Fakülteler / Faculties
Permanent URI for this communityhttps://hdl.handle.net/11727/1395
Browse
1154 results
Search Results
Item Adölesanlarda görüntüden yaş tayini(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Şan, Furkan; Güven, Erhan; Yaşar, Zehtiye FüsunAdli tıpta yaş tayini özel ve ceza hukuku bağlamında çeşitli olgularda talep edilen bir durumdur. Yaş tayini için bir çok yöntem olmasına karşın görüntüden yaş tayini gibi özel durumlarda geleneksel yöntemlerin kullanılabilmesi yeterli olamamaktadır. Fotoğraf ve video kayıtlarından oluşan bu tip durumlarda Tanner evrelemesi yaş tayini için kullanılabilmekte ancak bu yöntemin de bazı kısıtlılıkları bulunmaktadır. Bu nedenle son yıllarda fotoantropometri yöntemi ile yüzden alınan ölçümlere dayalı hesaplanan indekslerin yaş tayininde kullanılması üzerine çalışmalar yapılmaktadır. Çalışmamızda da bu yöntem kullanılarak görüntüdeki kişilerin 18 yaşın altında mı üstünde mi olduğunun tespit edilebilirliği sorgulanmıştır. Çalışmaya 15-20 yaş aralığında 330 kız, 307 erkek toplam 637 gönüllünün frontal ve lateral fotoğrafları dahil edildi. Çalışma kapsamında frontal fotoğraflarda 17, lateral fotoğraflarda 4 anatomik nokta işaretlenerek 9 frontal ve 4 lateral ölçüm alındı. Alınan ölçümlerden 22 indeks hesaplanarak yaş ve cinsiyetle olan ilişkisi incelendi. Ardından hesaplanan indeksler yardımıyla yaş ve cinsiyet gruplaması yapılabilmesi için makine öğrenmesi modelleri geliştirildi. İstatistiksel analizler IBM SPSS Orange Data Mining ve R Studio kullanılarak gerçekleştirildi. Tüm ölçümlerde gözlemciler arası güvenilirlik orta ve üzeri bulunarak hesaplanan indekslerle analizlere devam edildi. Frontal fotoğrafta 10 indeks ve lateral fotoğrafta 3 indeks kız ve erkeklerde yaş grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gösterdi. Ardından tüm indeksler ile, geliştirilen makine öğrenmesi modelleri ile yaş ve cinsiyet gruplaması yapıldı. SVM modeli kişilerin %80,8’ini doğru cinsiyete; %79,9 unu ise doğru yaş grubuna sınıflandırdı. Sonuç olarak geliştirdiğimiz modeller hesaplanan indeksler ile kişileri yüksek performansla doğru yaşa ve cinsiyete sınıflamaktadır. Ancak standart fotoğraflar kullanarak hesapladığımız indeksleri kullanılarak yapılan yaş sınıflamasının rast gele fotoğraflarda da benzer çalışmalarla test edilmesi gerekmektedir. Age determination in forensic medicine is requested in various cases of civil and criminal law. Although there are many methods for age determination, traditional methods are not sufficient for determining age based on images. Tanner staging can be used for age determination in cases that consist of photographs and video recordings, but this method has limitations. In recent years, the photo-anthropometry method has been used to determine age by indices calculated from facial measurements for age determination. Our study utilized this method to determine whether individuals in the image were under or over 18 years of age. The study included frontal and lateral photographs of 637 volunteers, 330 females, and 307 males aged between 15 and 20 years old. Within the scope of the study, 9 frontal and 4 lateral measurements were taken by marking 17 anatomical points in frontal photographs and 4 anatomical points in lateral photographs. Based on the facial measurements, 22 indices were analyzed to determine their correlation with the age and gender of the participants, then machine learning models were developed to group individuals by age and gender using calculated indices. Statistical analyses were performed using IBM SPSS Orange Data Mining and R Studio. Inter-observer reliability was moderate or above in all measurements, and the analysis proceeded with the calculated indices. There were significant differences in age groups between males and females in 10 indices in the frontal photograph and 3 in the lateral photograph. The machine learning models were developed and used to group individuals by age and gender using all indices. The SVM model correctly classified the gender of 80.8%, and the age of 79.9% of the individuals. As a result, the models we developed can accurately classify individuals based on age and gender using calculated indices. Our study evaluated the accuracy of age classification by indices derived from standardized photographs, furthermore, it needs to be tested with similar studies on random photographs.Item Çocuk kardiyoloji bilim dalından istenen konsültasyon sebeplerinin ve sonuçlarının değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Shirinova, Lala; Erdoğan, İlkayGiriĢ: Kalp hastalıklarının başvuru şekli basit bir üfürümden ani ölüme kadar değişen geniş bir yelpaze içinde yer alabilir. Doğru ve zamanında tanı konulması ancak hastayı izleyen çocuk hekimlerinin bu konudaki duyarlılıkları ile mümkün olabilir. Diğer taraftan erişkin kalp hastalarında kalp hastalığı düşündüren göğüs ağrısı, çarpıntı gibi şikayetler çocuklarda daha nadir olarak kalp hastalığı ile ilişkilidir. Bu nedenle, hastaların hangi şikayet ve bulguların varlığında, ne amaçla konsülte edileceklerinin bilinmesi hem çocuk hekimlerinin, hem de tıp öğrencilerinin eğitimi açısından önemlidir. Bu çalışmamızda Başkent Üniversitesi Çocuk Kardiyoloji Bilim Dalı Polikliniği‟ne resmi olarak konsültasyonu sunulan hastalar dahil edildi. İstenen konsültasyonların zamanında ve uygun olarak yapılıp yapılmadığı, hastaların tanısında gecikmeye sebep olup olunmadığı değerlendirilerek, kliniğimizde gerekli düzenlemelerin ve eğitim programlarında güncellemelerin yapılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza 01.01.2019-31.12.2019 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Kardiyoloji Bilim Dalı Polikliniği‟nden konsültasyon istenen 18 yaşa kadar olan, yatan ve ayaktan takip edilen çocuk hastalar dahil edildi. Hasta verilerine hastanenin elektronik sistemi üzerinden gereken yasal izinler sağlandıktan sonra ulaşılarak konsülte edilen hastaların konsültasyon sırasındaki yaşı, cinsiyeti, yatarak veya ayaktan danışılması, konsültasyon isteğinin hangi bölümlerden ve servislerden olduğu, ön tanıları, kardiyak geçmişleri ve hastaneye yatış nedenleri, konsültasyon istenme nedenleri incelendi. Bulgular: Toplam 543 konsültasyon değerlendirildi. Çalışmaya konsültasyon istenen 229‟u (%42,2) kız, 314‟ü (%57,8) erkek çocuk hasta dahil edildi. Bu hastaların 425‟ine (%78,3) yatarken, 118‟ine (%21,7) ayaktan izlemde konsültasyon istenmişti. Ön tanısı olmayan hasta sayısı 283(%52) idi. Konsültasyon istenen 277(%51) hastanın kardiyak özgeçmişine ait herhangi bir bilgi bulunmadı. Konsültasyon istenen hastaların 163‟ünde (%30) kardiyak patoloji saptanmazken, 380‟inde (%70) kardiyak patoloji saptandı. Kardiyak patolojilerin 201‟i (%52,9) hastaların eski kardiyak sorunları ile ilgiliyken, 179‟u (%47,1) yeni tanı kardiyak patoloji idi. En çok konsültasyon isteyen bölüm yenidoğan bölümü idi (138 hasta, %25,4). Kardiyak öyküsü olan hastaların kalp dışı bir ameliyat öncesi değerlendirme istenmesi en fazla konsültasyon nedeniydi (84 hasta, %15,5). TartıĢma ve sonuç: Hastaların kardiyolojik muayene ve ekokardiyografi sonuçları belirlendi. Çalışmamız sonuçlarına göre, genel konsültasyon kurallarının yerine getirilmesinde muayene ve hastalardan elde edilen anamnez bilgilerinin konsültasyon istenilen çocuk kardiyoloji bölümüne aktarılmasında eksiklikler bulundu. Konsültasyonların aciliyetine göre sıraya konması, hastaların muayene bulguları, özgeçmiş ve soygeçmişleri ile ilgili kardiyak bilgilerin düzgün aktarılması, ön tanının belirtilmesi hem hekimlerimizin bilgi alışverişi sağlayarak bu alanda tecrübelerinin artmasına, hem de hastanın tanısının erken sürede konularak tedavinin zamanında başlanmasına zemin oluşturacaktır. Background: The presentation of cardiac diseases can range from a simple murmur to sudden death. Accurate and timely diagnosis can only be possible with the sensitivity of the pediatricians who follow the patient. On the other hand, complaints such as chest pain and palpitations in adult heart patients suggestive of heart disease are rarely associated with heart disease in children. Therefore, it is important for both pediatricians and medical students to know in which complaints and findings patients should be consulted and for what purpose. In this study, we included patients who were officially consulted at the Başkent University Department of Pediatric Cardiology Outpatient Clinic. It was aimed to evaluate whether the requested consultations were performed in a timely and appropriate manner and whether there was a delay in the diagnosis of the patients, and to make the necessary arrangements and updates in the training programs in our