Browsing by Author "Başçıl Tütüncü, Neslihan"
Now showing 1 - 9 of 9
- Results Per Page
- Sort Options
Item Asemptomatik primer hiperparatiroidi vakalarında hastalık seyrini belirleyen faktörler(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2005) Aytürk, Semra; Başçıl Tütüncü, NeslihanPrimer hiperparatiroidi (PHPT), paratiroid bezinden aşırı paratiroid hormon (PTH) salınımı sonucu gelişen hiperkalsemi ile karakterize klinik bir tablodur. Günümüzde PHPT saptanan hastaların çoğu asemptomatik seyretmektedir. PHPT’in asemptomatik alt grubunun doğal gelişimi ile ilgili veri eksikliği bulunmaktadır. PHPT öncelikle kemik metabolizmasını etkileyen bir durumdur. Bununla birlikte deneysel çalışmalar, klasik PHPT hastalarının uzun dönemde insülin direncine (ID) sahip olabileceğini, hastalık ilerledikçe, göreceli insülin yetmezliği ve aşikar diabetes mellitus (DM) geliştirebileceğini düşündürmüştür. Biz bu çalışmamızda, asemptomatik PHPT vakalarında ID’nin ve kemik metabolizma değişikliklerinin 18 aylık süre zarfındaki doğal seyrini irdelemeyi amaçladık. Polikliniğimize başvuran asemptomatik PHPT tanısı almış 61 hastada 75 g oral glukoz tolerans testi ile glukoz toleransı ve ID indeksi değerledirildi. Bu parametrelerin doğal seyri, 18 ay boyunca 6 aylık dönemlerde testler tekrarlanarak gözden geçirildi. Bu vakaların, ayrıca kemik metabolizmaları kemik mineral yoğunluklarının (KMY), zaman içinde değişimi değerlendirilerek yapıldı. Veriler sağlıklı kontrol grubu (n=80) ile karşılaştırıldı. Grupların demografik, klinik ve laboratuvar özellikleri benzer olduğu halde; asemptomatik PHPT grubunda açlık insülin düzeylerinde yükseklik (p=0.031) ve ID’de artış saptadık (p=0.035). PHPT grubundaki açlık insülin düzeyi ve ID’deki istatistiksel olarak anlamlı yükseklikler 18. ayda da devam etti ama, 0. ay değerleri ile aralarında anlamlı fark yoktu. İstatistiksel olarak anlamlı olmamakla beraber PHPT grubunda (bozulmuş açlık glukozu) IFG %11.5, kontrol grubunda IFG %9.8 idi. DM yüzdesi ise her iki grupta aynıydı. Ailede DM, IFG ve IGT bulunması yönünden hastaları sorguladık; PHPT grubunda kontrol grubuna göre anlamlı düşüklük vardı (p=0.032). Bu durumda, ailevi yatkınlık olmamasına rağmen, asemptomatik PHPT grubunda ID riskinin artmış olduğunu bulduk. Asemptomatik PHPT grubunda, 0.-18. ay PTH düzeylerini karşılaştırdığımızda anlamlı artış saptarken (p=0.043), serum Ca ve P düzeyleri ile 24 saatlik idrar Ca ve P seviyelerinde değişiklik olmadı. Altı ay aralarla yapılan KMY’na bakıldığında 18. ay sonunda, PHPT grubunda femur boyun ve trokanter yoğunluklarında istatistiksel olarak anlamlı artış (femur boyun p=0.020, femur trokanter p=0.028) saptanırken diğer bölgelerde (lumber vertebra ve radius distal 1/3) anlamlı değişiklik saptanmadı. Asemptomatik PHPT hastalarının, özellikle metabolik komplikasyonlarının belirlenmesi için uzun dönemli daha geniş araştırmalara ihtiyaç vardır ve bu araştırmaların sonucunda bir görüş birliği oluşturulup, bu grup hastaların nasıl takip ve tedavi edileceğine karar verilmesi gereklidir. Bu sorunlar yanıt buluncaya kadar, cerrahi tedavi uygulanmayıp takip edilen hastaların, sadece KMY kaybı yönünden değil, ID ve DM gelişimi yönünden de riskli grup içinde