Browsing by Author "Baskın, Esra"
Now showing 1 - 8 of 8
- Results Per Page
- Sort Options
Item Ailede hipertansiyon öyküsü olan sağlıklı okul çağı çocuklarında ayaktan kan basıncı monitorizasyonu ile kan basıncı parametrelerinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2005) Malbora, Barış; Baskın, EsraPrimer Hipertansiyonu, özellikle aile öyküsü olan hastalarda erken tanımlamak, ileride oluşacak komplikasyonları önlemek açısından son derece önemlidir. Bu amaçla çocukların poliklinik koşullarında ölçüm yapan cihazlar ile KB ölçümlerinin periyodik olarak yapılması yararlıdır. Geleneksel yöntemle ölçülen KB’ları erken dönemde normal olarak saptanmasına rağmen, AKBM henüz semptomlar ortaya çıkmadan KB yüksekliğini gösterebilmektedir. Bu çalışmada geleneksel yöntemle ölçülen KB’ları normal sınırlarda olup, ailesinde primer HT öyküsü olan [(APHT (+)] sağlıklı okul çağındaki çocuklarda AKBM ile elde edilecek verilerin, risk altındaki kişilerin belirlenmesinde ne derecede yararı olduğunun belirlenmesi amaçlandı. Çalışmaya 79 sağlıklı çocuk dahil edildi. Bunların 39’u ailede primer HT öyküsü olan [APHT (+)], 40’ı ise ailede HT öyküsü olmayan [AHT (-)] çocuklardı. Bu çocukların tam kan sayımları, idrar analizleri, idrar mikroskopisi ve biyokimyasal tetkikleri yapıldı. Hem geleneksel yöntemle hem de AKBM ile KB’ları ölçüldü. APHT (+) grupta tüm gün, gündüz ve gece minimum, maksimum ve ortalama sistolik, diyastolik ve ortalama arteriyel kan basınçları AHT (-) gruba göre anlamlı derecede yüksek bulundu (p<0,05).Vücut kitle indeksi ortalaması APHT (+) olan grupta daha fazla olmasına rağmen ortalama KB’ları ve KB yükleri açısından AHT (-) gruba göre farklı bulunmadı (p>0,05). AKBM ile değerlendirmede APHT (+) grupta boy ile SKB arasında pozitif korelasyon bulunmasına rağmen, AHT (-) grupta ortalama SKB ile böyle bir korelasyon bulunamadı. APHT (+) olanlarda SKB yükü (p=0,000) ve DKB yükü (p=0,002) AHT (-) gruba göre anlamlı derecede yüksek bulundu. Hipertansiyon sınırı 90 persentil kabul edildiği zaman bu anlamlı fark daha da belirginleşti. Sonuç olarak; ailede HT öyküsü olan çocukların KB parametrelerinde AKBM ile anlamlı değişiklikler olduğu görülmüştür. Bu çocuklarda HT sınırının 90 persentil kabul edilmesi ve düzenli aralıklarla AKBM ile izlenmesi, ileride gelişecek HT ve komplikasyonlarını önlemede yararlı olacaktır.Item Ailevi akdeniz ateşi tanısı ile takip edilen hastaların genotip, fenotip ve laboratuvar bulguları açısından karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Er, Eren; Baskın, EsraGiriş Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA) en yaygın kalıtsal tekrarlayan ateş sendromudur. Patogenez açısından, AAA otoinflamatuvar hastalıklar grubuna aittir ve inflamasyon aktivasyonu, ana mekanizma olarak öne sürülmüştür. Hastalık, kendini sınırlayan, tekrarlayıcı ataklarla seyreden, ateş, karın ağrısı, göğüs ağrısı, artrit/artralji ve erizipel benzeri döküntülerin eşlik ettiği klinik tablo ile karakterizedir .Bu çalışmada, merkezimizde AAA tanısı ile izlenen hastaların genotip, fenotip ve laboratuvar bulgularının karşılaştırılması amaçlanmıştır Materyal-Metod Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Hastanesi Çocuk Nefroloji Polikliniği’nde en az bir alelde MEFV gen mutasyonu gösterilen ve Tel Hashomer kriterlerine göre AAA tanısı almış olup, düzenli aralıklarla izlenen 137 hasta çalışmaya alındı (K/E oranı yaklaşık 1/1). Hastaların başvuru anındaki demografik özellikleri ve laboratuvar değerleri retrospektif olarak değerlendirildi.Hastalar PRAS ve arkadaşlarının geliştirdiği hastalık şiddeti skorlamasında göre hafif, orta ve ağır olarak gruplandırıldı .Hastalar şikayet başlama yaşına göre ≤ 10 yaş (Grup 1)ve >10 yaş (Grup 2) olmak üzere 2 gruba ayrılarak genotip, fenotip ve laboratuvar bulguları karşılaştırıldı. Bulgular Çalışmaya alınan hastaların ilk şikayet başlama ortanca yaşı 4 (min-max: 2,75-17,9) yıl, tanı alma ortanca yaşı 6,6 (min-max: 0,6-17,5) yıl, şikayet başlangıcından tanı alıncaya kadar geçen ortanca süre 2 (min-max: 0,16-16,5 ) yıl olarak tespit edildi. Hastaların %75’inde en az bir alelde, M694V mutasyonu tesbit edildi. İlk başvuru şikayeti olarak ateşin % 82,5, karın ağrısının %75,2 ve artrit/artraljinin %24,1 sıklıkta olduğu görüldü. Hastalarımızda amiloidoz görülme sıklığı %2 olarak bulundu. Tüm hastalara bakıldığında