clinic. Materials and Methods: Inpatient and outpatient pediatric patients up to 18 years of age who were consulted at the Pediatric Cardiology Department Outpatient Clinic of Başkent University Faculty of Medicine Hospital between 01.01.2019 and 31.12.2019 were included in our study. Patient data were accessed through the electronic system of the hospital after obtaining the necessary legal permissions, and the age and gender of the consulted patients at the time of consultation, inpatient or outpatient consultation, from which departments and services the consultation request was made, preliminary diagnoses, cardiac history and reasons for hospitalization, and reasons for consultation were examined. Results: A total of 543 consultations were evaluated. The study included 229 (42.2%) female and 314 (57.8%) male pediatric patients. Consultation was requested in 425 (78.3%) inpatients and 118 (21.7%) outpatients. The number of patients without a prediagnosis was 283 (52%). There was no information about the cardiac history of 277 (51%) patients for whom consultation was requested. No cardiac pathology was detected in 163 (30%) patients, while cardiac pathology was detected in 380 (70%) patients. Of the cardiac pathologies, 201 (52.9%) were related to patients' old cardiac problems, while 179 (47.1%) were newly diagnosed cardiac pathologies. The neonatal department was the most frequently consulted department (138 patients, 25.4%). For patients with a cardiac history, the most common reason for consultation was for evaluation before non-cardiac surgery (84 patients, 15.5%). Discussion and conclusion: The results of cardiologic examination and echocardiography were determined. According to the results of our study, deficiencies were found in the fulfillment of general consultation rules and in the transfer of examination and anamnesis information obtained from the patients to the pediatric cardiology department where consultation was requested. Ordering the consultations according to the urgency of the consultation, proper transfer of cardiac information related to the examination findings, history and surname of the patients, and indication of the preliminary diagnosis will both increase the experience of our physicians in this field by providing information exchange, and will pave the way for early diagnosis of the patient and timely initiation of treatment.Item Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi’nde romatolojik nedenlerle böbrek nakli yapılan hastaların kısa ve uzun dönem klinik sonuçlarının incelenmesi.(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Hatipoğlu, Mesut Buğra; Bitik, BerivanGiriş ve Amaç: Romatolojik hastalıklar, farklı spektrumlarda böbrek tutulumuna neden olabilirler. Bu spektrum, normal böbrek fonksiyonuna sahip hafif eritrositüri/proteinüri gibi anormalliklerden, hızla ilerleyen böbrek yetmezliğine kadar uzanır. Romatolojik hastalık ilişkili böbrek tutulumunda, etkin tedaviye rağmen son dönem böbrek hastalığı (SDBH) gelişebilmektedir. SDBH, yaşam kalitesini bozan, mortalite ve morbiditeleri artıran ve maliyet yükü fazla olan bir hastalıktır. Renal replasman tedavisi (RRT) seçeneklerinden olan böbrek nakli, diyaliz tedavisine göre avantajlı bir tedavi yöntemidir. Literatürde, romatolojik hastalığı olan bireylerde böbrek nakil sonuçlarını araştıran çalışmalar sınırlı sayıdadır. Bu çalışmada, romatolojik hastalık ilişkili SDBH nedeniyle böbrek nakli yapılan hastaların laboratuvar ve klinik verileri incelenmiştir. Bu spesifik hasta grubunda, nakil sonrası beşinci ve onuncu yılda, romatolojik hastalık dışı nedenlerle nakil yapılan bireylere göre hasta ve allograft sağkalımı açısından farklılık olup olmadığı araştırılmıştır. Nakil sonrası takipte dikkat edilmesi gereken noktalara dikkat çekilmiştir. Gereç ve Yöntem: Ocak 1994-Eylül 2022 tarihleri arasında, Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi’nde böbrek nakli yapılan 18 yaş ve üzerindeki 50 kontrol hastası ve romatolojik nedenlerle böbrek nakli yapılan 18 yaş ve üzerindeki 93 hasta olmak üzere toplamda 143 hastaya ait veriler retrospektif olarak incelenmiştir. Araştırmanın değişkenlerine yönelik hasta bilgileri için, Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi medikal bilgi sistemi “Nucleus MBS” (Monad Yazılım) ve Clinerion Hasta Kayıt Sistemi Platformu kullanılmıştır. İstatistiksel analizler RStudio yazılımı (R Core Team Version 1.4.1106, 2021) programı ile gerçekleştirildi. Çalışmada istatiksel anlamlılık düzeyi olarak p<0,05 değeri kabul edildi. Bulgular ve Tartışma: Araştırmaya böbrek nakli yapılan 20 sistemik lupus eritematozus (SLE), 43 ailevi Akdeniz ateşi (FMF), 9 romatoid artrit (RA), 21 spondiloartrit (SpA), 50 kontrol grubu hastası olmak üzere toplam 143 hasta dahil edilmiştir. SLE grubunda 20 hasta olup hastaların 14’ü(%70) kadın, 6’sı erkekti, ortanca nakil yaşı 26 (22,5-38,5) yıldı. Takip süresince hastalardan 4’ünün (%20) öldüğü görülürken kontrol grubunda ölüm görülmemesi nedeniyle anlamlı olarak SLE grubunda ölüm oranı daha yüksek bulundu (p=0,005). SLE ve kontrol grubu arasında beş yıllık allograft ve hasta sağkalım oranları açısından anlamlı farklılık gözlenmemiştir. Ancak SLE grubunda on yıllık allograft sağkalım oranı (%63,64) kontrol grubuna göre (%92,86) daha düşük olup on yıllık hasta sağkalım oranı da (%73,33) kontrol grubuna göre (%100) daha düşük bulunmuştur (sırasıyla p=0,042; p=0,011). SLE grubunda nakil öncesi daha kısa süre diyalize girmenin sağkalıma yararı görüldü (p=0,038). FMF grubunda 43 hasta olup hastaların 15’i kadın (%34,88) 28’i erkekti (%65,12), ortalama nakil yaşı 31,98±12,03 yıldı. Takip süresince hastalardan 14’ünün (%32,56) öldüğü görülürken kontrol grubunda ölüm görülmemesi nedeniyle FMF grubunda ölüm oranı anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p<0,001). Beş ve on yıllık hasta sağkalımları FMF grubunda sırasıyla %87,5 ve %71,43 iken kontrol grubunda %100 olup, FMF grubunda anlamlı derecede daha düşük bulundu (p=0,026; p=0,004). Beş ve on yılık allograft sağkalımlarıysa FMF grubunda sırasıyla %79,49 ve 73,91 iken kontrol grubunda sırasıyla %97,56 ve %92,86 olduğu görüldü (p=0,013; p=0,119). Kardiyak patolojisi AA amiloidoz ile uyumlu olan bir FMF hastasına böbrek nakli sonrasında kalp nakli de yapıldığı görülmüştür. FMF hastalarının beşinde (%11,62) allograftta AA amiloidoz nüksü görüldü. FMF grubunda canlı donörden nakil yapılan hastalarda beşinci yıl allograft sağkalım sonuçlarının daha iyi olduğu bulunmuştur (p=0,028). Daha uzun süre diyalize giren grupta beşinci yıl sonunda allograft kaybı riskinin arttığı görülmüştür (p=0,023). Onuncu yıl allograft sağkalımı açısından karşılaştırıldığında nakil öncesi daha uzun süre diyalize giren grupta allograft kaybı riskinin arttığı ve preemptif nakil olanların daha iyi sonuçlara sahip olduğu görülmüştür (p=0,015). RA grubunda 9 hasta olup hastaların 4’ü kadın (%44,44) 5’i erkekti. Ortanca nakil yaşı 43 (31-54) yıldı. Takip süresince hastalardan 5’inin (%55,56) öldüğü görülürken kontrol grubunda ölüm görülmemesi nedeniyle RA grubunda ölüm oranı anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p<0,001). Beş ve on yıllık hasta sağkalımları RA grubunda sırasıyla %71,43 ve %50,00 iken kontrol grubunda %100 olup RA grubunda anlamlı derecede daha düşük bulundu (p=0,019; p=0,003). SpA grubunda 21 hasta olup hastaların 7’si kadın (%33,33), 14’ü erkekti. Ortalama nakil yaşı 39,65±13,81 yıldı. Takip süresince hastalardan 4’ünün (%19,05) öldüğü görülürken kontrol grubunda ölüm görülmemesi nedeniyle SpA grubunda ölüm oranı anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p=0,006). SpA grubunda beş ve on yıllık hasta sağkalımlarının kontrol grubundaki gibi %100 olduğu, beş ve on yılık allograft sağkalım oranlarınınsa SpA grubunda daha düşük olmakla birlikte istatistiksel açıdan kontrol grubuyla benzer olduğu görüldü. Nakil zamanı yüksek düzeyde CRP’ye sahip olmanın, SpA hastalarında mortaliteyi artırdığı görüldü (p=0,027). Akut rejeksiyon gelişen SpA hastalarında takip süresi boyunca allograft kaybı sonucu diyaliz ihtiyacı gelişme riski anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p=0,017). Çalışmamızda, SLE hastalarında yapılan böbrek nakillerinde, kontrol grubuna kıyasla ölüm oranının daha fazla, on yıllık allograft ve hasta sağkalım oranının daha düşük olduğu görülmüştür. Ayrıca SLE hastalarında nakil öncesi diyaliz süresinin uzun olmasının hasta sağkalımını olumsuz etkilediği gösterilmiştir. FMF hastalarında, kontrol grubunda yapılan böbrek nakillerine oranla ölüm oranının daha fazla, beş yıllık allograft, beş ve on yıllık hasta sağkalım oranının daha düşük olduğu bulunmuştur. Ayrıca