Enstitüler / Institutes
Permanent URI for this communityhttps://hdl.handle.net/11727/1390
Browse
Item Beyin manyetik rezonans görüntülemede hiperintes odağı olan migren hastalarında tromboza eğilim yaratan genetik faktörlerin rolü(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2007) Öcal, Ruhsen; Can, UfukMigren, tüm dünyada sık karsılasılan sorunlardan biridir. Đnme ve migrende normal popülasyona göre beyin manyetik rezonans görüntülemede (MRG) subklinik hiperintens beyin lezyonları daha sık görülmektedir. Ayrıca migren tek basına inme için risk faktörü olarak kabul edilmistir. Tromboza eğilim yaratan genetik faktörler ve migren birlikteliğini arastıran çalısmalar sonucunda henüz tutarlı bir sonuç elde edilememistir ve bu durum etnik köken farklılığına bağlanmıstır. Bu çalısmada migrenli hastalarda faktör V Leiden, protrombin G20210A, metilentetrahidrofolat redüktaz geni C677T mutasyonu ve anjiyotensin konverting enzim geni (ACE) I/D (insersiyon/delesyon) polimorfizmi sıklığı ve bu faktörlerin beyin MRG’deki subklinik hiperintens lezyonlar ile iliskisi arastırılmıstır. Amacımız beyin MRG’de hiperintens lezyon olusumu ve tromboza eğilim yaratan moleküler faktörler arasındaki iliskiyi arastırmak, migrenli hasta grubu ile kontrol grubunu karsılastırmak ve saptanabilecek bir iliskiden yola çıkarak migren inme birlikteliğinin ortak patogenezine ısık tutmaktır. Daha önceden beyin MRG tetkiki bulunan ve migren tanısı konulan 160 hasta çalısmaya alındı. Tüm hastalardan bilgilendirilmis onam formu alındıktan sonra DNA izolasyonu için EDTA’lı tüplere 10 cc. kan örneği alındı. Đzole edilen genomik DNA’dan gerçeklestirilen moleküler analizler ile koagülasyon kaskadında görevli yukarıda adı geçen faktörlerin genotiplemesi gerçeklestirildi. Elde edilen bulgular sağlıklı Türk popülasyon çalısmalarının sonuçları ile de karsılastırıldı. Migrenli grupta ACE D/D genotipi sıklığının sağlıklı Türk popülasyonuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede fazla olduğu saptandı (p=.0001). Ayrıca beyin MRG’de hiperintens lezyonu olan grupta, lezyonu olmayan gruba göre ACE I/D genotipinin istatistiksel olarak anlamlı (p=.02) derecede fazla olduğu görüldü. Arastırılan diğer genlerdeki mutasyonlar için migrenliler ve sağlıklı popülasyon arasında, ayrıca auralı ve aurasız migrenliler arasında ve beyin MRG’de hiperintens lezyon olup olmamasına göre istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı. Sonuç olarak; bu çalısmada ACE D/D genotipinin migren hastalığı için bir risk faktörü ve ACE I/D genotipinin ise migrenlilerde beyin MRG’de gözlenen hiperintens lezyonlar açısından bir risk faktörü olabileceği bulunmustur. Bu konuda farklı etnik gruplar ve daha fazla sayıda hastayla ACE I/D polimorfizminin migren inme birlikteliğine katkısının arastırılması için yeni çalısmaların yapılması faydalı olabilir.Item Dejeneratif servikal hastalığı olanlarda dinamik servikal manyetik rezonans görüntüleme bulgularının standart statik manyetik rezonans görüntüleme ve klinik bulgular ile korelasyonu(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Bayramoğlu, Mert; Yıldırım, TülinBu çalışmanın amacı dejeneratif servikal hastalık olgularında statik ve dinamik manyetik rezonans görüntüleme (MRG) bulguları arasındaki farklılıkların değerlendirilmesi ve klinik bulgular ile statik ve dinamik MRG bulguları arasındaki korelasyonun araştırılmasıdır. Hastanemize boyun ağrısı şikayeti ile başvuran 84 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. MRG öncesinde yapılan klinik muayene sırasında hastalar vizüel analog skala (VAS) ve boyun özürlülük indeksi (BÖİ) formları ile değerlendirilmiştir. Statik servikal MRG görüntülerinde C3-C7 düzeyleri arasından Kang skoru (KS), ligamentum flavum (LF) kalınlığı, spinal kanal ön-arka çapı (SKÇ), sagital hareket