, p=0,022). HOMA-IR level was 2,9±1,3, 2,4±1,5 and 3,1±1,8 in patients used cyclosporine A (CsA), sirolimus, tacrolimus (p>0.005). In patients used CsA, HOMA-IR was correlated with age, waisthip ratio, and BMI (respectively r =0,328, p=0,048, r=0,421, p=0,010, r=0,402, p=0,014). it was correlated with BMI in patients used sirolimus (r=0,479, p=0,006), and waist-hip ratio (r=0,443, p=0,006) in patients used tacrolimus. BMI was associated with HOMA-IR in all groups in multivariate analysis (respectively beta=-0,421, p=0,012, beta=0,379, p=0.023, beta= 0,529, p=0.007). Our results indicate that abdominal waist-hip ratio is a major determinant of IR after renal transplantation. Even in the absence of hyperglycemia, renal transplant patients may have IR. If obesity is prevented, the long term patients and graft survival may be better than now.Item Hipertansif tip 2 diyabetik olgularda telmisartan ve losartanın insülin duyarlılığı üzerine olan etkileri(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2007) Bakıner, Okan SefaSon zamanlarda, bir anjiotensin reseptör blokörü olan telmisartanın renin-anjiotensin sistem inhibisyonundan bağımsız olarak parsiyel PPAR-gamma aktivitesi göstererek insülin duyarlılığını arttırdığı in-vitro deneysel çalışmalarla gösterilmiştir. Bir başka anjiotensin reseptör blokörü olan losartanda böyle bir aktivite bulunamamıştır.. Çalışmamızda hafif-orta şiddette hipertansiyonu olan ve sulfonilüre tedavisi ile metabolik kontrolü sağlanmış olan tip 2 diyabetik hastalarda telmisartan ve losartanın, metabolik parametreler ve insülin direnci üzerine olan etkilerini karşılaştırmayı amaçladık. Çalışmaya en az üç aydır telmisartan (n=10) yada losartan (n=10) alan , sulfonilüre tedavisi ile metabolik kontrolü sağlanmış yirmi tip 2 diyabetik hasta alındı.Gönüllü onayları alınan hastaların antropometrik ölçümleri alındı, açlık plazma glukozu, bazal insülin düzeyleri, lipid parametreleri,serum adiponektin düzeyleri belirlendi; HOMA-IR ve HOMA β’ları hesaplandı. Hiperinsülinemik-öglisemik klemp testi yapılarak insülin duyarlılığını yansıtan M değerleri bulundu. Sonrasında hastaların almış olduğu telmisartan yada losartan kesildi. Onbeş günlük ilaçtan temizlenme periyodunu takiben önceden losartan almış olan gruba (grup1) telmisartan (80mg/gün), önceden telmisartan almış gruba (grup 2) losartan (50 mg/gün) tedavisi başlandı. 12 hafta takip sonunda hastalara bahsedilen antropometrik ölçümler ve laboratuvar testleri ile hiperinsülinemik öglisemik klemp testi tekrarlandı. İndependent samples T testi ile grupların başlangıç karekteristik özellikleri karşılaştırıldı. Sonrasında paired samples T testi kullanılarak her grubun bahsedilen ölçümlerinde çalışma başlangıcı ve bitimi arasındaki değişimin anlamlılığı belirlendi. Çalışmayı 1. gruptan dokuz (yaş ortalaması 51,2±6,4 yıl), 2. gruptan sekiz (44,6±6,2 yıl), toplam 17 hasta tamamladı.Başlangıç karakteristik özellikleri açısından gruplar arasında anlamlı farklılık yoktu. Çalışma bitiminde grup 1’de kan basıncı,açlık plazma glukozu, glukozile hemoglobin,bazal insülin düzeyi, lipid paramtreleri, serum adiponektin düzeyileri, HOMA-IR ve HOMA β ile hiperinsülinemik öglisemik testiyle hesaplanan M değerlerinde başlangıca göre anlamlı farklılık yokken vücut ağırlığı ve vücut kitle indeksinde istatistiksel anlamlı azalma tespit edildi (p=0,034). Buna karşın grup 2’ deki hastalarda vücut ağırlığı dahil bahsedilen hiçbir parametrede çalışma başlangıcı ve bitişi arasında fark yokken hiperinsüliemik-öglisemik klemp testiyle belirlenen insülin duyarlılığında anlamlı artış saptandı (p=0,028). Bu