değerlendirilmesinin uygun olacağını düşünmekteyizItem Diyet yapan hastalarda vücut kompozisyonundaki seğişim ile metabolik parametrelerdeki değişim arasındaki ilişki; abdominal biyoimpedans yöntemin diğer ölçüm yöntemleri ile karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2014-04-22) Bozkuş, Yusuf; Başçıl Tütüncü, NeslihanVisseral adipoz doku (VAD) artışı, tip 2 diyabet ve koroner kalp hastalığı başta olmak üzere pek çok morbidite ile ilişkili bulunmuştur. İyi bilinen VAD göstergelerinden olan bel çevresi (BÇ) ve vücut kitle indeksi (VKİ) gibi basit antropometrik ölçümler, VAD düzeyini yansıtmada yetersiz kalmaktadır. VAD'yu ölçen en hassas yöntemler olan bilgisayarlı tomografi (BT) ve manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ise pahalı ve uygulaması zor yöntemlerdir. Ancak son yıllarda VAD değerlendirmesi için basit, non-invaziv ve biyoelektrik impedans analiz (BİA) yöntemi esasına dayanan cihazlar geliştirilmiştir. Abdominal BİA olarak bilinen bu cihaz ile yapılmış çalışmalar, daha çok gelişmiş yöntemler olan BT ve MRG ile karşılaştırıldığı çalışmalardır ve takip çalışmaları çok azdır. Bu çalışmanın temel amacı, diyet ve/veya egzersiz sonucu abdominal BİA cihazı olan AB-140 ViScan ile ölçülen parametrelerdeki değişimin, açlık kan glukozu, açlık insülin düzeyi, HOMA-IR skoru ve lipid profili gibi metabolik parametrelerdeki değişimlerle korelasyonu olup olmadığını saptamak ve abdominal BİA cihazının metabolik parametrelerdeki değişimi göstermede, basit antropometrik ölçümlere ve konvansiyonel BİA yöntemine üstün olup olmadığını saptamaktır. Çalışmaya, Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bilim Dalına kilo vermek için başvuran ve en az son bir yıldır diyet veya egzersiz yapmadığını bildiren toplam 274 birey alındı. Gönüllülerin bazal değerlendirmesinin ardından diyet tedavisi verildi ve kontrole gelen yalnızca 103 kişide ikinci değerlendirmeler yapıldı. Bireylerin vücut kompozisyon parametrelerindeki değişim ve laboratuar parametrelerindeki değişim arasındaki korelasyonlar, analiz edildi. Gönüllülerin %81,6'sı kadın (84 kişi), %18,4'ü erkek (19 kişi) bireylerden oluşmaktaydı ve hastaların ortalama yaşı, 41,8 (±10,5), ortalama VKİ, 29,9 (±5,0) kg/m2 saptandı. Gönüllülerin, ortalama 3,2 (1,9-4,4) ay diyet sonrası, ortalama 3,4 (±2,8) kg kaybettikleri gözlendi. Diyetle VKİ, BÇ, kalça çevresi, boyun çevresi, abdominal BİA ve konvansiyonel BİA ile ölçülen parametreler belirgin azalırken (p<0,001), bel/kalça oranında azalma olmadı (p=0,462). Açlık glukoz, açlık insülin, trigliserit düzeyleri ve HOMA-IR skoru belirgin azalırken (≤0,001), LDL-K düzeyinde anlamlı azalma (p=0,244) ve HDL-K düzeyinde anlamlı artış (p=0,085) olmadı. Vücut ağırlığı, VKİ ve VAD düzeyindeki ii i azalmalar ile açlık kan glukozu, açlık insülin düzeyleri ve HOMAIR skorundaki azalmalar arasında pozitif korelasyonlar saptandı (r=0,230-0,371). Bel çevresindeki azalma ile yalnızca açlık kan glukozundaki azalma arasında (r=0,212) ilişki saptanırken; bel çevresindeki azalma ile HOMA-IR skorundaki azalma arasında yalnızca 40 yaş üstü erkeklerde (0,695) korelasyon saptandı. Ayrıca VAD düzeyindeki azalma ve ATPIII kriter sayısındaki azalma arasında anlamlı ilişki (r=0,265) saptanmış olup bu ilişki VA ve VKİ ile kurulamamıştır. Korelasyonların gücünün postmenopozal kadınlarda (r=0,441-0,542) ve 40 yaş üstü erkeklerde (r=0,695-0,876) arttığı saptanmıştır VA, VKİ, AB-140 ile ölçülen VAD düzeyi ve kısmen bel çevresindeki azalmalar metabolik laboratuar parametrelerindeki değişimi göstermede öne çıkan parametreler olarak izlenmektedir. VA, VKİ ve VAD düzeyi, bel çevresine üstün görünmekle birlikte, birbirlerine belirgin üstünlükleri saptanmamıştır. Ancak VAD düzeyindeki değişimin diğerlerinden farklı olarak, ATPIII kriter sayısındaki azalmayla ilişkili bulunması bu ölçüm yönteminin avantajıdır. Kullanım kolaylığı, operatörden bağımsız olması, zararsız olması, VAD düzeyi hakkında direk fikir vermesi, HOMA-IR skoru, ATPIII kriter sayısı ve diğer metabolik parametrelerdeki değişikliklerle ilişkili olması nedenleri ile abdominal BİA cihazının diyet ve/veya egzersiz yapan hastaların takibinde diğer ölçüm parametreleri ile birlikte kullanılmasını önermekteyiz. Ancak bu durumun daha çok vaka sayısı olan, daha homojen grupların değerlendirildiği prospektif takip çalışmaları ile doğrulanması gerekmektedir.Item Fonksiyonel olmayan adrenal insidentaloma, subklinik cushing sendromu ve serum adiponektin düzeyi arasındaki ilişki"(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2007) Doğruk Ünal, Aslı; Başçıl Tütüncü, NeslihanBu çalışmada fonksiyonel olmayan adrenal insidentalomalı hastalar ile subklinik Cushing sendromu tespit edilen adrenal adenomlu hastaların serum adiponektin düzeylerini karşılaştırdık. Amacımız: 1- Artmış kardiyovasküler riske sahip olan subklinik Cushing sendromlu adrenal adenomlu hastalarda serum adiponektin düzeyinde fark olup olmadığını belirlemek, 2- Değişen bu adiponektin düzeylerinin subklinik Cushing sendromlu hastalarda kardiyovasküler risk faktörleriyle ilişkili olup olmadığını belirlemek, 3- Tanı ve takip kriterleri kesin olmayan subklinik Cushing sendromlu adrenal adenomlu hastalarda serum adiponektin düzeyinin önemini araştırmak idi. Çalışmamıza Başkent Hastanesi Endokrinoloji polikinliğine adrenal insidentaloma nedeniyle çeşitli polikinliklerden gönderilen hastalar alındı. Tüm hastalara detaylı fizik muayene yapıldı ve tıbbi öyküleri alındı. Adrenal insidentalomaların aldosteronoma ve feokromositoma açısında fonksiyonel değerlendirmesi yapıldı. Bunun dışında yine sabah 08:00’da bazal kortizol, ACTH düzeyi, açlık kan şekeri (AKŞ), insulin, lipid profili ölçüldü. Gece yarısı diurnal ritmi değerlendirmek amacıyla kortizol ölçüldü. Hastalara önce 1 mg deksametazonla supresyon yapıldı ve daha sonra kabul edenlere 3 mg ile de deksametazon supresyonu yapıldı. Laboratuar değerlendirme sonrası subklinik Cushing sendromu kabul edilen hasta grubunda açlık insulin düzeyleri ve HOMA-IR daha yüksek ve adiponektin düzeyi belirgin düşüktü (p < 0,05). Subklinik Cushing sendromu olan hastalarda adiponektin düzeyi hiçbir kardiyovasküler risk faktörü ile ilişki saptanamazken, fonksiyonel olmayan adrenal insidentalomalı grupta adiponektin düzeyi vücut yağ yüzdesi ve HDL-kolesterol ile pozitif, bel / kalça oranı, vücut yağsız kitlesi ve trigliserid seviyeleri ile negatif ilişkili bulundu. HPA aks anormallikleri için incelendiğinde