aralığı (ROM) ölçümleri yapılmış, aynı ölçümler dinamik MRG’ de tekrarlanmıştır. Nötr, fleksiyon ve ekstansiyon pozisyonlarında elde edilen veriler istatistiksel olarak karşılaştırılmış, ayrıca MRG bulguları ile VAS ve BÖİ skorları arasındaki ilişki de değerlendirilmiştir. Çalışmaya dahil edilen 84 olgunun (55 Kadın, 29 erkek) yaş ortalaması 51.32±7.29 dir. Nötr pozisyonda C4-5 ve C6-7 düzeylerinde (p<0.05), fleksiyon pozisyonunda C4-5 ve C6-7 düzeylerinde (p<0.05), ekstansiyon pozisyonunda C4-5 ve C6-7 düzeylerinde (Sırasıyla p<0.05; p<0.01) KS’ ları ile VAS puanları arasında pozitif yönlü korelasyon bulunmuştur. Tüm düzeylerde nötr-ekstansiyon ve fleksiyon-ekstansiyon pozisyonlarındaki KS’ ları arasında fark bulunmuştur (Sırasıyla p<0.05, p<0.01). Fleksiyon pozisyonunda C6pozisyonunda C6-7 düzeyinde VAS puanı ile LF kalınlığı arasında negatif yönlü ilişki bulunmuştur(p<0.05). Tüm düzeylerde nötr, fleksiyon ve ekstansiyon pozisyonlarındaki LF kalınlıkları arasında fark bulunmuştur (p<0.01). Fileksiyon pozisyonunda C4-5 düzeyinde SKÇ ile VAS puanı arasında negatif yönlü ilişki bulunmuştur(p<0.05).Tüm düzeylerde nötr, fleksiyon ve ekstansiyon pozisyonlarındaki SKÇ arasında fark bulunmuştur (p<0.01). Fleksiyonda C4-5 ve C6-7 düzeylerinde ölçülen SKÇ ile ROM arasında pozitif yönlü korelasyon bulunmuştur (Sırası ile p<0.05; p<0.01). Ekstansiyonda C6-7 düzeyinde ölçülen SKÇ ile ROM arasında negatif yönlü korelasyon bulunmuştur (p<0.05). Fleksiyonda C6-7 düzeylerinde ölçülen KS ile ROM arasında negatif yönlü korelasyon bulunmuştur (p<0.05). Çalışmamız dinamik MRG’nin, servikal kanal stenozu ve bu duruma katkı sağlayan faktörlerin görüntülenmesinde statik MRG’ ye üstün olduğunu göstermiştir. Dinamik MRG’ nin standart incelemeye ek olarak kullanılması operasyon planlaması için kullanışlı olabilir. Bununla birlikte her hasta için bu yöntemin kullanılması hasta konforu, zaman ve maliyet açısından uygun değildir. Çalışmamız fizik muayene, boyun ağrı ve özürlülük formlarının ek inceleme ihtiyacını belirlemek amacı ile kullanımının yeterli katkı sağlamadığını göstermektedir. Yalnız aksiyel boyun ağrısı şikâyeti bulunan hastalardan ziyade myelopati ve radikülopati semptomlarının bulunduğu hasta grubu ile yapılacak çalışmalar ile bu ilişkinin gösterilebileceğini düşünüyoruz. The aim of this study is to evaluate the differences between static and dynamic magnetic resonance imaging (MRI) findings in patients with degenerative cervical disease and to investigate the correlation between clinical and dynamic MRI findings. 84 patients admitted to our hospital with complaints of neck pain, were included in the study. During the clinical examination before MRI, the patients were evaluated with visual analog scale (VAS) and neck disability index (NDI) forms. Kang score (KS), ligamentum flavum (LF) thickness, spinal canal anteroposterior diameter (SCD), sagittal range of motion (ROM) among the C3-C7 levels were measured on static cervical MRI and the same measurements were repeated on dynamic MRI. The data obtained from the MRI in neutral, flexion and extension positions were compared statistically and the relationship between MRI findings and VAS and NDI scores were also evaluated. The mean age of 84 patients (55 females, 29 males) included in the study is 51.32 ± 7.29 years. Positive correlation was found between KS and VAS scores on C4-5 and C6-7 levels in neutral position (P <0.05), on C4-5 and C6-7 levels in flexion position (P <0.05), on C4-5 and C6-7 levels in extension position (respectively P <0.05; P < 0.01). There was a difference between KS at neutral-extension and flexion-extension positions at all levels (P <0.05, P <0.01, respectively). There was found a negative relationship between the VAS score and LF thickness in flexion position on level