canlı donörden yapılan nakillerde, beşinci yıl allograft sağkalımlarının ve benzer şekilde, nakil öncesi daha kısa süre diyalize giren hastaların beşinci ve onuncu yıl allograft sağkalımlarının daha iyi olduğu görülmüştür. RA ve SPA hastalarında yapılan böbrek nakillerinde, kontrol grubuna kıyasla, ölüm oranının daha fazla olduğu görülmüştür. Ayrıca SpA hastalarında nakil öncesi diyaliz süresinin uzun olmasının beşinci yıl allograft sağkalımını olumsuz etkilediği, akut rejeksiyon gelişen hastalarda allograft kaybı riskinin arttığı, nakil zamanı CRP değerinin yüksek olmasının ise mortaliteyi artırdığı gösterilmiştir. Tüm romatolojik hasta gruplarında, böbrek nakli sonrası en sık ölüm nedeninin enfeksiyon olduğu görülmüştür. Çalışmamızın romatolojik hastalarda böbrek nakli sonuçlarına dair az sayıda yayın olması sebebiyle literatüre önemli katkılar sağlaması beklenmektedir. Bu çalışma ile romatolojik hastalık ilişkili SDBH olan hastalarda, endikasyonu olan durumlarda nakilden kaçınılmaması gerektiği, en iyi RRT şeklinin böbrek nakli olduğu desteklenmiştir. Nakil sonrası gelişebilecek enfeksiyonlar ve erken tedavileri açısından dikkatli olunmalıdır. Nakil döneminde romatolojik hastalık aktivitesinin düşük olmasına dikkat edilmelidir. Nakil sonrasında da romatolojik hastalık nüksü açısından multidisipliner takibe devam edilmelidir.Introduction and Aim: Rheumatological diseases can cause renal involvement in different spectrums. This spectrum ranges from abnormalities such as mild erythrocyturia/proteinuria with normal kidney function to rapidly progressive renal failure. Despite receiving good treatment, end-stage renal disease (ESRD) might arise in renal involvement caused by rheumatic disease. The disease ESRD lowers quality of life, raises mortality and morbidity, and has a large financial impact. Kidney transplantation, which is one of the renal replacement therapy (RRT) options, is an advantageous treatment method compared to dialysis treatment. There aren't many research in the literature looking at kidney transplantation results in people with rheumatological disease. This study analyzed the laboratory and clinical data of patients who received kidney transplantation for ESRD caused by rheumatological diseases. At the five and tenth years following transplantation, it was looked into whether there was a difference in patient and allograft survival in this particular group of patients compared to people who received transplants for non-rheumatic disorders. There were things to keep in mind throughout the post-transplant follow-up. Materials and Method: Retrospective analysis was performed on data from 143 patients between January 1994 and September 2022, including 50 control patients who underwent kidney transplantation at the Başkent University Ankara Hospital and 93 patients who underwent kidney transplantation due to rheumatological diseases. Patients' information on the study's variables was collected using the medical information system "Nucleus MBS" (Monad Software) and the Clinerion Patient Registration System Platform at Baskent University Ankara Hospital. RStudio software (R Core Team Version 1.4.1106, 2021) was used to conduct statistical analyses. p<0.05 was accepted as the statistical significance level. Findings and Discussion: The study comprised 143 patients in total, including 50 control group patients who underwent kidney transplantation, 20 patients with systemic lupus erythematosus (SLE), 43 patients with familial Mediterranean fever (FMF), 9 patients with rheumatoid arthritis (RA), and 21 patients with spondyloarthritis (SpA). The SLE group included 20 patients, 14 of them were female (70%) and 6 were male. The median age of transplant recipient was 26 (22.5-38.5). While it was reported that 4 patients (20%) died during the follow-up period, the mortality rate was determined to be considerably higher in the SLE group because no deaths were noted in the control group (p=0.005). In terms of five-year allograft and patient survival rates, there was no discernible difference between the SLE and control groups. Allograft survival in the SLE group was lower at ten years (63.64%) than in the control group (92.86%), and patient survival was lower at ten years (73.33%) than in the control group (100%). (p=0.042; p=0.011). A shorter period of dialysis before transplantation had a survival benefit in the SLE group (p=0.038). The FMF group included 43 patients, of whom 15 (34.88%) were female and 28 (65.12%) were male. The mean age at transplantation was 31.98±12.03 years. Although 14 patients (32.56%) died during the follow-up period, the mortality rate in the FMF group was considerably greater (p<0.001) than in the control group since no deaths were noted in the control group. Patient survival rates at five and ten years were 87.5% and 71.43%, respectively, in the FMF group, compared to 100% in the control group and substantially lower in the FMF group (p=0.026 and p=0.004, respectively). The FMF group's five and ten year allograft survival rates were 79.49% and 73.91%, respectively, while the control group's rates were 97.56% and 92.86% (p=0.013 and p=0.119). In a patient with FMF whose cardiac pathology was consistent with AA amyloidosis, it was noted that a heart transplant was carried out following a kidney transplant. In five (11.62%) individuals with FMF, AA amyloidosis recurrence was found in the allograft. Patients who received transplants from a living donor were shown to have higher allograft survival results at five years in the FMF group (p=0.028). The group that had dialysis for a longer period of time showed an increase in allograft loss risk at the end of the fifth year (p=0.023). When compared in terms of tenth year allograft survival, it was seen that the risk of allograft loss increased in the group that underwent dialysis for a longer period before transplantation, and those with preemptive transplantation had better results (p=0.015). In the RA group, there were 9 patients; 4 (44.44%) of them were female, and 5 were male. The median age of transplant was 43 (31-54) years. While it was observed that 5 (55.56%) of the patients died during the follow-up period, the mortality rate was determined to be considerably higher in the RA group because there was no death in the control group (p<0.001). In the RA group, patient survival rates at five and ten years were 71.43% and 50%, respectively, compared to 100% in the control group and significantly lower in the RA group (p=0.019; p=0.003). The SpA group consisted of 21 patients, 7 (33.33%) of whom were female, and 14 were male. The mean age at transplantation was 39.65±13.81 years. While it was noted that 4 patients (19.05%) died throughout the follow-up period, the mortality rate in the SpA group was found to be considerably higher since there were no deaths noted in the control group (p=0.006). Five and ten year patient survival rates in the SpA group were 100% as in the control group, and five and ten year allograft survival rates were lower in the SpA group but statistically similar to the control group. A high CRP level at the time of transplantation was found to increase mortality in SpA patients (p=0.027). SpA patients who experienced acute rejection were shown to have a considerably increased probability of needing dialysis as a result of allograft loss during the observation period (p=0.017). In our study, it was observed that the mortality rate was higher and the ten-year allograft and patient survival rates were lower in kidney transplants performed in SLE patients compared to the control group. In addition, it has been shown that the long duration of dialysis before transplantation in SLE patients has a negative effect on patient survival. In FMF patients, the mortality rate was higher and the five year allograft, five and ten year patient survival rates were lower compared to kidney transplants performed in the control group. It has also been observed that transplants from living donors have better fifth-year allograft survival and similarly, patients who were on dialysis for a shorter period before transplantation have better fifth and tenth year allograft survival. It was observed that the mortality rate was higher in kidney transplants performed in RA and SPA patients compared to the control group. In addition, it has been shown that a long duration of dialysis before transplantation negatively affects fifth year allograft survival in SPA patients, the risk of allograft loss increases in patients with acute rejection, and a high CRP value at the time of transplantation increases mortality. In all rheumatologic patient