adiponektin düzeyleri ile deksametazon sonrası kortizol düzeyleri arasında anlamlı ilişki bulundu. Subklinik Cushing sendromu tanısı konulan adrenal insidentalomalı hastalarda meydana gelen adiponektin düzeyindeki düşüklük metabolik parametrelerden bağımsız olarak glukokortikoid fazlalığından ileri gelebilir. Subklinik Cushing sendromu olan hastalarda serum adiponektin düzeyi, artmış kardiyovasküler riskin belirlenmesinde ve tedavi yönetiminin seçiminde iyi bir belirleyici gibi görünmemektedir.Item Hipotiroidili hastalarda serum aktif ghrelin seviyeleri(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2008) Kulaksızoğlu, Mustafa; Başçıl Tütüncü, NeslihanItem Karaciğer transplantasyonuna hazırlanan sirotik hastalarda glukoz metabolizmasındaki değişiklilerin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2008) Bora, Feyza; Başçıl Tütüncü, NeslihanBozulmuş glukoz toleransı sirotik hastalarda sık görülen, hastalık sürecince diabetes mellitusa dönüşebilen bir metabolik sorundur. Sirozun kendi kötü gidişatından dolayı komplikasyonları Tip 2 diyabetik hastalara kıyasla çok daha azdır. Açlık kan şekeriyle tanısı tam konulamamaktadır. Bu nedenle tanı amaçlı oral glukoz tolerans testi (OGTT) yapılması gerekmektedir. OGTT’nin sirotik hastalarda rutin muayenede kullanılmasını öneren yayınlar da vardır. Çalışmamızın amacı karaciğer transplantasyonuna aday hastalarda glukoz metabolizmasındaki değişiklikleri tespit edip, bu durumların hastanın klinik, laboratuar ve etiyolojisiyle ilgili olup olmadığını araştırmaktır. Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi Gastroenteroloji polikliniğine transplantasyon amaçlı başvuran, daha öncesinde diabetes mellitus tanısı olmayan, spontan bakteriyel peritonit veya aktif enfeksiyonu olmayan, karbonhidrat metabolizmasını bozacak diüretik veya beta blokör ilaçları en az 48 saat almayan, son bir yılda kilo değişimi olmayan, sağlıklı görünüşlü, biyopsi ve/veya radyolojik ve laboratuar olarak siroz tanısı alan 20 karaciğer sirozlu hasta ve Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi Dahiliye polikliniğine başvuran 20 kontrol grubu alındı. Bu kişilere OGTT de glukozla eş zamanlı insulinler de bakıldı. Karaciğer sirozlu hastaların transplantasyon öncesi rutin biyokimyasal tetkikleri de değerlendirildi. Imparied glucose tolerance is a metabolic issue which is often appeared in cirrhotic patients and transformes to diabetes mellitus during the illness. When it is compared with type 2 diabetic patients the complications of cirrhosis are much more less because of its unpleasened process. The fasting glucose level isn’t enough to diagnose glucose intolerance exactly. Therefore, it is necessary to make oral glucose tolerance test (OGTT) in order to diagnose.There are also articles which suggest that OGTT should be used in cirrhotic patients during routine examination. The aim of our study, by determining the varieties in glucose metabolism in candidate hepatic transplantation patients, is to search whether these situations are related to patients’ clinics, laboratories, etiologies. 