hastalık şiddetinin hafif, orta ve ağır olması ile mutasyon tipi arasında ilişki gösterilemedi. En az bir alelinde M694V mutasyonu taşıyan hastaların ortalama PRAS hastalık şiddet skorları M694V mutasyonu taşımayan hastalardan anlamlı şekilde yüksek bulundu (sırasıyla; 6,45±1,48, 5,68±1,87, p=0,016). M694V homozigot hastalar, M694V mutasyonu taşımayan homozigot hastalara göre daha yüksek ortalama PRAS hastalık şiddet skoruna sahipti (sırasıyla; 6,86±1,43, 5,00±1,22, p=0,011). Grup 1(≤ 10 yaş)’de, ilk başvuru şikayeti olarak yüksek ateş görülme oranı Grup 2 (>10 yaş)’ye göre anlamlı olarak yüksekti. Göğüs ağrısı görülme oranı ise Grup 2’de anlamlı olarak daha yüksek bulundu. Hastalar laboratuvar bulguları açısından karşılaştırıldığında, Grup 1’de, atak anında beyaz küre, CRP ve ESR düzeyleri, anlamlı olarak daha yüksekti (p<0,05). Grup 1’de PRAS hastalık şiddeti skoru, Grup 2’ye göre anlamlı olarak daha yüksekti (sırasıyla; 6 (min-max:4-10), 4 (min-max:3-7), p=0,021). Yorum Çalışmamızda, AAA’lı hastalarımızda en sık görülen mutasyonun M694V olduğu ve M694V mutasyonu taşıyan hastaların ve ilk 10 yaşta klinik bulgu veren hastaların daha ağır seyir gösterdiği sonucuna varıldı Bu konuda, literatürdeki çelişkili sonuçlar nedeniyle çocuklarda hastalık şiddet skorunun daha net ve objektif olarak değerlendirilebileceği çocuklara özgü yeni hastalık şiddet skorlarının geliştirilmesine gereksinim olduğu düşünüldü. Introduction Familial Mediterranean Fever (FMF) is the most common hereditary recurrent fever syndrome. FMF belongs to the group of autoinflammatory diseases, pathogenetically. Main mechanism is thought to be activation of inflammation. The disease is clinically characterized by self-limited, recurrent episodes of fever, abdominal pain, chest pain, arthritis/arthralgia and erysipelas-like erythema. In this study, we aimed to define genotypic, phenotypic and laboratory findings of the FMF patients who were followed in our center. Material and Method The medical records of 137 children (69 female and 68 male) with FMF who were followed At Baskent University Faculty of Medicine, Ankara Hospital, Pediatric Nephrology Unit, were retrospectively evaluated. All patients had MEFV mutation in at least one allele. Assessment of the disease severity was performed by using the modified scoring system of PRAS et al. Genetic analysis was performed using PCR and restriction endonuclease digestion methods for the presence of 12 FMF gene mutations The cases were classified as mild, moderate and severe according to the disease severity scoring system developed by PRAS et al. Also the cases were subdivided into two cathegories according to age of onset symptoms as ≤ 10 y Group 1 and >10 y Group 2. Results Median age of disease onset was 4 years (min-max: 2,75-17,9), median age of diagnosis was 6,6 years (min-max: 0,6-17,5) and median time elapsed until diagnosis was 2 years (min-max: 0,16-16,5). In at least one allele, M694V mutation were detected in 75% of cases. The most common clinical features during attacks were fever (82,5% ), abdominal pain (75,2%) and arthritis/arthralgia (24,1%). The incidence of amyloidosis was 2%. There was no statistically significant relation between severity of the disease and type of mutations. PRAS disease severity scores were significantly higher among the group with M694V mutation in at least one allele than those do not carry this mutation (6,45±1,48, 5,68±1,87, respectively, p=0,016). PRAS disease severity scores of the M694V homozygote patients were significantly higher than the patients with homozygous other mutations (6,86±1,43, 5,00±1,22, respectively, p=0,011). Frequency of fever in Group 1 (≤ 10 y) was significantly higher than in Group 2 (>10 y). On the contrary, rate of chest pain on admission was significantly higher in Group 2. WBC count, CRP and ESR levels were significantly higher in Group 1 during acute attack (p<0,05). PRAS disease severity score was significantly higher in Group 1 than Group 2 (6 (min-max:4-10), 4 (min-max:3-7), respectively, p=0,021). Comments It was found that M694V was the most common mutation among our cases. We concluded that patients carrying M694V mutation and diagnosed with disease younger than the age of 10 had severe prognosis. Considering the conflicting results in the literature, we are in the opinion that, there