groups, infection has been shown to be the most common cause of death after kidney transplantation. Our study is expected to make a significant contribution to the literature since there are few publications on the outcomes of kidney transplantation in rheumatologic patients.This study supports that transplantation should not be avoided in patients with rheumatologic disease-related ESRD when indicated, and that kidney transplantation is the best form of RRT. Care should be taken in terms of infections that may develop after transplantation and their early treatment. Rheumatologic disease activity should be kept low during the transplantation period. Multidisciplinary follow-up should be continued in terms of rheumatologic disease recurrence after transplantation.Item Tek akciğer ventilasyonunda oksijen rezerv indeks takibi ile FiO2 ayarlanmasının hiperoksi biyobelirteçleri ve postoperatif komplikasyonlara etkisi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Aykenar, Buğra; Zeyneloğlu, PınarTek akciğer ventilasyonu (TAV), toraks cerrahilerinde cerrahi görüş alanını artırmak ve tek taraflı patolojilerin kontralateral akciğere solunum yolları aracılığıyla geçmesini önlemek amacıyla kullanılan bir yöntemdir. Operasyon yapılan taraftaki akciğerin havalanmasının durdurularak söndürülmesi solunum ve dolaşım fizyolojisi üzerine önemli etkiler oluşturmaktadır. Bu hastalarda oksijenasyonun ve dolaşımın yakın takibi önem arz eder. Özellikle oksijenasyonun bozulması sonucu anestezistlerin hastalara yüksek konsantrasyonda oksijen vermesi gerekebilir. Bu durumda yüksek oksijen maruziyetine karşı hiperoksinin zararlı etkileri oluşabilir. TAV uygulanan hastalarda oksijenasyon takibi için temel nabız oksimetresi kullanımının yanında arteriyel kan gazı takibi kullanılır. Nabız oksimetresi hipoksemiyi belirlemede yeterli bir monitörizasyon olmasına rağmen hiperoksiyi göstermede yetersizdir. Arteriyel kan gazı ise örneğin alındığı andaki oksijenasyon durumunu göstermekte altın standart olsa da sürekli ölçüm olanağı kısıtlıdır. Oksijen rezerve indeksi (ORi), noninvaziv ve sürekli olarak hastaların hafif hiperoksik düzeydeki kan oksijen değerlerinin gösterilmesinde kullanılan bir araçtır. Hipoksemi gelişmeden ORi değerlerindeki azalma ile erken uyarı sistemi olarak kullanımının yanı sıra, hiperoksiden kaçınmaya da olanak sağlar. Ameliyathane ve yoğun bakımda klinik kullanımı mevcuttur. Çalışmamızın birincil amacı TAV uygulamasında ORi takibi ile daha düşük FiO2 ile yeterli oksijenasyon sağlanıp sağlanamadığını göstermek; ikincil amacı ise ORi takibi yapılan ve yapılmayan hastalar arasında kan ve trakeal aspirattaki hiperoksiye bağlı biyobelirteç düzeylerinde, postoperatif pulmoner komplikasyonlarda ve cerrahi alan enfeksiyonunda fark olup olmadığını göstermektir. Başkent Üniversitesi Klinik Araştırmalar Etik Kurulu ve hastaların yazılı onamları alındıktan sonra çalışmaya TAV uygulanacak 60 elektif göğüs cerrahisi hastası dahil edildi. Hastalar 2 gruba ayırılarak bir grupta ORi takibi ile FiO2 ayarlaması yapılırken, diğer grupta hipoksemi gelişmemesi durumunda TAV sırasında 0.6 ve çift akciğer ventilasyonunda 0.5 olmak üzere sabit FiO2 değerleri kullanıldı. Anestezi indüksiyonu, postoperatif 12. ve 24. saatlerde kan örneği alınırken, operasyon bitiminde ekstübasyon öncesi trakeal aspirat örneklemesi yapıldı. Hastalar taburculuklarına kadar pulmoner komplikasyon ve cerrahi alan enfeksiyonu açısından takip edildi. Çalışmaya dahil olan hastalar benzer demografik özellikleri göstermekteydi. İntraoperatif dönemde benzer mekanik ventilatör basınçları gözlendi. 2 grupta da hipoksemi gözlenmezken, ORi takibi yapılan grupta intraoperatif FiO2 düzeyleri, kullanılmayan gruba göre anlamlı olarak düşüktü (0.4(0.4-0.5) vs 0.5(0.5-0.6) p<0.001). Kan ve trakeal aspirat örneklerinde bakılan interlökin 6 (IL-6), süperoksit dismutaz (SOD) ve malondialdehit (MDA) düzeylerinde ise 2 grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmedi (hepsi için p>0.05). Hastaların postoperatif pulmoner komplikasyonlar ve cerrahi alan enfeksiyonları gelişmesi bakımından benzerdi. Sonuç olarak ORi takibi, TAV uygulanan elektif göğüs cerrahisi hastalarında hiperoksi gelişmesini önlemede etkili ve güvenli bir araç olarak değerlendirilebilir. Ancak yüksek SpO2 hedefleri gözetilmediği takdirde klinik uygulamada komplikasyon ve morbidite gelişimini azaltıcı etkisini gösterebilmek için daha geniş ve kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır. One-lung ventilation (OLV) is a technique used in thoracic surgeries with the aim of enhancing the surgical field of view and preventing the transmission of unilateral pathologies to the contralateral lung through the respiratory pathways. Ceasing ventilation of the lung on the operated side leads to its collapse, which significantly impacts respiratory and circulatory physiology. Close monitoring of oxygenation and circulation is of paramount importance in these patients. Particularly, anesthesiologists might need to administer high concentrations of oxygen to patients due to compromised oxygenation. However, in this scenario, the harmful effects of hyperoxia can emerge as a result of increased oxygen exposure. In patients undergoing one-lung ventilation (OLV), alongside the use of basic pulse oximetry for oxygenation monitoring, arterial blood gas analysis is employed. While pulse oximetry serves as a satisfactory monitoring tool for detecting hypoxemia, it falls short in indicating hyperoxia. Arterial blood gas analysis, on the other hand, serves as the gold standard for representing the oxygenation state at a specific moment, yet its feasibility for continuous measurement is limited. The Oxygen Reserve Index (ORi) is a noninvasive and continuous tool used to display mild hyperoxic blood oxygen values in patients. Apart from its function as an early warning system by detecting a decrease in ORi values before hypoxemia occurs, it also facilitates the avoidance of hyperoxia. Its clinical utilization is present in the operating room and intensive care unit settings. The primary objective of our study is to demonstrate whether ORi monitoring during OLV provides effective oxygenation with lower FiO2 levels; the secondary objective is to investigate whether there are differences in biomarker levels related to hyperoxia in blood and tracheal aspirate, postoperative pulmonary complications, and surgical site infections between groups with and without ORi monitoring. After obtaining ethical approval from Başkent University Clinical Research Ethics Committee and written consent from patients, a total of 60 elective thoracic surgery patients patients undergoing one-lung ventilation (OLV) were included in the study . The patients were divided into two groups: one group underwent ORi monitoring with FiO2 adjustments, while the other group had fixed FiO2 values during OLV (0.6) and dual-lung ventilation (0.5) if hypoxemia did not occur. Blood samples were collected at anesthesia induction, postoperative 12 and 24 hours. Tracheal aspirate sampling was done before extubation at the end of the surgery. Patients were followed for pulmonary complications and surgical site infections until discharge. The patients included in the study exhibited similar demographic characteristics. Comparable mechanical ventilator pressures were observed during the intraoperative period. While significant hypoxemia was not observed in either group, the intraoperative FiO2 levels were significantly lower in the group with ORi monitoring compared to the non-monitored group (0.4(0.4-0.5) vs 0.5(0.5-0.6) p<0.001). However, there was no significant difference between the two groups in terms of IL-6, SOD, and MDA levels in both blood and tracheal aspirate samples (for each biomarker p>0.05). There was no statistically significant difference in the development of postoperative pulmonary complications between the two groups. Surgical site infection was not observed in either group. In conclusion, ORi monitoring can be considered as an effective and safe tool in preventing the development of hyperoxia in patients undergoing one lung ventilation. However, in clinical practice, to demonstrate its potential to reduce complications and morbidity, more extensive and comprehensive studies are needed, particularly when high SpO2 targets are not considered.Item Geç preterm bebeklerde spontan motor hareketler ve erken dönem nörolojik gelişimin plasenta histopatolojisi ile ilişkisinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Akdeniz, Alara; Anuk İnce, DenizGeç preterm bebeklerde solunumsal problemler, hiperbilirubinemi, beslenme problemleri, hipoglisemi, polisitemi, sepsis, uzamış