bulgularla kısa süreli tedavide tip 2 diyabetik hastalarda kan basıcı,kan glukozu, glukozile hemoglobin, lipid parametreleri ve serum adiponektin düzeyleri üzerinde telmisartan (80 mg/gün) ve losartan (50 mg/gün) tedavisi arasında anlamlı farklılık olmadığı, buna karşın losartanın insülin duyarlılığını, telmisartan anlamlı kilo kaybı yaptığı halde bu ilaca göre daha belirgin düzelttiği sonucuna varıldı. Angiotensin receptor blockers (ARB) are shown to increase insulin sensitivity via renin-angiotensin system (RAS) inhibition. Recently, telmisartan has been reported to increase insulin sensitivity, by acting as a partial (Peroxisome Proliferator Activator Receptor) PPAR-gamma agonist, regardless of its RAS inhibition, but losartan has no such activity. In this study, we compared the impact of telmisartan and losartan on insulin sensitivity among mild or moderately hypertensive type 2 diabetic cases whose glucose homeostasis were controlled (hbA1c<8) only with sulphonylureas. Age-sex-weight matched 20 cases who had been on telmisartan (n=10) or losartan (n=10) at least for three months were included. Their anthropometric measurements were performed, blood pressures were recorded. Fasting venous blood samples were obtained for glucose, hbA1c, insulin, lipids and adiponectin. Peripheral insulin resistance was calculated using the formula; (Homeostasis Model Assessment) HOMA-IR. Euglycemic hyperinsulinemic clamp method defined by DeFronzo was performed in each subject and whole insulin sensitivity was derived from glucose disposal rate expressed as mg/kg/min and indicated as ‘M’ index. Thereafter, telmisartan and losartan were withdrawn within both groups. A cross-over design was planned, following a wash-out period of 15 days, losartan group (Group 1) was given telmisartan 80mg/day, telmisartan group (Group 2) was administered losartan 50mg/day. After 12 weeks of therapy, all measurements, calculations and the clamp test were re-performed. General features of the cases at inclusion were similar. Nine cases (90%) in Group 1 and 8 cases (80%) in Group 2 concluded the follow-up. In Group 1, among all follow-up parameters, only weight exhibited a significant decrease at final evaluation (p=0.034). In Group 2, only M value was found to increase (p=0.028). Our findings indicated that among hypertensive type 2 diabetic cases, losartan caused a better improvement in whole insulin sensitivity and telmisartan resulted in a more weight loss. These results conflicted with the literature reporting partial PPAR-gamma agonism by telmisartan. However, euglycemic hyperinsulinemic clamp method; the gold standard method in assessing whole insulin sensitivity was used in any of these comparative studies. Additionally, none of them was performed in type 2 diabetic subjects. Depending on our findings, we propose that losartan ameliorates whole insulin sensitivity in short term, whereas telmisartan does not. Compared with partial PPAR-gamma agonism, tissue RAS inhibition may be more effective on insulin sensitivity and regarding this effect, losartan may be more potent than telmisartan.Item Yoğun bakım ünitesinde akut böbrek yetmezliği ile takip edilen hastaların sınıflandırılması ve mortaliteyi etkileyen faktörler(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2008) Usluoğulları, Celil Alper; Sezer, SirenA k u t böbrek yetmezliği (ABY), saatler-günler içinde böbrek fonksiyonlarının bozulmasıyla ve glomerüler filtrasyon hızında azalmayla seyreden bir tablodur. ABY, özellikle yoğun bakım ünitelerinde yatmakta olan hastalarda, kritik tabloya %5-20 