is need to develop a new scoring systems specific for pediatric population.Item Effects of Hyperuricemia on Renal Function in Pediatric Renal Transplant Recipients(2014) Baskın, Esra; Fidan, Cihan; Kantar, Asli; Gulleroglu, Kaan; https://orcid.org/0000-0003-4361-8508; https://orcid.org/0000-0002-9093-1524; https://orcid.org/0000-0003-1434-3824; B-5785-2018; F-5830-2019; AAJ-8833-2021Item Kronik böbrek yetmezliğinde ortalama trombosit hacmini etkileyen faktörler ve klinik önemi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2008) Sakallı Erçoban, Hale; Baskın, EsraKronik böbrek yetmezliğinde (KBY) kanama diyatezi ve trombotik komplikasyonlar sık karşılaşılan sorunlardır. Trombosit fonksiyon bozuklukları başta olmak üzere multifaktöriyel ve karmaşık mekanizmalarla ortaya çıkmaktadır. Son yıllarda kanama diyatezi ve trombotik sorunların gösterilmesinde ortalama trombosit hacminin (MPV) yararlı ve kolay bir parametre olduğu bildirilmektedir. KBY’li hastalarda MPV’nin önemini araştıran çalışmalar yetersiz düzeyde olup, çocuklarda hiç bilinmemektedir. Bu çalışmada diyaliz tedavisi uygulanan çocuklarda MPV değerlerini etkileyen faktörler ve bunların klinik öneminin araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya 54 hemodiyaliz (HD) (24 kız, 30 erkek), 55 periton diyalizi (PD) (25 kız, 30 erkek) olmak üzere 109 hasta alındı. Hastaların yaşları, vücut ağırlıkları, KBY’ne neden olan primer hastalıkları, uygulanan diyaliz tedavi yöntemleri (HD/PD), arteriyovenöz fistül problemleri, diyaliz süreleri, kullandıkları ilaçlar, eritropoetin dozları kaydedildi; haftalık eritropoetin dozları hesaplandı. Tüm hastaların tam kan sayımı ve biyokimyasal parametreleri değerlendirildi. HD hastalarının ortalama MPV düzeyleri (8.05 ± 1.31), PD hastalarına göre daha yüksek (7.79 ± 1.0) bulunmakla beraber, aralarındaki fark anlamlı bulunmadı (p>0.05). Her iki grubun kullandıkları eritropoetin dozları benzerdi. Hastalar haftalık eritropoetin ihtiyacının 150 Ü/kg’ın altında ve üzerinde olmasına göre gruplandırıldığında, 150 Ü/kg/hf’nın üzerinde eritropoetin alanların ortalama MPV değerinin, 150 Ü/kg/hf’nın altında eritropoetin alanlara göre anlamlı şekilde yüksek olduğu görüldü (p=0.016). HD ve PD grupları ayrı ayrı incelendiğinde, HD hastalarında kullanılan eritropoetin dozu ile MPV arasında anlamlı pozitif korelasyon saptandı (r=0.033, p=0.028). HD grubunda 150 Ü/kg/hf’nın üzerinde eritropoetin alan hastaların ortalama MPV değerleri, 150 Ü/kg/hf’nın altında eritropoetin alanlardan daha yüksekti (p=0.017). PD hastalarında ise eritropoetin dozları ile MPV arasında ilişki gösterilemedi (p>0.05). HD hastaları arasında A-V fistül problemi yaşayanların ortalama MPV değeri, fistül problemi gelişmeyenlerin ortalama MPV değerinden anlamlı düzeyde yüksekti (p=0.017). HD grubunda Anjiotensin Dönüştürücü Enzim (ACE) inhibitörü alanların ortalama MPV değerleri, almayanlara göre anlamlı şekilde düşük bulundu ve ACE inhibitörü kullanımı ile MPV arasında negatif korelasyon saptandı (r= -0.30, p=0.028). PD grubunda ise ACE inhibitörü alanlar ile almayanların ortalama MPV değerleri arasında fark yoktu (p>0.05). Sonuç olarak KBY’li hastalarda, özellikle HD tedavisi uygulananlarda eritropoetin dozu ile MPV düzeyleri arasında arasında anlamlı ilişki olması ve fistül problemi olanlarda artmış MPV değerlerinin gösterilmesi, yüksek MPV değerlerinin bu hastalarda tromboza eğilime katkıda bulunduğunu düşündürmüş ve ACE inhibitörü kullanımının trombosit aktivasyonunu azalttığı görüşüne varılmıştır. KBY’li hastalarda kolay ve basit bir yöntem olan MPV ölçümlerinin gelişebilecek fistül problemlerinin önceden belirlenmesinde ve önlem alınmasında prediktif değere sahip olabileceği kanısına varılmıştır. Bleeding problems and thrombotic complications are frequently seen in chronic renal failure (CRF). Although the main responsible factor is platelet dysfunction, multifactorial and complex mechanisms play important roles. Recently, mean platelet volume (MPV) has been recommended to be an easy and useful parameter in order to indicate the bleeding problems and thrombotic events. There are only a few studies on clinical importance of MPV in adults patients with CRF, but none in children. In this study, we aimed to investigate the factors which effect MPV and their clinical outcomes in children on hemodialysis (HD) and