ve/veya tekrarlayan yatışlar, kısa ve uzun dönem nörogelişimsel sorunlar gibi neonatal morbiditeler görülebilmektedir. Plasental histopatolojideki sorunlar, preterm bebeklerde uzun dönem komplikasyonların yanında erken dönem nörolojik sonuçları da etkileyen risk faktörleri arasındadır. Özellikle nörogelişimsel sorunların erken dönemde tanınması ve bu sorunlara erken müdahale edilmesi kritik önem taşımaktadır. Bu nörogelişimsel sorunların erken dönemde tanınmasında spontan motor hareketlerin değerlendirilmesi (General movements-GMs) ve Hammersmith İnfant Nörolojik Değerlendirme (HINE) ölçeği kullanılmaktadır. Çalışmamıza, Kasım 2021-Aralık 2022 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Uygulama ve Araştırma Hastanesi Yenidoğan Ünitesinde izlenen, gestasyonel yaşı 340/7-366/7 hafta olan 51 geç preterm bebek cinsiyet ayrımı olmaksızın doğum tarihlerine göre sırayla dahil edildi. Doğum sırasında plasentalar Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı tarafından Patoloji Anabilim Dalı’na, ikiz bebeklerde plasentalar işaretlenerek, gönderildi. Plasental histopatolojiler 1-İnflamasyon (1a-Akut inflamasyon, 1b-Kronik inflamasyon), 2-Plasentomegali, 3-Plasental hematomlar ve perivillöz fibrin birikimi, 4-Maternal uterin malperfüzyon, 5-Fetal obliteratif vaskülopati, 6-Diğer, 7-Normal olmak üzere 7 alt kategoride değerlendirildi. Altı histopatolojik bulgudan herhangi birinin varlığında plasentalar “patolojik” kabul edildi. Çalışmada 24 geç preterm bebeğin plasentası normal, 27 geç preterm bebeğin plasentası patolojik olarak raporlandı. Çalışmada takibe alınan 51 geç preterm bebek; postnatal 1. hafta, 1. ay ve 3. ay olmak üzere toplamda 3 defa değerlendirildi. Postnatal 1. haftada yenidoğan refleksleri ve GMs, postnatal 1. ay ve 3. ayda GMs ve HINE ölçeği değerlendirildi. Plasentada patolojik bulgusu olan ve olmayan gruplar arasında nörolojik muayeneler, neonatal morbiditeler ve maternal risk faktörleri karşılaştırıldı. Plasentada patolojik bulgusu olan ve olmayan geç preterm bebekler arasında neonatal morbiditeler ve maternal risk faktörleri arasında anlamlı ilişki gözlenmedi. Nörogelişimsel değerlendirmede, GDM olan grupta postnatal 3. ay GMs değerlendirmesinde FMs görülmemesi arasında ilişki saptandı. Gebelik haftasına göre düşük doğum ağırlıklı (SGA) bebeklerin HINE skorları gebelik haftasına göre uygun (AGA) veya yüksek (LGA) doğum ağırlığı olan bebeklere göre düşük gözlendi. Ayrıca anormal GMs görülen geç preterm bebeklerin HINE skoru daha düşük bulundu. Riskli bebeklerde erken dönemde GMs ve HINE değerlendirmesi, kısa ve uzun dönem nörogelişimsel sorunların erken dönemde belirlenmesinde faydalı olabilir. Preterm bebeklerde neonatal morbiditeler ve nörogelişimsel sorunların patogenezinde önemli rol oynayan plasental histopatolojik değerlendirme ile de olası riskler belirlenenebilir ve erken tanı konulması için yol gösterici olabilir; bu nedenle preterm doğumlarda plasenta patolojisinin gönderilmesi ve riskli gruplarda preterm bebeklerin postnatal dönemde kısa ve uzun süreli takibi önem taşımaktadır. Late preterm infants are at risk of neonatal morbidities such as respiratory complications, hyperbilirubinemia, feeding difficulties, polycythemia, sepsis, short and long term neurodevelopmental problems. Abnormal placental histopathologies could play an important role not only on long term complications, but also on early stage neurological outcomes. Recognizing neurodevelopmental problems and providing early interventions are critical for risky late preterm infants. General Movement Assessment (GMA) and Hammersmith Infant Neurological Examinations (HINE) are used to determine these neurodevelopmental complications. Fifty one late preterm infants born in Başkent University Ankara Hospital between November 2021-December 2022 were enrolled in this study whose gestational age were 340/7-366/7 weeks. Gender difference was not important. Placentas were sent to Pathology Department during delivery by Obstetricians. In twin deliveries, placentas were assigned for each twin. Placental histopathologies were classified under 7 categories: 1-Inflammation, 2-Placentomegaly, 3-Placental hematomes and perivillous fibrin deposition, 4-Maternal uterine malperfusion, 5-Fetal vasculopathies, 6-Other, 7-Normal. Placental histopathology results were classified as “pathological” if any of the 6 pathological signs were observed. Fifty one late preterm infants were examined 3 times during the study which were done in the first week, first month and the third month of life. On the first examination newborn reflexes and GMs were examined. On the second and third examination which were done in the first and third month of life respectively; GMs and HINE were evaluated. Neurological status evaluated with GMs and HINE, neonatal morbidites and maternal comorbidities were compared between two groups according to the presence of placental histopathologies. No significant relation was present between neonatal morbidites, maternal risk factors and presence of placental histopathologies. There was a significant correlation between GDM and the absence of FMs on the third month GMs evaluation. HINE scores of SGA late preterm babies were found to be lower than AGA and LGA newborns. In addition, HINE scores were found to be lower if the GMs were abnormal.Early assessment of GMs and HINE are important and could be beneficial for defining short and long term neurodevelopmental problems. Placental histopathologies play an important role on the pathogenesis of neonatal morbidites and neurodevelopmental complications; and the evaluation of the placenta could help determining the possible risks and could guide the early diagnosis and intervention. The placental evaluation should be considered in each preterm delivery and short and long-term follow-up of preterm infants in risky groups in the postnatal period are important.Item Üriner sistem taş hastalığı ile başvuran hastaların retrospektif analizi ve idrar kalsiyum sitrat oranının değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Dönger, Utku; Baskın, EsraGiriş: Üriner sistem taş hastalığı böbreklerde, üreterlerde, mesanede taş oluşumu ile ortaya çıkan kalıtsal, çevresel, beslenme ve ilaçlar gibi birçok etkenin rol oynadığı bir hastalıktır. Son 20 yılda dünyada prevalansı artış göstermiş olup üriner sistem taşları önemli bir sağlık sorunudur. Çocukluk çağı üriner sistem taş hastalığı prevalansının son yıllarda %5-10 arasında olduğunu gösteren çalışmalar mevcuttur. Ancak bölgesel farklılıklar, örneklem büyüklükleri ve yaş gruplarına göre üriner sistem taşı görülme sıklığı değişkenlik gösterebilir. Çocukluk çağı üriner sistem taş hastalığının tekrarlama olasılığı yüksek olup, son dönem böbrek hastalığına neden olmasıyla önemli bir morbidite sebebidir. Taş hastalığına üriner sistem anomalisi ve metabolik anormalliğin çoğunlukla eşlik etmesi nedeniyle çocukluk çağı üriner sistem taş hastalığını erken tanımak, altta yatan metabolik faktörleri ve üriner sistem anomalilerini taramak; morbiditeyi azaltmada ve kronik böbrek hastalığına gidişi engellemede önemli yer tutar. Yöntem ve Gereçler: Ocak 2012- Aralık 2022 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi Çocuk Nefrolojisi polikliniğine başvuran ve üriner sistem taş hastalığı öntanısı şle başvuran 0- 18 yaş aralığında toplam 989 hasta retrospektif olarak incelendi. 