oranında eşlik etmekte ve sıklıkla “çoklu organ yetmezliği sendromunun” bir parçası olarak yer almaktadır ve mortalite oranı %35–65 arasında değişmektedir. Sağ kalan hastalarda, kronik renal replasman tedavisi ihtiyacı yalnızca %5 oranında görülmektedir. Bu nedenle, bu hastalarda temel amaç, zamanında uygun koruyucu tedavi stratejileriyle ve etkili renal replasman tedavisi ile gelişebilecek üremik ve diğer komplikasyonların önlenmesidir. Yoğun bakımdaki kritik hastalarda, diyabet hastalığından bağımsız olarak hiperglisemi ve insülin direnci sık ortaya çıkan bir durumdur. Bu konuda kontrollü çalışmalar olmamasına karşın kritik hastalarda belirgin hipergliseminin ve insülin direncinin morbidite ve mortalite oranlarında artmaya neden olduğu gösterilmiştir. Metabolik ve hormonal fonksiyonlardaki bozulmalar ABY’nin eşlik ettiği çoklu organ yetmezliğininde bir parçası olabileceği gibi ABY gelişen hastalarda mortalite ve morbiditenin artmasına da katkıda bulunabilirler. Biz de çalışmamızda yoğun bakım ünitesinde ABY gelişen hastaların prognozuna etki eden faktörleri değerlendirirken özellikle hiperglisemi ve insülin direncinin etkilerini değerlendirdik. Bu amaçla ABY tanısıyla yatırılan hastaların yatırıldığı günden itibaren, herhangi bir nedenle hastaneye yatıp hastanede ABY gelişen hastaların ise ABY tanısı aldığı günden itibaren prospektif takipleri yapıldı. Hastaların bu süredeki kan glukoz değerleri günde 4 kez olmak üzere yakın takip edildi ve ortalama günlük glukoz değerleri kaydedildi. Ç alışmaya, Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne ABY tablosuyla başvuran veya hastaneye yattıktan sonraki dönemde ABY gelişen ve yoğun bakım ünitesinde yatan toplam 50 hasta dahil edildi. Hastaların ABY tanı kriteri olarak, bazal kreatinin düzeyinin en az %50 oranında yada 0,5 mg/dL ve üzerinde üzerinde artış göstermesi öngörüldü. RIFLE sınıflamasına göre hastalar risk (riskli) grubunda 25(%50), injury (hasar) grubunda 9(%18), failure (yetmezlik) grubunda 16(%32) kişi olmak üzere gruplara ayrıldı. Hasta grupları klinik ve laboratuvar tetkikleri açısından karşılaştırıldı. İnsülin değerleri ve insülin direnci (HOMAIR), gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı farklılık gösteriyordu (P=0,034,P=0,004). Hastaların IGF-1 (insülin benzeri büyüme faktörü-1), IGFBP3 (insülin benzeri büyüme faktörü bağlayıcı protein3), PTH (paratiroid hormon), TSH (tiroid sitümülan hormon) değerleri gruplar arasında karşılaştırıldığında istatiksel olarak anlamlı farklar saptanmadı. Hastaların takibinde hemodiyaliz ihtiyacı olup olmaması, yoğun bakımda yatış süreleri ve mortalite oranları gruplar arasında karşılaştırıldığında istatiksel olarak anlamlı farklar saptandı (P=0,017, P=0,010, P=0,001). Hastaların takibinde 24 hasta yaşamış ve renal fonksiyonları diyalizden bağımsız olarak iyi seyretmiş; 26 hasta ise eksitus olmuştur. Bu iki grup karşılaştırıldığında exitus olan grupta kan glukoz değerlerinin ortalaması ve insülin direnci (HOMA-IR) istatiksel olarak anlamlı yüksekti (P=0,004, P=0,001). Bu sonuçlar, hiperglisemiyle beraber insülin direncinin yoğun bakımda ABY olan hastalarda mortaliteye eşlik eden en önemli nedenlerinden biri olduğunu destekler nitelikteydi. İdrar çıkışı göreceli olarak azalan ve diyaliz ihtiyacı olan hastalarda, mortalitenin istatistiksel olarak çok daha yüksek oranda olduğu saptandı (Sırasıyla P=0,001 ve P=0,011). B u bulgular ışığında, ABY gelişen hastaları RIFLE kriterlerine göre sınıflayıp takip ederek mortaliteye eşlik eden faktörleri daha erken saptamaya çalıştık. Hiperglisemi ve insülin direncininde eşlik ettiği