peritoneal dialysis (PD). A hundred and nine patients with CRF undergoing either HD [(n= 54) 24 female, 30 male] or PD [(n= 55) 25 female, 30 male) were included in the study. The age and the weight of the subjects, the disease causing CFR, the applying method of dialysis, the problems of arteriovenous fistulas, duration of dialysis, drugs used, dose of erythropoietin were recorded. The weekly erythropoietin doses of the subjects were calculated. Complete blood cell counts and biochemical parameters of the subjects were evaluated. Although the MPV levels of patients in HD group (8,05±1,31) were higher than the MPV levels of PD group (7,79±1,0), there was no significant difference between them (p>0,05). Erythropoietin doses of two groups were similar to each other. In the whole study group, MPV of patients receiving erythropoietin at a dose of >150 U/kg/wk were significantly higher than the patients’ receiving erythropoietin at a dose of <150 U/kg/wk (p= 0,016). The dose of erythropoietin was strongly correlated with MPV levels in HD group (r= 0,033, p= 0,028). In the HD group, MPV of patients receiving erythropoietin at a dose of >150 U/kg/wk were significantly higher than the patients’ receiving erythropoietin at a dose of <150 U/kg/wk (p= 0,017). But there was no relation between erythropoietin doses and MPV levels in PD group. In the HD group, MPV levels of patients having problems of arteriovenous (AV) fistulas were significantly higher than those of patients without having problems (p= 0,017). MPV levels of of patients who were receiving Angiotensin Converting Enzyme (ACE) Inhibitors in HD group were significantly lower than the patients’ who were not receiving ACE inhibitors, and there was a negative correlation between the usage of ACE inhibitors and MPV levels (r= -0,30, p= 0,028). There was no significant difference between the usage of ACE inhibitors and MPV levels in PD group (p>0,05). In conclusion, the significant relationship between MPV levels and erythropoietin doses in HD patients and the higher levels of MPV in patients with A-V fistulas problems revealed that higher MPV levels may contribute to the tendency of thrombosis in CRF and the usage of ACE inhibitors may reduce platelet activation in these patients. MPV is an easy and simple test, which may have a predictive value in order to indicate the risks and to take measures for fistulas problems in patients with CRF.Item Kronik diyaliz tedavisi yapılan çocuklarda serum leptin ve plazminojen aktivatör inhibitör-1 düzeyleri(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2006) Işık Ağras, Pınar; Baskın, EsraKardiyovasküler komplikasyonlar erişkin kronik böbrek yetmezliği (KBY) hastalarındaki mortalitenin büyük çoğunluğunun nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda obezite ve kardiyovasküler mortalitenin bilinen ilişkisi, insülin rezistansı, dislipidemi ve yüksek leptin düzeyleri gibi obezite ilişkili durumlar bazında irdelenmiştir. Kronik böbrek yetmezliğinde de, artan plazma leptin düzeylerinin kardiyovasküler hastalık riskini etkilemesi mümkündür. Kronik böbrek yetmezliği hastalarında hemostatik ve fibrinolitik sistem bozuklukları sık görülmektedir. Plazminojen aktivatör inhibitör-1 (PAİ-1), fibrinolitik sistemde anahtar role sahiptir. Çeşitli hasta popülasyonlarında leptin ve PAİ-1 düzeylerinin ilişkileri gösterilmiştir. Bu çalışmada, çocukluk çağında hemodiyaliz (HD) ve periton diyalizi (PD) hastalarında serum leptin ve PAİ-1 düzeylerini karşılaştırmak, birbirleri ile ilişkilerini incelemek ve kardiyovasküler hastalık riskine olası katkılarını araştırmak amaçlanmıştır. Çalışmaya 36 HD(19 kız, 17 erkek), 19 PDhastası (10 kız, 9 erkek) ve 15 sağlıklı çocuk(9 kız, 6 erkek) alındı. Hastaların yaşları, KBY’ne neden olan primer hastalığı, diyaliz süresi, kullandıkları ilaçlar, eritropoetin dozu, boy ve vücut ağırlıkları kaydedildi; haftalık eritropoetin dozları ve vücut kitle indeksleri (VKİ) hesaplandı. Çalışmaya alınan tüm bireylerden, tam kan sayımı, biyokimyasal parametreler, serum demiri, demir bağlama kapasitesi, ferritin, parathormon, eritrosit sedimentasyon hızı, C-reaktif protein, PT, PTT, fibrinojen, serum leptin ve PAİ-1 düzeyleri çalışıldı. Sol ventrikül hipertrofisi varlığı ekokardiyografik veya telekardiyografik inceleme ile belirlendi. Çalışmaya toplam 70 birey alındı. Ortalama