of C6-7 (P <0.05). There were differences in LF thickness at neutral, flexion and extension positions at all levels (P <0.01). A negative correlation was found between SCD and VAS score in flexion position (P <0.05) at C4-5 level. A significant difference was found between the values of SCD in neutral, flexion and extension positions at all levels (p <0.01). A positive correlation was found between SCD and ROM measured at C4-5 and C6-7 levels in flexion (P <0.05; P <0.01, respectively). A negative correlation was found between SCD and ROM measured at C6-7 level in extension (P <0.05). There was a negative correlation between KS and ROM measured at C6-7 levels in flexion (p <0.05).Our study showed that dynamic MRI is superior to static MRI in imaging of cervical canal stenosis and the factors contributing to this condition. The use of dynamic MRI in addition to standard inspection may be useful for diagnose, treatment and operation planning of degenerative cervical disease. However, this method is not suitable for each patient in terms of patient comfort, time and cost. Our study shows that the use of physical examination, neck pain and disability forms in order to determine the need for additional examination does not contribute sufficiently. We think that this relationship can be demonstrated by studies with patients who have symptoms of myelopathy and radiculopathy rather than patients with axial neck pain alone.Item İnflamatuar belirteçler ile ambulatuar kan basıncı değişkenliği ve kan basıncı sirkadiyen değişimi arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2008) Özbiçer, Süleyman; Uluçam, Z. MelekGünümüzde çok sayıda çalışmada, tedavi edilen ve edilmeyen hipertansiflerde, muayenehane kan basıncına kıyasla, ambulatuvar kan basıncının, hipertansiyon aracılı organ hasarıyla daha fazla bağlantılı olduğu, kardiyovasküler olaylarla daha dikey bir ilişki içinde olduğu ve kardiyovasküler riski, muayenehane kan basıncı değerlerinden daha yüksek düzeyde öngördürdüğü gösterilmiştir. Yakın zamanda yayınlanan çalışma verilerinde, ambulatuvar kan basıncı verilerden elde edilen standart sapma değerleri olarak tanımlanan kan basıncı değişkenliğinin, kardiyovasküler mortalite ve morbidite ile ilişkili olduğu saptanmıştır. Buna göre yüksek kan basıncı değişkenliğine sahip bireyler, daha düşük değişkenliği olanlara göre daha yüksek kardiyovasküler mortalite ve morbiditeye sahiptir. Kan basıncı diürnal varyasyonu ile de kardiyovasküler mortalite ve morbidite arasındaki ilişkiler ise yıllardır bilinmektedir. Noktürnal kan basıncı düşüşü yüzdesi %10’un altında olan bireylerin artmış kardiyovasküler mortalite ve morbiditeye sahip oldukları bilinen bir gerçektir. Öte yandan, günümüzde hipertansiyon ile inflamatuar sistem arasında ilişkiler olduğu bilinse de, kan basıncı değişkenliği ile inflamasyon belirteçleri arasındaki ilişki konusunda henüz yeterli bilgi bulunmamaktadır. Artmış kan basıncı değişkenliği ile inflamasyon belirteçleri arasında ilişkinin olup olmadığını belirlemek için, prospektif-kesitsel bir çalışma yaptık. Çalışma topluluğu, Başkent Üniversitesi Hastanesi Kardiyoloji bölümüne başvuran, 20-60 yaş arası, hipertansiyon öyküsü olmayan ya da antihipertansif tedavi kullanmayan, bilinen herhangi bir kardiyovasküler hastalık hikayesi ve majör sistemik hastalığı olmayan ve hamile olmayan gönüllüler arasından seçildi. Bu kriterleri sağlayan 198 deneğin tamamına, elektrokardiyografi, ekokardiyografi ve ambulatuar kan basıncı ölçümü yapıldı. Bu vakalarda, enzim bağlı immün analiz (ELISA) metodu ile interlökin 10 (İL- 10), interlökin 18 (İL-18), tümör nekrotizan faktör alfa (TNF-α) ve yüksek duyarlıklı serum reaktif protein (hsCRP) ölçümleri yapıldı. Kan basıncı değişkenliği, her denek için gündüz, gece ve 24 saatlik kan basıncı