ABY hastalarındaki yüksek mortalite oranları göz önüne alınarak, bu hastalarda bilinen ve yeni tedavi stratejilerinin yanında yakın kan glukoz düzeyi takibi, ılımlı ve kontrollü insülin tedavisinin de yararlı olabileceğini düşünmekteyiz. Acute renal failure (ARF) is a syndrome characterized by detoriation of renal function and decrease in glomerular filtration rate (GFR) in hours to days. AFR, specially seen in patients in intensive care unit (ICU) generally as a part of “multi-organ failure syndrome” with a percentage of 5-20%, and mortality rate of 35-60%. For survivors, renal replacement treatment is required for only 5%. For this reason, the main aim in these patients is to prevent uremic complications with suitable preventive therapy strategies and with suitable and effective renal replacement therapy if needed. H y perglycemia and insulin resistance are common during critical illness in ICU, irrespective of pre-existing diabetes mellitus and are associated with increasing morbidity and mortality. Additionally, the development of clinical ARF is frequently associated with a number of other organ system failures, which may compound these metabolic and hormonal derangements and contribute to increased morbidity and mortality. In our study, factors which affect the prognoses of the patients in the intensive care unit who have the ARF were evaluated. Especially the effects of hyperglycemia and insulin resistance were focused. For this reason the follow up was made for the patients hospitalized with the diagnose of the ARF and the patients whose diagnose was done after hospitalizing. The patient’s glucose values are followed four times a day and their average glucose values are recorded. For this study, a sample of 50 patients, who admitted to Başkent University Hospital with diagnose of ARF, or who developed ARF in ICU after hospitalization were included. For ARF diagnose, a basal creatinin level higher than a least 50% or an increase higher than 0,5 mg/dL was considered. Patients were separated according to RIFLE classification, as 25(50%) in (risk), 9(18%), in Injury and 16(32%) in Failure group. Patient groups were compared by their clinical and laboratory techniques. Insulin values and insulin resistance had meaningful differences as statistical between groups (P=0,034,P=0,004). However, when the IGF-1 (insulin-like growth factor-1), IGFBP3 (insulin-like growth factor binding protein3), PTH (parathyroid hormone), TSH (thyroid stimulation hormone) values comparison didn’t have a meaningful differences. During the patients follow up, the hemodiayliz requirement, time at intensive care unit and mortality ratios were compared but there was meaningful statistical differences (P=0,017, P=0,010, P=0,001). During the follow-up of the patients 24 of them were alive and renal functions were good independent of diyaliz but 26 of the patients were exitus. When this two groups were compared, at the exitus group the average value of blood glucose value and insulin resistance (HOMA-IR) statistically increased (P=0,004, P=0,001). These results showed that one of the most important reason for mortality for the patients who has ARF in ICU is insulin resistance with hyperglycemia. The mortality was significantly higher (P=0,001 ve P=0,011) at the patients whose urine outlet decreased gradually and who needs dialyze. With these findings, the patients with ARF were classified with RIFLE criteria and they were followed to diagnose the factors cause mortality. When the ARF patients with high mortality ratios which caused by hyperglycemia and insulin