989 hastadan spot veya 24 saatlik idrar tetkiklerinde hem kalsiyum hem de sitrat tetkikleri bulunan ve eş zamanlı üriner sistem USG’si olan 325 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen 325 hasta başvuru anındaki ilk yapılan üriner sistem USG’sinde taş olup olmamasına göre 2 gruba ayrıldı. Hastaların demografik verileri, tıbbi öyküleri, laboratuvar verileri, radyolojik bulguları ve uygulanan tedaviler değerlendirildi. Spot ve 24 saatlik idrarda kalsiyum sitrat oranının üriner sistem taş hastalığında yeni bir belirteç olup olamayacağı araştırıldı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 325 hastanın %51,1’i erkekti. Hastaların tanı yaşı ortancası 29 ay olarak hesaplandı. Hastaların %57,9’unun ailesinde taş öyküsü mevcuttu. Tanı yaşı daha küçük olan çocukların ilk başvuruda sıklıkla huzursuzluk, İYE gibi nedenlerle başvurduğu daha büyük çocukların ise hematüri, kusma gibi nedenlerle başvurduğu görüldü (p<0,05). Cinsiyetler arasında idrarda ca/sit oranı açısından anlamlı fark saptanmadı (p>0,05). Çalışmamızda spot idrarda ca/sit oranı, taşı olmayan hastalarda ortanca 0,18 (0,01-3,29) mg/mg, taşı olan hastalarda ise ortanca 0,31 (0,01-3,47) mg/mg olarak saptandı. Yirmi dört saatlik idrarda bakılan ca/sit oranı ise taşı olmayan hastalarda ortanca 0,23 (0,02-5,73) mg/mg, taşı olan hastalarda ortanca 0,32 (0,01-6,54) mg/mg olarak bulundu. Çalışmamızda taş hastalığı olan çocuklarda taş hastalığı olmayan çocuklara göre spot ve 24 saatlik idrarda ca/sit oranı anlamlı bir şekilde daha yüksekti(p<0.05). Spot idrarda ca/sit oranı için 0,235’ten daha yüksek değerler taş riski açısından önemli bulundu. Taş tespit edilen hastalarda taşların en sık olarak renal pelvis (%75,8) yerleşimli olduğu görüldü. Mesanede taşı olan hasta yoktu. Taş saptanan hastaların 80’inde taşlar sol yerleşimli (%40,4), 75’inde bilateral (%37,8) yerleşimliydi. Taşların %78,3’ü 5 mm den küçük boyutta idi .En sık uygulanan tedavi yönteminin taş önleyici medikal tedaviler olduğu görüldü. Yorumlar: Çalışmamızda üriner sistem taşı olan hastalarda hem spot idrarda, hem de 24 saatlik idrarda ca/sit oranı, taşı olmayan hastalara göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Bunun yanında spot idrarda 0,235’ten yüksek değerler taş riski açısından önemli görülmektedir. Taş riski olan hastalarda tarama testi olarak spot idrarda ca/sit oranının kullanımı yararlı bir belirteç olabilir. Bu konuda prospektif, randomize kontrollü, daha fazla vaka sayısı içeren yeni çalışmalara ihtiyaç vardır.Background: Urinary tract stone disease is a disease characterized by the formation of stones in the kidneys, ureters and bladder in which many factors such as hereditary, environmental, nutritional and medications play a role. Its prevalence has increased worldwide in the last 20 years and urinary system stones are an important health problem. There are studies showing that the prevalence of urinary tract stone disease in childhood is between 5-10% in recent years. However, the prevalence of urinary tract calculi may vary according to regional differences, sample sizes and age groups. Childhood urinary tract stone disease has a high recurrence rate and is an important cause of morbidity as it causes end-stage renal disease. Since urinary system anomalies and metabolic abnormalities often accompany stone disease, early recognition of childhood urinary tract stone disease and screening for underlying metabolic factors and urinary system anomalies are important in reducing morbidity and preventing progression to chronic kidney disease. Materials and Methods: Between January 2012 and December 2022, a total of 989 patients between 0 and 18 years of age who were admitted to the Pediatric Nephrology outpatient clinic of Başkent University Ankara Hospital and diagnosed with urinary tract stone disease were retrospectively analyzed. Among 989 patients, 325 patients with both calcium and citrate in spot or 24-hour urine tests and concurrent urinary tract US were included in the study. Demographic data, medical history, laboratory data, radiologic findings and treatments were evaluated. The calcium citrate ratio in spot and 24-hour urine was investigated statistically as a new marker for urinary system stone disease.Results: Of the 325 patients included in the study, 51,1% were male. The median age at diagnosis was 29 months. 57,9% of the patients had a family history of calculi. It was observed that younger children presented with reasons such as restlessness and UTI at first presentation, whereas older children presented with reasons such as hematuria and vomiting (p<0.05). No significant difference was found between genders in terms of ca/sit in urine (p>0.05). In our study, the median ca/sit ratio in spot urine was 0,18 (0,01-3,29) mg/mg in patients without stones and 0,31 (0,01-3,47) mg/mg in patients with stones. Twenty-four-hour urine ca/sit ratio was 0,23 (0,02-5,73) mg/mg in patients without stones and 0,32 (0,01-6,54) mg/mg in patients with stones. In our study, spot and 24-hour urine ca/sit ratios were significantly higher in children with stone disease compared to children without stone disease (p<0.05). Values higher than 0,235 for the ca/cite ratio in spot urine were found to be significant in terms of stone risk. In patients with stones, the most common location of the stones was renal pelvis (75,8%). There were no patients with stones in the bladder. The stones were located on the left side in 80 patients (40,4%) and bilaterally in 75 patients (37,8%). 78,3% of the stones were less than 5 mm in size. The most common treatment modality was stone preventive medical therapies. Discussion: In our study, in patients with urinary system stones, both spot urine and 24-hour urine ca/cit ratio were found to be significantly higher than in patients without stones. In addition, values higher than 0,235 in spot urine are considered significant in terms of stone risk. The use of spot urine ca/cit ratio as a screening test in patients with stone risk may be a useful marker. Further prospective, randomized controlled studies with a larger number of cases are needed.Item Bir Üniversite Hastanesinde hastaların kemik dansitometre tetkik sonuçları ile sosyodemografik özelliklerinin ve osteopeni risk faktörlerinin incelenmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Birlik, Şeyma Berfu; Kut, AltuğBu çalışmanın amacı, kemik mineral yoğunluk ölçümü normal ve osteopenik olan hastaları inceleyerek sosyodemografik özellik, tıbbi özgeçmiş, soygeçmiş ile osteopeni arasındaki ilişkiyi araştırmaktır. Hipotezimiz, osteopeniyi öngörmeyi sağlayan faktörler olduğu yönündedir. Bu çalışma için Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi polikliniklerine Aralık 2011-Aralık 2021 tarihleri arasında herhangi bir nedenle başvuran ve DXA ile kemik dansitometre ölçümü yapılan 3318 hastanın verileri hastane elektronik bilgi yönetim sistemi üzerinden retrospektif olarak taranmış ve araştırmaya dahil edilme kriterlerini sağlayan 769 hastaya ait veri çalışmaya dahil edilmiştir. Kategorik değişkenlerin analizinde Pearson Ki-Kare ve Fisher Exact testi kullanılmıştır. Bağımsız iki grup karşılaştırmalarında Bağımsız Örneklem T Testi ve Mann Whitney U Testi kullanılmıştır. Sürekli değişkenlerin birbirleri ile ilişkileri değerlendirilirken Spearman korelasyon analizi kullanılmıştır. Tek ve çok değişkenli analizlerde binary lojistik regresyon analizi kullanılmıştır. Çalışmaya alınan hastaların %32,8’inin (n=252) kemik dansitometre sonucu normal, %67,2’sinin (n=517) osteopeniktir. Çalışma grubunun %92,7’si (n=713) kadındır. Hastaların %56,2’sinde (n=432) primer osteoporoz, %43,6’sında (n=335) sekonder osteoporoz, %0,3’ünde (n=2) idyopatik osteoporoz mevcuttur. Erkeklerde etyolojide sekonder nedenler daha fazla saptanmıştır. Yaş artışının osteopenik olma riskini artırdığı gözlenmiştir. Kemik dansitometrisi normal olan hastalar ile karşılaştırıldığında osteopenik hastaların yaş ortancası, düşme öyküsü varlığı, kreatinin değerleri daha yüksek, mcv, trigliserid, alt, tsh değerleri daha düşük bulunmuştur. BKİ hesaplamasında zayıf olan hastalarda osteopeni daha sık gözlenmiştir. Ailesinde osteoporoz veya osteoporotik kırık öyküsü olan hastalarda frajilite kırığı gözlenmemiştir. FRAX 10 yıllık kalça kırığı riski erkeklerde daha yüksek saptanmıştır.Osteoporoz ve kırıkların yarattığı morbidite ve mortaliteyi azaltabilmek amacıyla bireysel risk faktörleri hastalarda araştırılmalı ve gereken önlem ve tedaviler uygulanmalıdır.The aim of this study is to investigate the relationship between sociodemographic characteristics, medical history, family history and osteopenia by examining patients with normal and low bone mineral density measurement. Our hypothesis is that there are factors that predict osteopenia. For this study, the data of 3318 patients who applied to Başkent University Ankara Hospital outpatient clinics for any reason between December 2011 and December 2021 and whose bone densitometry measurements were made by DXA were scanned retrospectively through the hospital electronic information management system. Data of 769 patients who met the inclusion criteria were included in the study. Pearson Chi-Square and Fisher Exact tests were used for the analysis of categorical variables. Independent Sample T Test and Mann Whitney U Test were used to compare two independent groups. Spearman correlation analysis was used to evaluate the relationships of continuous variables with each other. Binary logistic regression analysis was used for univariate and multivariate analyses. Bone densitometry density measurements of the patients included in the study were normal in 32,8% (n=252) and low in 67,2% (n=517). Female patients constituted 92.7% (n=713) of the study group. Primary osteoporosis was present in 56.2% (n=432), secondary osteoporosis in 43.6% (n=335), and idiopathic osteoporosis in 0.3% (n=2) of the patients. Secondary causes were found