yaş HD grubunda 15.0 ± 2.8, PD grubunda 13.0 ± 3.5 ve kontrol grubunda 14.5 ± 2.7 yıl idi. Ortalama serum leptin düzeyi HD grubunda 16.0 ± 32.4, PD grubunda 11.2 ± 29.1 ve kontrol grubunda 9.6 ± 12.2 ng/mL olarak saptandı. Leptin düzeyleri, VKİ ve cinsiyetten bağımsız olarak HD grubunda PD ve kontrol grubundan anlamlı olarak yüksek bulundu (r2 =0.565, adjusted r 2 = 0.536, p<0.05). Ortalama serum PAİ-1 düzeyleri HD grubunda 1515.5 ± 1190.2, PD grubunda 763.6 ± 915.7 ve kontrol grubunda 735.5 ± 808.6 ng/mL idi. ii Ortalama PAI-1 düzeyleri, HD grubunda PD ve kontrol grubundan anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.05). Ortalama leptin ve PAİ-1 düzeyleri sol ventrikül hipertrofisi olanlarda, olmayanlara göre yüksekti (p<0.05). PAİ-1, VKİ den bağımsız olarak leptin düzeyleri ile korelasyon göstermekteydi (r2=0.353, adjusted r2=0.321, p<0.0001). Leptin, serum total protein ve albumin düzeyi ile anlamlı pozitif korelasyon göstermekteydi (sırasıyla, r=0.369 ve r=0.343, p<0.05). PAİ-1 düzeyleri ile haftalık eritropoetin dozu ve eritropoetin/hematokrit düzeyi arasında anlamlı pozitif korelasyon saptandı.(sırasıyla, r= 0.464 ve r=0.439,p<0.05). Sonuç olarak, KBY li hasta grubunda serum leptin düzeyleri ile PAİ-1 düzeyleri arasında VKİ ve cinsiyetten bağımsız olarak anlamlı bir ilişki olduğu görülmüş ve sol ventrikül hipertrofisi ile leptin ve PAİ-1 düzeylerinin ilişkili olduğu saptanmıştır. Bu veriler, KBY hastalarında görülen kardiyovasküler komplikasyonların gelişimine artmış serum leptin düzeylerinin de etkili olabileceğini düşündürmektedir.Item Nefrotik sendromlu çocuklarda ortalama trombosit hacminin klinik önemi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2008) Yazar, Barış; Baskın, EsraÇocuklarda nefrotik sendrom sık görülen bir hastalık olup proteinüri, ödem ve hipoalbuminemi ile karakterizedir. Son yıllarda bir çok kronik hastalıkta trombositler ile ilgili değişikliklerin önemi üzerinde durulmaktadır. Yapılan çalışmalar trombosit sayısı kadar ortalama trombosit hacmininde bazı hastalıklar açısından belirteç olabileceğini göstermektedir. Bu çalışmada nefrotik sendromlu çocuklarda hastalığın aktif ve remisyon dönemlerinde ortalama trombosit hacmindeki değişikliklerin incelenmesi ve steroide dirençli ya da duyarlı hastalarda MPV’nin prognozla ilgili klinik öneminin araştırılması planlanmıştır. Materyal-Metod: Çalışmaya nefrotik sendrom tanısı almış 67 hasta (39 kız, 28 erkek) ve kontrol grubu olarak 29 sağlıklı çocuk dahil edidi (18 kız, 11 erkek). Hastaların dermografik özellikleri, nefrotik sendromun tipi, tam kan sayımı parametreleri, MPV ölçümü, biyokimyasal testleri ve proteinüri miktarları retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların verileri aktif ve remisyon dönemlerinde ayrı ayrı kaydedildi. Nefrotik sendromlu hastalar steroide duyarlı nefrotik sendrom (SSNS), fokal segmental glomeruloskleroz (FSGS) ve membranoproliferatif glomerulonefrit (MPGN) olmak üzere 3 gruba ayrıldı. Bulgular: Nefrotik sendromlu hastaların ortalama yaşı 7.37±4.35 (1-16 yaş), kontrol grubunun ortalama yaşı 8.5±4.92 (1-17 yaş) olarak bulundu. İki grubun yaş, cins, vücut ağırlığı ve kan basıncı değerleri benzerdi (p>0,05). Nefrotik sendromlu hastalardan 39’u SSNS, 16’sı FSGS, 12’si MPGN olarak değerlendirildi. Nefrotik sendromlu hastaların aktif dönemdeki trombosit sayıları kontrol grubundan anlamlı yüksek, MPV değerleri ise belirgin düşük bulundu (7.64±1.05, 8.58±1.05 sırasıyla p<0,05). MPV ile trombosit sayısı arasında anlamlı negatif korelasyon vardı. Trombosit sayısı ile total kolesterol ve trigliserid düzeyleri arasında da anlamlı pozitif korelasyon saptandı. Remisyon döneminde MPV değerinde aktif döneme göre hafif yükselme tespit edildi. FSGS’li hastaların trombosit sayıları diğer gruplardan belirgin şekilde yüksek, MPV değerleri ise belirgin şekilde düşük bulundu. Sonuç olarak nefrotik sendromlu çocuklarda kolay, ucuz ve basit bir yöntem olan MPV ölçümünün steroid direnci ve prognoz yönünden yol gösterici olabileceğini ve özellikle trombositozun eşlik ettiği düşük MPV’li hastaların izleminde FSGS yönünden daha dikkatli olunması gerektiğini düşünüyoruz. Nephrotic syndrome is a frequent disease during childhood which characterized with proteinuria, edema and hypoalbuminemia. The importance of changes about platelet emphasised in most chronical