resistance was considered, we think that in addition to known and new treatment strategies, following of the blood glucose level, mild and controlled insulin treatment will be beneficial.Item Obez olmayan polikistik over sendromlu hastalarda ailede tip 2 diabetes mellitus öyküsünün insülin duyarlılığı üzerine etkileri(2007) Bozkırlı, Emre; Güvener Demirağ, NilgünPolikistik over sendromu, üreme çağındaki kadınların %4-8’ini etkileyen, hiperandrojenizm ve kronik anovülasyonla karakterize, sık görülen endokrinolojik bozukluklardan biridir. Neden olabildiği fertilite problemlerine ek olarak; obezite, tip 2 diabetes mellitus, hipertansiyon, dislipidemi ve kardiyovasküler hastalıklar gibi birtakım metabolik komplikasyonlar ile yakın ilişkili olduğu bilinmektedir. Hiperinsülinemi ve insülin direnci hastalığın iyi bilinen özelliklerindendir. Hastaların yaklaşık %50-60’ında insülin direnci varlığı izlenmiştir. Literatürde obez polikistik over sendromlu hastalarda, ailede tip 2 diabetes mellitus öyküsü varlığının insülin duyarlılığında azalma ile yakın beraberlik gösterdiğini, ve bu hasta grubunda glukoz metabolizma bozukluklarına çok daha sık oranlarda rastlandığını bildiren çalışmalar bulunmaktadır. Bu çalışmada, normal kilolu polikistik over sendromlu hastalarda ailede tip 2 diabetes mellitus öyküsünün insülin direnciyle olan ilişkisinin araştırılması amaçlandı. Bu amaçla 19 obez olmayan polikistik over sendromlu hasta seçildi ve hastalar ailede tip 2 diabetes mellitus öyküsü varlığı yönünden iki gruba ayrıldı. Hastalardaki insülin duyarlılığı “Homeostasis Model Assessment of Insulin Resistance” indeksi hesaplamaları ve hiperinsülinemik öglisemik klemp testi kullanılarak araştırıldı. Sonuç olarak, tüm grupta normal popülasyona kıyasla, azalmış insulin duyarlılığı izlenmedi (tüm grup ortalama M değeri: 5.97±1.58). Bunun dışında, her iki grup arasında insülin direnci yönünden anlamlı fark saptanmadı (ortalama M değerleri; ailede diyabet olanlar: 5.41±1.20, olmayanlar: 6.48±1.77, p=0.144). Ek olarak, klinik bulgular ve hormon profilleri yönünden de iki grup arasında benzer sonuçlar gözlendi (p>0.05). Çalışma sonucunda elde edilen bulgular, obez olmayan polikistik over sendromlu hastalarda ailede tip 2 diabetes mellitus öyküsü varlığının, insülin direnci, klinik bulgular ve hormon profillerinde anlamlı değişikliğe yol açmadığını düşündürmektedir. Ancak, bu konu hakkında kesin bir yargıya varabilmek için daha geniş hasta grupları ile yapılacak çalışmalara ihtiyaç vardır. Polycystic ovary syndrome, which is characterized by hyperandrogenism and chronic anovulation, is one of the common endocrine disorders, affecting 4-8% of reproductive-aged women. In addition to causing fertility problems, it is associated with some metabolic complications such as; obesity, type 2 diabetes mellitus, hypertension, dyslipidemia and cardiovascular diseases. Hyperinsulinemia and insulin resistance are well-known features of the disease. Insulin resistance is observed in approximately 50-60% of the patients. In the literature, there are studies reporting; positive family history for type 2 diabetes mellitus in obese polycystic ovary syndrome patients is closely related with a decrease in insulin sensitivity. Also, glucose metabolism disorders are much more frequent in this group of patients. The aim of this study was to assess the relation with positive family history for type 2 diabetes mellitus and insulin resistance in normal weight polycystic ovary syndrome patients. For this purpose, 19 nonobese patients with polycystic ovary syndrome were chosen. Than the subjects