to be more common in the etiology of osteopenia in male patients. In our study, increasing age increased the risk of osteopenia. When the patients with normal and low bone densitometry measurements were compared, the median of age, the presence of history of fall, creatinine values were higher, and mcv, triglyceride, lower, and tsh values were found to be lower in osteopenic patients. Low bone mineral density was observed more frequently in patients with low BMI. Fragility fracture has not been observed in patients with a family history of osteoporosis or osteoporotic fractures. The 10-year probability of hip fracture determined with the FRAX was found to be higher in men.In order to reduce the morbidity and mortality caused by osteoporosis and osteoporotic fractures, individual risk factors should be investigated in patients. Then, necessary precautions and treatments should be applied.Item Başkent Üniversitesinde öğrenci yaşam kalitesi araştırması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Fidan, Çağlar; Akın, AyşeBireylerin yaşam kalitesini ölçmek ve yaşam kalitesini etkileyen faktörleri belirlemek yaşam kalitesi çalışmalarında temel amaçtır. Farklı popülasyonlarda yaşam kalitesinin ölçümünde; özel gruplara uygun ölçek tasarlamak yeni araştırma anlayışları içerisinde önemli yere sahip hale gelmiştir. Bu yeni anlayışla özel ölçek tasarlanan farklı popülasyonlardan biri de üniversite öğrencileridir. Bu tez çalışmasının amaçları şunlardır: Üniversite Yaşam Kalitesi Ölçeği’ni Başkent Üniversitesi öğrencilerine uygulamak. Üniversite yaşam kalitesinin ve bunun öğrencilerin genel yaşam kalitesi, genel yaşam doyumu ve üniversiteyle özdeşleşmeleri üzerindeki etkisinin yanı sıra akademik yönden, imkânlar ve hizmetler yönünden ve sosyal yönden memnuniyetlerini değerlendirmek. Bu faktörlerin öğrencilerin genel yaşam kaliteleri, genel yaşam doyumları ve üniversite ile özdeşleşmeleri üzerinde herhangi bir etkisinin olup olmadığını değerlendirmek. İncelenen hipotezler doğrultusunda toplanan verilerin analizi ile elde edilen sonuçlarla kurumsal bağlama ve gelecek çalışmalara katkı sağlamak. Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, Diş Hekimliği Fakültesi, Sağlık Bilimleri Fakültesi’nde öğrenim gören öğrencilerden bu fakültelerdeki 3. Sınıf ve 4. Sınıf evrenini temsil edecek büyüklükte ve nitelikte rastgele seçilmiş bir örnekleme; online anket uygulaması yapılmıştır. Öğrencilerin; akademik yönden memnuniyeti 3,88 ortalamayla orta-yüksek, imkânlar ve hizmetler yönünden memnuniyeti 4,31 ortalamayla orta-yüksek, sosyal yönden memnuniyeti 3,70 ortalamayla orta-yüksek bulunmuştur. Öğrencilerin genel yaşam kalitesi ortalaması 3,51, genel yaşam doyumu ortalaması 2,71, üniversite ile özdeşleşme ortalaması 3,55 olarak bulunmuştur. Kurulan yapısal eşitlik modeli sonucunda, akademik yönden (β=0,825) ve sosyal yönden memnuniyetin (β=0,324) genel yaşam kalitesi üzerinde anlamlı etkisi olduğu; akademik yönden memnuniyetin üniversite ile özdeşleşme üzerinde de (β=0,431) anlamlı etkiye sahip olduğu; genel yaşam kalitesinin genel yaşam doyumu üzerinde anlamlı (β=0,448) etkisinin bulunduğu; genel yaşam doyumunun da üniversite ile özdeşleşme üzerindeki etkisinin (β=0,202) anlamlı olduğu bulgularına ulaşılmıştır (p<0,05). Sonuç olarak; bu çalışmanın sonuçları, eğitim ve öğretimin kalitesini artırmak, eğitim ve öğretimi geliştirmek ve iyileştirmek, öznel yaşam kalitesini iyileştirmek için neler yapılabileceği konusunda yön vermektedir. Bu araştırma ile üniversite öğrencilerinde yaşam kalitesini araştıracak farklı çalışmalara bilimsel katkı sağlanması amaçlanmaktadır.Measuring the quality of life of individuals and determining the factors affecting the quality of life are the main objectives of quality of life studies. In the measurement of quality of life in different populations; Designing scales suitable for special groups has become an important part of new research approaches. University students are one of the different populations for which a special scale was designed with this new understanding. The aims of this thesis study are: To apply the University Life Quality Scale to students of Başkent University. To evaluate the quality of university life and its impact on students' general quality of life, overall life satisfaction, and identification with the university, as well as their satisfaction with academic, facilities, and social aspects. To evaluate whether these factors have any effects on students' general quality of life, overall life satisfaction, and identification with the university. To contribute to the institutional context and future studies with the results obtained by the analysis of the data collected in line with the hypotheses examined. An online survey was administered to a randomly selected sample of the students studying at Başkent University Faculty of Medicine, Faculty of Dentistry, Faculty of Health Sciences, which was large enough and qualified to represent the 3rd and 4th grade population in these faculties Students’ academic satisfaction was medium-high with an average of 3.88, their satisfaction in terms of facilities and services was medium-high with an average of 4.31, and their social satisfaction was medium-high with an average of 3.70. The average quality of life of the students was 3.51, the average of general life satisfaction was 2.71, and the average of identification with the university was 3.55. As a result of the structural equation model established, it was found that academic (β = 0.825) and social satisfaction (β = 0.324) had a significant effect on the overall quality of life; that academic satisfaction also has a significant effect on identification with university (β=0.431); that general quality of life has a significant (β=0,448) effect on general life satisfaction; It was found that the effect of general life satisfaction on identification with university (β=0.202) was significant (p<0.05). In conclusion, this study provide direction on what can be done to increase the quality of education and training, to develop-improve, and to improve the subjective quality of life, and it is aimed to make scientific contributions to different quality of university life studies.Item Kortikal ve striatal gaba’erjik işlevselliğin, ileri beslemeli motor kontrolde bozulma üzerinden, kompulsiyon gelişimindeki rolünün, fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fmrg) ve manyetik rezonans spektroskopi (1h-mrs) ile değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Kutlutürk Üney, Pelin; Koçak, Orhan MuratGiriş Literatür, ileri beslemeli motor kontroldeki bozulmanın (FFMK) obsesif kompulsif bozukluğun (OKB) etyopatogenezinde rol oynayabileceğini vurgulamaktadır. İçsel kopya, FFMK'nın merkezi bir bileşenidir ve sakkadik göz hareketleri içsel kopya ile ilişkilidir. Çalışmamızda eylemin değişikliği olmadan gerçekleşen sakkadların işlevsel olmayan içsel kopyanın bir işareti olabileceği hipotez edilmiştir. Bu durumun, OKB’de motor davranışın tamamlanmamasına (kompulsiyon gelişimi) ve beyinde kortikal ve striatal bölgelerde değişmiş GABA’erjik işlevsellikle ilişkilendirilebileceği düşünülmektedir. Yöntem Ekolojik geçerliliği olan bir paradigma, fonksiyonel görüntüleme sırasında geliştirilmiş ve uygulanmıştır: Özetle, katılımcılar öncelikle kaygı uyandıran (semptom provokasyonu sağlayan) senaryoların videolarını izlemiş ve hemen ardından el yıkama videolarını izlemişlerdir. El yıkamanın yeterli olduğunu hissettiklerinde, ekrandaki musluğu kapatmak için bir butona basmaları istenmiştir. Fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (FMRG) kaydı sırasında katılımcıların sakkadik göz hareketleri izlenmiştir.Göz hareketleri ile ilgili davranış verilerinin odaklandığı iki durum bulunmaktadır: Düğmeye basmadan önce musluğa yapılan son sakkad karar pozitif durum (KPM) olarak kabul edilirken, musluğu kapatmadan yapılan sakkadlar ise karar negatif durum (KNM) olarak kabul edilmiştir. KNM, işlevsel olmayan (yeterince oluşmayan) içsel kopyanın davranışsal izi olarak kabul edilmiştir. KNM ve KPM durumlarının fonksiyonel dinamikleri, 14 obsesif kompulsif bozukluk hastası ve 12 obsesif kompulsif bozukluğu olmayan kontrol grubu arasında karşılaştırılmıştır. Ayrıca, FMRG kaydından sonra bilateral ek motor alanlar (SMA) ve bilateral putamen bölgelerindeki GABA düzeyleri manyetik rezonans spektroskopi ile değerlendirilmiştir. Daha sonra, katılımcılara senaryolar tarafından uyandırılan tiksinti derecesini içeren öz bildirim anketleri verilmiştir. Çalışmadan elde edilen veriler MATLAB, SPSS 17 (IBM, ABD) ve Statistical Parameter Mapping 12 (SPM12) programları kullanılarak analiz edilmiştir.Bulgular