diseases in recent years. In some diseases mean platelet volume can be a sign as much as platelet number is shown according to the results of some studies. We investigated the changes of mean platelet volume at active and remition phases in children with nephrotic syndrome. Also we compared the clinical importance of mean platelet volume in patients who are steroid sensitive and steroid resistant on prognosis in this study. Materials and methods : 67 children with nephrotic syndrome (39 females, 28 males) and 29 healthly children (18 females, 11 males) included in the study. We evaluated retrospectively the demographic datas, type of nephrotic syndrome, complete blood count parameters, mean platelet volume, biochemical tests and the amount of proteinuria. The datas of active and remition phases are separated from one another. The patients are grouped as steroid sensitive nephrotic syndrome, focal segmental glomerulosclerosis and membranoprolipherative glomerulonephritis. Results : Mean age of the patients was 7.37±4.35 years (1-16 years), mean age of the control group was 8.5±4.92 years (1-17 years). Two groups were similar for age, sex, body mass and arterial blood pressure (p>0.05). 39 patients were steroid sensitive nephrotic syndrome, 16 patients were focal segmental glomerulosclerosis and 12 patients were membranoprolipherative glomerulonephritis. Platelet number was significantly increased (7.64±1.05 p<0.05) and mean platelet volume was evidently decreased (8.58±1.05 p<0.05). We shown a negative correlation between mean platelet volume and platelet number in nephrotic syndrome patients versus healtly children. We found a positive correlation between platelet number and total cholesterol and trigliycerides levels. Platelet number was elevated iv and mean platelet volume was low in focal segmental glomerulosclerosis group in all other group. In the remition phase mean platelet volume was slightly increased relativily to active phase. Conclusion: Mean platelet volume is easy and inexpensive method for guess the steroid resistance and prognosis in children with nephrotic syndrome. We must be alerted for focal segmental glomerulosclerosis in patients with low mean platelet volume accompanied trombosithosis.Item Üriner sistem taş hastalığı ile başvuran hastaların retrospektif analizi ve idrar kalsiyum sitrat oranının değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Dönger, Utku; Baskın, EsraGiriş: Üriner sistem taş hastalığı böbreklerde, üreterlerde, mesanede taş oluşumu ile ortaya çıkan kalıtsal, çevresel, beslenme ve ilaçlar gibi birçok etkenin rol oynadığı bir hastalıktır. Son 20 yılda dünyada prevalansı artış göstermiş olup üriner sistem taşları önemli bir sağlık sorunudur. Çocukluk çağı üriner sistem taş hastalığı prevalansının son yıllarda %5-10 arasında olduğunu gösteren çalışmalar mevcuttur. Ancak bölgesel farklılıklar, örneklem büyüklükleri ve yaş gruplarına göre üriner sistem taşı görülme sıklığı değişkenlik gösterebilir. Çocukluk çağı üriner sistem taş hastalığının tekrarlama olasılığı yüksek olup, son dönem böbrek hastalığına neden olmasıyla önemli bir morbidite sebebidir. Taş hastalığına üriner sistem anomalisi ve metabolik anormalliğin çoğunlukla eşlik etmesi nedeniyle çocukluk çağı üriner sistem taş hastalığını erken tanımak, altta yatan metabolik faktörleri ve üriner sistem anomalilerini taramak; morbiditeyi azaltmada ve kronik böbrek hastalığına gidişi engellemede önemli yer tutar. Yöntem ve Gereçler: Ocak 2012- Aralık 2022 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi Çocuk Nefrolojisi polikliniğine başvuran ve üriner sistem taş hastalığı öntanısı şle başvuran 0- 18 yaş aralığında toplam 989 hasta retrospektif olarak incelendi. 