were divided into two groups according to their family history for type 2 diabetes mellitus. Insulin sensitivity was evaluated with “Homeostasis Model Assessment of Insulin Resistance” indices calculations and using a hyperinsulinemic euglycemic clamp technique. As a result, a decrease in insulin sensitivity was not observed in the whole study group when compared with the normal population (mean M values of the whole group: 5.97±1.58). Also, a significant difference in insulin resistance was not found between two groups (mean M values; with a positive family history for type 2 diabetes mellitus: 5.41±1.20, without a positive family history: 6.48±1.77, p=0.144). In addition, similar findings were observed in the means of clinical findings and hormone profiles within the two groups. Results of the study make us think that, a positive family history for type 2 diabetes mellitus does not affect insulin sensitivity, clinical findings and hormone profiles in nonobese polycystic ovary syndrome patients. But further studies with higher number of patients are required for confirmation.Item Ant-Hcv pozitif hemodiyaliz hastalarında insülin direnci ve arter sertliği risk faktörleri arasındaki ilişki(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2007) Ülkü Adam, Fatma; Sezer, SirenHepatit C virüs (HCV) seropozitivitesiyle karotis arter plak ve karotis intima media kalınlığı arasında sağlıklı toplumda bağımsız ilişki bulunmuştur. Aynı şekilde insülin direnci de ateroskleroz için bir risk faktörüdür ve yine HCV(+) hastalarda Tip 2 DM sıklığının arttığı bilinmektedir. HCV’ünün hemodiyaliz hastalarında insülin direnci ve ateroskleroz üzerindeki etkilerinin belirlenmesi hastaların buna bağlı kardiyovasküler komplikasyonlardan korunması ve tedavilerinin planlanması açısından önemlidir. Bu çalışmada HCV enfeksiyonu olan hemodiyaliz hastalarında insülin direncinin varlığı ve bu hastalarda hepatit C virüsünün ve insülin direncinin ateroskleroz üzerindeki etkilerinin araştırılması amaçlandı. Çalışmaya son dönem böbrek yetmezliği nedeni ile en az 3 aydır hemodiyaliz programında olan benzer yaş, cinsiyet ve hemodiyaliz sürelerine sahip,diyabeti olmayan, normoglisemik 37 HCV(+) ve 30 HCV(-) toplam 67 hasta alındı. Hastaların insülin direnci “homeostasis assesment model” yöntemi ile ölçüldü. Arter sertliği “sertlik indeksi β” ve “elastik modulus” ölçümleri ile değerlendirildi. Çalışmaya alınan HCV(+) hastaların 20’si erkek, 17’si kadın, yaş ortalaması 43.4 ± 16.7 yıl, ortalama HD süresi 97.4±49.5 ay, HCV (-) gruptaki hastaların ise 19’u erkek, 11’i kadın, yaş ortalaması 44.5 ± 16.8 yıl, ortalama HD süresi 82.8±45.1 aydı. HCV(+) hastalarda ortanca HOMA-insülin direnci değeri 1.50 iken HCV(-)hastalarda 1.31 idi. Her 2 grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık yoktu. Sertlik indeksi β ve elastik modulus ölçümleri açısından da HCV(+) ve HCV(-) gruplar arasında farklılık saptanmadı. HCV(+) hasta grubunda bakılan arter sertliği parametreleri yaş, beyaz küre, trombosit, total kolesterol, LDL kolesterol, ürik asit, ortalama arter basıncı, diyastolik kan basıncı ve HOMA-insülin direnci ile pozitif korele iken HCV(-) hasta grubunda arter sertliği ile bu parametreler arasında ilişki gösterilemedi. Sonuç olarak, HCV(+) hemodiyaliz hastalarında insülin direnci ile birlikte aterosklerozla ilişkiyi kuvvetlendirdiğini tespit ettik. HCV (+) hemodiyaliz hastalarının kardiyovasküler morbidite ve mortalitelerinin azaltılması için insülin direnci açısından değerlendirilmeleri faydalı olacaktır. Bu çalışma bu konuda literatürde yapılmış olan ilk çalışmadır.