standart sapması, kan basıncı diürnal varyasyonu ise, günlük kan basıncı değişim yüzdesi olarak tanımlandı. Kan basıncı diürnal varyasyonu ve kan basıncı değişimi ile inflamatuar belirteçler arasındaki ilişkiler incelendi. Çalışmamızda gece sistolik ve diyastolik kan basıncı değişkenliği ile İL-18 seviyeleri arasında arasında doğrusal bir ilişki saptadık. Başka bir deyişle artan gece sistolik ve diyastolik kan basıncı değişkenliği, artmış İL-18 seviyeleri ile ilişkili bulunmuştur. Bu bulgunun yanı sıra İL-18 seviyeleri ile gündüz, gece, 24 saatlik ortalama ambulatuar kan basıncı, sol ventrikül kütle ve kütle indeksi arasında ve hsCRP ile gündüz, gece ve 24 saatlik sistolik kan basıncı, gündüz ve 24 saatlik nabız basıncı arasında doğrusal bir ilişki saptadık.İnterlökin-10 ve Tnf-α ile sol ventrikül kütle indeksi arasında da zayıf fakat anlamlı doğrusal bir ilişki saptadık. Kan basıncı sirkadiyen varyasyonu ile inflamasyon ve hedef organ hasarı arasında ise herhangi bir ilişki saptamadık. Çalışmamız sonuçları kan basıncı değişkenliği ile inflamasyon arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki olduğunu göstermektedir, fakat inflamasyon ile kan basıncı değişkenliği arasındaki ilişkinin tam olarak aydınlatılabilmesi için gelecekte daha geniş çalışmalara gereksinim duyulacaktır. Nowadays, results of several studies have shown that ambulatory blood pressure correlates with hypertension related organ damage more closely than does office blood pressure and has a relationship with cardiovascular events that is steeper than that observed for clinic blood pressure, with a prediction of cardiovascular risk greater than, and additional to the prediction provided by office blood pressure values in populations as well as in untreated and treated hypertensives. Recent data has also shown that blood pressure variability estimated as a standard deviation of non-invasive ambulatory blood pressure monitoring is also associated with cardiovascular morbidity and mortality. Cardiovascular morbidity has been reported to be greater in subjects with a greater blood pressure variability than in those with a lower blood pressure variability. Relationship between circadian blood pressure variation and cardiovascular mortality and morbidity is well known. Subjects in whom nocturnal blood pressure decrease is blunted (less than 10%) have been reported to have less favourable outcome. However there is growing evidence suggesting a link between hypertension and inflammatory system, yet data on the association between inflammatory markers and blood pressure variability in humans are sparse. We performed a prospective, cross-sectional study in order to examine whether inflammatory factors might be associated with elevated blood pressure variability during 24-hour ambulatory blood presssure monitoring. The study population was a sample of subjects admitted to Baskent University Hospital, Department of Cardiology. Subjects were eligible to participate in the study if they were 20 to 60 years of age, had no histories of hypertension and were not using antihypertensive medications, had no histories of cardiovascular disease (coronary artery disease, stroke, peripheral vascular disease), were free of any other major systemic illnesses, and were not pregnant. We recruited 198 subjects (102 women and 96 men) who met these criteria. ECG, 24 hour blood pressure monitoring and two dimensional echocardiogram were obtained from all of the subjects participating in the study. Interleukin-10 (IL-10), interleukin-18 (IL-18), tumor necrosis factor alpha (TNF-α) and serum high-sensitivity C-reactive protein (hsCRP) concentrations were measured by using commercially available enzyme-linked immunosorbent assay method. Blood pressure variability was calculated as the within-subject