989 hastadan spot veya 24 saatlik idrar tetkiklerinde hem kalsiyum hem de sitrat tetkikleri bulunan ve eş zamanlı üriner sistem USG’si olan 325 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen 325 hasta başvuru anındaki ilk yapılan üriner sistem USG’sinde taş olup olmamasına göre 2 gruba ayrıldı. Hastaların demografik verileri, tıbbi öyküleri, laboratuvar verileri, radyolojik bulguları ve uygulanan tedaviler değerlendirildi. Spot ve 24 saatlik idrarda kalsiyum sitrat oranının üriner sistem taş hastalığında yeni bir belirteç olup olamayacağı araştırıldı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 325 hastanın %51,1’i erkekti. Hastaların tanı yaşı ortancası 29 ay olarak hesaplandı. Hastaların %57,9’unun ailesinde taş öyküsü mevcuttu. Tanı yaşı daha küçük olan çocukların ilk başvuruda sıklıkla huzursuzluk, İYE gibi nedenlerle başvurduğu daha büyük çocukların ise hematüri, kusma gibi nedenlerle başvurduğu görüldü (p<0,05). Cinsiyetler arasında idrarda ca/sit oranı açısından anlamlı fark saptanmadı (p>0,05). Çalışmamızda spot idrarda ca/sit oranı, taşı olmayan hastalarda ortanca 0,18 (0,01-3,29) mg/mg, taşı olan hastalarda ise ortanca 0,31 (0,01-3,47) mg/mg olarak saptandı. Yirmi dört saatlik idrarda bakılan ca/sit oranı ise taşı olmayan hastalarda ortanca 0,23 (0,02-5,73) mg/mg, taşı olan hastalarda ortanca 0,32 (0,01-6,54) mg/mg olarak bulundu. Çalışmamızda taş hastalığı olan çocuklarda taş hastalığı olmayan çocuklara göre spot ve 24 saatlik idrarda ca/sit oranı anlamlı bir şekilde daha yüksekti(p<0.05). Spot idrarda ca/sit oranı için 0,235’ten daha yüksek değerler taş riski açısından önemli bulundu. Taş tespit edilen hastalarda taşların en sık olarak renal pelvis (%75,8) yerleşimli olduğu görüldü. Mesanede taşı olan hasta yoktu. Taş saptanan hastaların 80’inde taşlar sol yerleşimli (%40,4), 75’inde bilateral (%37,8) yerleşimliydi. Taşların %78,3’ü 5 mm den küçük boyutta idi .En sık uygulanan tedavi yönteminin taş önleyici medikal tedaviler olduğu görüldü. Yorumlar: Çalışmamızda üriner sistem taşı olan hastalarda hem spot idrarda, hem de 24 saatlik idrarda ca/sit oranı, taşı olmayan hastalara göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Bunun yanında spot idrarda 0,235’ten yüksek değerler taş riski açısından önemli görülmektedir. Taş riski olan hastalarda tarama testi olarak spot idrarda ca/sit oranının kullanımı yararlı bir belirteç olabilir. Bu konuda prospektif, randomize kontrollü, daha fazla vaka sayısı içeren yeni çalışmalara ihtiyaç vardır.Background: Urinary tract stone disease is a disease characterized by the formation of stones in the kidneys, ureters and bladder in which many factors such as hereditary, environmental, nutritional and medications play a role. Its prevalence has increased worldwide in the last 20 years and urinary system stones are an important health problem. There are studies showing that the prevalence of urinary tract stone disease in childhood is between 5-10% in recent years. However, the prevalence of urinary tract calculi may vary according to regional differences, sample sizes and age groups. Childhood urinary tract stone disease has a high recurrence rate and is an important cause of morbidity as it causes end-stage renal disease. Since urinary system anomalies and metabolic abnormalities often accompany stone disease, early recognition of childhood urinary tract stone disease and screening for underlying metabolic factors and urinary system anomalies are important in reducing morbidity and preventing progression to chronic kidney disease. Materials and Methods: Between January 2012 and December 2022, a total of 989 patients between 0 and 18 years of age who were admitted to the Pediatric Nephrology outpatient clinic of Başkent University Ankara Hospital and diagnosed with urinary tract stone disease were retrospectively analyzed. Among 989 patients, 325 patients with both calcium and citrate in spot or 24-hour urine tests and concurrent urinary tract US were included in the study. Demographic data, medical history, laboratory data, radiologic findings and treatments were evaluated. The calcium citrate ratio in spot and 24-hour urine was investigated statistically as a new marker for urinary system stone disease.Results: Of the 325 patients included in the study, 51,1% were male. The median age at diagnosis was 29 months. 57,9% of the patients had a family history of calculi. It was observed that younger children presented with reasons such as restlessness and UTI at first presentation, whereas older children presented with reasons such as hematuria and vomiting (p<0.05). No significant difference was found between genders in terms of ca/sit in urine (p>0.05). In our study, the median ca/sit ratio in spot urine was 0,18 (0,01-3,29) mg/mg in patients without stones and 0,31 (0,01-3,47) mg/mg in patients with stones. Twenty-four-hour urine ca/sit ratio was 0,23 (0,02-5,73) mg/mg in patients without stones and 0,32 (0,01-6,54) mg/mg in patients with stones. In our study, spot and 24-hour urine ca/sit ratios were significantly higher in children with stone disease compared to children without stone disease (p<0.05). Values higher than 0,235 for the ca/cite ratio in spot urine were found to be significant in terms of stone risk. In patients with stones, the most common location of the stones was renal pelvis (75,8%). There were no patients with stones in the bladder. The stones were located on the left side in 80 patients (40,4%) and bilaterally in 75 patients (37,8%). 