Paradigmanın davranışsal verileri, paradigmanın işlevsel olduğunu doğrulamıştır: Student t-testi sonuçları ile, kontrol grubuna kıyasla OKB grubunun musluğu anlamlı derecede daha geç kapattığı (p<0.001), senaryolardan daha çok tiksinti duyduğu (p<0.001) ve KNM durumunda sakkad sayılarının daha fazla olduğu bulgularımız arasında yer almaktadır (p=0.034). ANOVA kullanılarak yapılan FMRG veri analizinde p(FWE)<0.05 düzeyinde birçok beyin bölgesinde, ek motor alan (SMA) da dahil olmak üzere anlamlı grup X görev etkileşimi ortaya çıkmıştır. GABA düzeyi (GABA/kreatinin oranı), KNM durumunda sağ SMA'nın sinyal değişimi oranı (%SC) ile pozitif korele olmuşken, KPM durumunda sağ SMA'daki %SC ile negatif korele olmuştur. Ayrıca, KNM durumunda sağ SMA'nın %SC'si Yale-Brown Obsesif Kompulsif Ölçeği (Y-BOCS) puanlarıyla negatif korele olmuştur (r=-0.468, p=0.016). Tartışma Bulgularımız, GABA düzeyi ile negatif korele olan SMA'nın azalmış aktivasyonunun artan el yıkama ile ilişkili olduğunu göstermektedir. Obsesif kompulsif bozukluk grubunda KNM durumundaki sakkadların daha yüksek sayısı ve KNM durumundaki SMA'ların daha düşük aktivasyonu ile birlikte yorumlandığında, bu bulgular işlevsel olmayan içsel kopyanın kompulsif davranış oluşumuyla ilişkili olabileceğini göstermektedir.Introduction The literature emphasized that disturbed feed-forward motor control (FFMC) can have a role in etiopathogenesis of OCD, efference copy (EC) is central component of FFMC and saccadic eye movements are associated with EC. It has been hypothesized that saccades that are not associated with alteration of an action can be a sign of dysfunctional EC which can be cause of incompletion of motor behavior (compulsion) and it may be associated with altered GABAergic functionality in the brain's cortical and striatal regions. Method An ecologically valid paradigm has been developed and conducted during functional imaging: Briefly, subjects first watched videos of anxiety-provoking scenarios and immediately after that, they watched handwashing videos. They were asked to press a button to close the tap on the screen when satisfied with the adequacy of handwashing. Subjects saccadic eye movements (SEM) were monitored during fMRI recording. There were two conditions: The last saccade towards the tap before pressing the button to close it was considered as a positive decision condition (PD), while SEM to the tap without closing it was considered as a negative decision condition (ND). ND was accepted as the behavioral trace of dysfunctional EC. The functional dynamics of ND and PD states were compared between 14 OCD patients and 12 non-OCD controls. In addition, GABA levels in bilateral supplementary motor areas (SMA) and bilateral putamen were evaluated by MR spectroscopy after the fMRI recording. Then the subjects were given self-report questionnaires, including the degree of disgust evoked by the scenarios. The data obtained from the study was analyzed using MATLAB, SPSS 17 (IBM, USA) and Statistical Parameter Mapping 12 (SPM12) programs. Results The behavioral data of the paradigm confirmed that the paradigm works: Student t-test revealed that compared to the controls, OCD group closed the tap significantly later than the controls (p<0.001), was more disgusted with the scenarios (p<0.001), and looked at the tap more frequently without closing the tap (p=0.034). In fMRI data analysis using ANOVA, at the p(FWE)<0.05 level, significant group X task interaction was revealed in many brain regions, including both supplementary motor areas (SMA). GABA level (GABA/creatinine ratio) was positively correlated with % signal change(%SC) of the right SMA (rSMA) in ND condition, while it was negatively correlated with %SC in the rSMA in PD condition. In addition, in ND condition %SC of rSMA showed negative correlation with Yale-Brown Obsessive Compulsive Scale (Y-BOCS) scores (r=-0.468, p= 0.016). Conclusion Our findings suggest that decreased activation of SMA, which is negatively correlated with GABA level is associated with increased hand washing. When interpreted together with the higher number of NDs and lower activation of SMAs in ND condition in the OCD group, these findings indicate that dysfunctional EC can be associated with formation of compulsive behavior.Item Başkent Üniversitesi tıp fakültesi dönem 1 öğrencilerinin “hematopoietik kök hücre nakil vericisi olmak” hakkındaki bilgi düzeylerinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Şahin Eroğlu, Elif; Belen Apak, BurcuHematopoietik kök hücre nakli hayat kurtaran bir tedavidir, ancak Türkiye’de ve dünyada akraba dışı verici sayısı yetersizdir. Her üç hastanın sadece birinde HLA (İnsan Lökosit Antijen) uyumlu aile içi verici bulunabilmektedir. Diğer hastalar için mevcut tek seçenek akraba olmayan, HLA uyumlu bir vericidir. Fakat sanayileşmemiş ülkelerin çoğunda, yetersiz bilgi düzeyi veya ulusal verici programlarının mevcut olmaması sonucu bu tür bağışçı bulma olasılığı düşüktür. Dünya çapında; verici bilgi düzeyi ve sayısını arttırmaya yönelik çalışmalara rağmen verici ihtiyacı, gönüllü kök hücre bağışçılarının sayısından daha fazladır. Tıp öğrencileri, toplumca önemli doğru bilgi kaynağı olarak kabul edilme eğilimi nedeniyle, toplumun hematopoietik kök hücre nakline ilişkin tutumlarını etkileyebilirler. Bu çalışmada Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi dönem 1 öğrencilerinin “hematopoietik kök hücre nakil vericisi olmak” hakkındaki bilgi düzeyleri belirlenmiş; sonrasında öğrencilere bir sunum ile eğitim verilerek, eğitim sonrasındaki bilgi düzeyleri yeniden test edilmiştir. Eğitim sonrası; katılımcıların Türkiye’deki kök hücre vericisi olma prosedürleri, kök hücre nakli konusundaki bilgi düzeyleri anlamlı olarak artmıştır. Tutum açısından bakıldığında, kök hücre bağış kampanyalarına katılma, tanımadığı bir kişi için verici olma istekleri artmış, kök hücre bağışçısı olma sırasında işlemlere bağlı yan etkiler, işlemin zor veya ağrılı olması ve kök hücrelerin azalması konusundaki endişeleri azalmıştır. Sonuç olarak, hematopoietik kök hücre nakli konusunda düzenli eğitim ve farkındalık artırma kampanyalarının, özellikle tıp öğrencileri ve sağlık çalışanları arasında, bu alandaki bilgi ve anlayışı genişletme ve bu yaşam kurtarıcı tedaviye olan destek ve katılımı artırma potansiyeli olduğu görülmüştür. Katılımcıların bilgi ve farkındalik düzeyleri ile eğitime yanıtları, demografik ve eğitsel bazı niteliklerine göre anlamlı farklılık göstermiştir. Donör artırma amaçlı eğitim ve kampanyaların metot ve içeriklerinin, bu parametreler ekseninde hedef kitlelere göre uyarlanması, verimi artırabilir.Hematopoietic stem cell transplantation is a life-saving treatment. However, non-related donor numbers are insufficient in both Turkey and the world. Only one of every three patients is lucky to have an HLA-matched relative donor. The only option for the remaining patients, isa non-related, HLA-matched donor. But in most of the non-industrialized countries; the chance to find such a donor is low, due to insufficient information or the absence of a national donor program. The worldwide donor need exceeds the number of volunteer donors, despite the efforts to inform, convince and encourage the people, to be donors. The medical students may influence the social attitude toward hematopoietic stem cell donation, due to the social tendency to accept them as accurate information sources. In this study; the information of the phase one medical students of Başkent University on hematopoietic stem cell donation and transplantation was assessed by a questionnaire; before they were informed via a presentation. The same questionnaire was applied, following the briefing. The brief education significantly increased the information and awareness on procedures of being a stem cell donor in Turkey and on stem cell transplantation. The attitudes of the participants changed as increased their tendency to participate in the stem cell donation campaigns and their willingness to become a stem cell donor to someone they do not know; their anxiety about procedural complications decreased. The demografic and educational variety of both informational status and the results of the briefing was remarkable. In conclusion; educational and awareness campaigns on hematopoietic stem cell transplantation have a remarkable potential of increasing the support and participation to that life-saving treatment; especially among medical students and healthcare workers. Additionally, modification of those activities in terms of methods and content, according to the targeted population might increase the efficiency of those activities.