standard deviation (SD) of blood pressure values obtained during the daytime, nighttime, and 24-hour periods. Blood pressure circadian variation is defined as the nocturnal decline in blood pressure. We investigated the association between inflammation and blood pressure, blood pressure variability and circadian variation. We found a linear correlation between night systolic and diastolic blood pressure variability and IL-18 concentrations. In other words, night systolic and diastolic blood pressure variability was found to be directly proportional to IL-18 concentrations. In addition, we found a linear relationship between IL-18 concentrations and daytime, nighttime, 24-hour blood pressure averages, left ventricular mass and left ventricular mass index, and a linear relationship between hsCRP and day, night, 24 hour systolic blood pressure, day and 24 hour pulse pressure. Interleukin-10 and TNF-α were found to be directly proportional to left ventricular mass and left ventricular mass index. We did not find any statistically significant association between blood pressure circadian variation and inflammation. However our findings suggest a relationship, further investigation is needed to clarify the association between blood pressure variability and inflammatory markers.Item Statinlerin troid morfolojisi otoimmunite ve fonksiyonları üzerine etkileri(Başkent Ünversitesi sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2014-04-08) Çiçek Demir, Canan; Başçıl Tütüncü, NeslihanHiperlipidemi tedavisinde birincil ilaç olarak kullanılan statinler, hepatik kolesterol oluşumunda hız kısıtlayıcı basamak olan 3-hidroksi-3-metilglutaril-koenzim A (HMG-Ko A) enziminin yarışmalı inhibitörüdürler. Statinlerin koroner arter hastalığında, primer ve sekonder korunmada yararlılığı pek çok çalışmada gösterilmiştir. Bu temel etkinin dışında, statinlerin pleiotropik etkiler olarak adlandırılan bir çok dokuda gözlemlenen lipid dışı etkileri vardır. Bu çalışmada, statinlerin tiroid hücre serilerinde in vitro olarak gözlemlenen antiproliferatif etkilerinin klinik olarak tiroid fonksiyon, otoimmunite, volüm, nodül varlığı ve boyutu üzerine etkilerini prospektif olarak araştırmayı amaçladık. Etik kurul ve hasta onayları alındıktan sonra, hiperlipidemi nedeniyle ilk kez statin tedavisi başlanacak hastalar ile sadece tedavi amaçlı yaşam tarzı değişikliği ve diyet tedavisi alacak hastaların tedavisini planlamada NCEP ATP III kriterleri kullanıldı. Çalışmaya toplam 101 hasta dahil edildi. Statin tedavisi kolunda atorvastatin (10-20mg) ve rosuvastatin (10-20mg) verildi. Statin tedavisi grubunda 69 hasta, kontrol grubunda 32 hasta mevcuttu. Tüm hastalar tedavi başlangıcında ve 6. ayda lipid profili, TSH, anti TPO, anti Tg ve tiroid USG ile değerlendirildi. Altıncı ay kontrolünde TSH ve tiroid otoantikorları ile statin kullanımı arasında ilişki saptanmadı. Tiroid volümleri değerlendirildiğinde, Rosuvastatin 20mg verilen grupta total volümde azalma ve Atorvastatin verilen grupta tiroid sol lob volümünde azalma istatistiki olarak anlamlı bulundu (p<0.05). Nodül çapları açısından gruplar değerlendirildiğinde, Rosuvastatin 10mg grubunda maksimum nodül çapında azalma istatistiki olarak anlamlı bulundu (p<0.05). Nodül sayısında statin grubu ile kontrol grubu arasında 6. ay kontrolünde değişiklik saptanmadı. Sonuç olarak statin verilen tedavi alt gruplarında (Rosuvastatin 20mg, atorvastatin 20mg, rosuvastatin 10mg) tiroid bezi total volüm, lob volümü ve nodül çapı açısından anlamlı olarak azalma gözlendi. Sonuçlar, tiroid bezi üzerinde statinlerin invitro çalışmalarda gösterilen antiproliferatif etkilerini gösteren literatür verileri ile uyumlu bulundu. Elde ettiğimiz sonuçlar çalışmamızın, konu ile ilgili yapılan ilk prospektif çalışma olması açısından önemlidir.