78,3% of the stones were less than 5 mm in size. The most common treatment modality was stone preventive medical therapies. Discussion: In our study, in patients with urinary system stones, both spot urine and 24-hour urine ca/cit ratio were found to be significantly higher than in patients without stones. In addition, values higher than 0,235 in spot urine are considered significant in terms of stone risk. The use of spot urine ca/cit ratio as a screening test in patients with stone risk may be a useful marker. Further prospective, randomized controlled studies with a larger number of cases are needed.Item Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde gözlenen olgularda akut böbrek hasarı ve pRIFLE kriterlerinin tanı ve prognozdaki önemi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2013) Ebru Özcan, Kudret; Baskın, EsraGİRİŞ: Akut böbrek hasarı (ABH) yenidoğan yoğun bakım ünitesinde sık karşılaşılan bir problem olup, mortaliteyi önemli oranda etkilemektedir. Çocuklarda ABH tanısında kullanılan kriterler standart bir hale getirilmeye calışılmaktadır. Bu amaçla pediatrik RIFLE kriterleri geliştirilmiştir. Bu çalışmada yenidoğanlarda pRIFLE kriterleri kullanılarak hastalığın şiddetinin belirlenmesi ve bu ölçütlerin prognoz ile ilişkisinin tespiti amaçlandı. HASTALAR ve METOD: Bu çalışmada Ocak 2009- Mart 2013 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde yatırılan 820 hasta retrospektif olarak incelendi. ABH tanısı almış 257 hasta çalışmaya dahil edildi. Pediatrik RIFLE (Risk=risk, Injury=hasar, Failure=yetmezlik, Loss=kayıp, End Stage Renal Disease=son dönem böbrek yetmezliği) kriterlerine göre hastalar sınıflandırıldı. SONUÇLAR: Çalışmaya alınan 257 hastanın 155’i (%60,3) erkek, 102’si (%39,7) kız olup ortalama yaşları ortalama yaşları 3,77±7,16 gün idi. Vakaların %64,2’sinin preterm, %35,8’inin term, %43’ünün 2500 g. altında olduğu görüldü. Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde yatış süreleri ortalama 37,28±33,58 gün idi. Hastaların 98’inin (%38,1) ‘Risk’, 89’u (%34,6) ‘Hasar’, 66’sı (%25,7) ‘Yetmezlik’ ve 4’ü (%1,6) ‘Kayıp’ grubuna dahil edildi. Tanı anında en sık karşılaşılan bulgu metabolik asidozdu (%64,1). pRIFLE skoru arttıkça matabolik asidoz görülme sıklığının da arttığı gösterildi. Hastaların, %66,1’i non-oligürik idi. Yetmezlik ve kayıp grubundaki hastalarda oligüri oranının daha yüksek olduğu ve oligüri varlığının ABY şiddeti ile ilişkili olduğu saptandı (p<0,001). Akut böbrek hasarı gelişen yenidoğanlarda altta yatan en sık olası risk faktörü mekanik ventilasyon ihtiyacı idi ve %64,6 oranında bulundu (p<0,001). Ayrıca mekanik ventilasyon süresi uzadıkça pRIFLE şiddet skornun arttığı görüldü. Diğer risk faktörleri sırası ile nefrotoksisite (%50,6), cerrahi nedenler (%47,9), sepsis (%44,7), asfiksi/hipoksi (%31,9), konjenital üriner anomali (%21,8) ve dehidratasyondu (%9,7). Hastaların 35’ine (%13,6) diyaliz tedavisi uygulandı. pRIFLE skoru yüksek olan hastaların diyaliz gereksinimi daha sık idi (p<0,001). Hastalarda ölüm oranı %24,1 idi. pRIFLE skoru yüksek olan hastaların ölüm oranının yüksek olduğu gösterildi 12 (p<0,001). Ölüm oranını etkileyen faktörlerin mekanik ventilasyon ihtiyacı, metabolik asidoz, nefrotoksik ajana maruziyet, oligüri/anüri, sepsis ve diyaliz gereksinimi olduğu görüldü (p<0,05). YORUM: Sonuç olarak çalişmamız yenidoğan ve prematürelerde ABY’nin sık karşılaşılan bir sorun olduğunu ve pRIFLE kriterlerinin hastalığın ciddiyeti ile ilişkili olduğunu göstermiştir. pRIFLE kriterlerinin ABY’nin erken tanisi ve prognozunu göstermede yararlı bir yol gösterici olduğu sonucuna varılmıştır. Ancak bu kriterlerin yeni yapılacak araştırmalarla yenidoğanlara özgün bir hale getirilmesinin daha yararlı olacağını ve kriterlerin güvenilirliğini artıracağını düşünmekteyiz.