20 cirrhotic patients who have apply to Baskent University Ankara Hospital Gastroenterology outpatients clinic for transplantation; are not diagnosed diabetus mellitus previously, has no spontoneus bacterial peritonitis or active infection, have healthy appearance, whose weight hasn’t changed within the one year, diagnosed cirrhosis with biopsies and/or radiologic and laboratory and 20 healthy control patients who have applied to Başkent University Ankara Hospital Internal Medicine Polyclinic are included. Both glucose and insulin of these patients are measued simultaneously in OGTT. Routine biochemical scrutinies of cirrhotic patients before transplantation are also evaluated.Item Ötiroid tiroid patolojilerinde metabolik parametreler ve vücut yağ dağılımı(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2012) Mousa (Maraşuna), Umut; Başçıl Tütüncü, NeslihanTiroid fonksiyonları ile obezite ve metabolik sendrom arasındaki ilişki literatürde çok araştırılan ve hergün yeni bilgilerin öğrenildiği bir konudur. Tiroid fonksiyonlarının obezite ile olan ilişkisini hipotiroksineminin etkisinden çok insülin direncine ve vücut yağ yüzdesine bağlayan yayınlar da bulunmaktadır. Bu çalışmanın amaçları 1) TSH düzeyi ile beden kütle indeksi, bel çevresi, boyun çevresi, kalça çevresi, bel-kalça oranı, visseral yağ düzeyi, karın yağı yüzdesi, yağ yüzdesi, trigliserid düzeyi, HDL düzeyi, insulin düzeyi, HOMA IR ve açlık kan şekeri arasında korelasyon analizi yapmak; 2) Hashimoto tiroiditi, benign noduler guatr ve sosyodemografik özelliklere göre eşleştirilmiş tiroid patolojisi saptanmayan bir kontrol grubunda bu antropometrik ölçümleri ve metabolik sendrom komponentlerini karşılaştırmak ayrıca her üç grupta metabolik sendrom prevelanslarını karşılaştırmak; 3)Nodüllü ve nodülsüz hashimoto tiroiditi vakalarını, levotiroksin kullanan ve kullanmayan Hashimoto tiroiditi vakalarını ayrıca tek nodüllü ve çok nodüllü benign noduler guatr vakalarını bu parametreler açısından karşılaştırmaktır. Çalışmaya Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi ve Ümitköy semt polikliniklerine başvuran 110 tiroid patolojisi saptanmayan, 99 Hashimoto tiroiditi olan ve 92 benign noduler guatr olan toplam 301 gönüllü dahil edildi. Üç grupta metabolik sendrom prevelansları, antropometrik ve metabolik parametreler benzer saptandı. TSH ile insulin düzeyi, AKŞ, HOMA IR ve BKİ arasında pozitif korelasyon saptandı (r=0,28: p<0,001; r=0,27; p<0,05: r=0,32; p<0,001: r=0,13; p<0,05 sırası ile) Hashimoto tiroiditi olgularında TSH düzeyi 3-5 μIU/ml arası olanların insulin düzeyleri, HOMA IR, visseral yağlanma düzeyleri, ve trigliserid düzeyleri, TSH düzeyi <3 μIU/ml olanlara göre anlamlı şekilde yüksek saptanıp HDL düzeyleri daha düşük saptandı (p<0,05 tüm parametreler için). Tiroid otoimmunitesi olmayan ve TSH düzeyi 3-5 μIU/ml olan olgularda da metabolik sendrom prevelansı TSH düzeyi <3 μIU/ml olan olgulara göre daha yüksek saptandı. Hashimoto tiroiditi olgularında TSH düzeyinin hangi aralıkta tutulması gerektiği de bir tartışma konusudur. Bu çalışmada metabolik riskin TSH 3 μIU/ml üzerinde olan olgularda daha fazla olmasından dolayı sınır bu düzeylerde kabul edilebilir. Ancak bu bulgu başka çalışmalarda da doğrulanmalıdır. Bu olgularda TSH düzeyinin düşmesiyle metabolik riskin düzelip düzelmeyeceği prospektif çalışmalarla doğrulanması gerekmektedir.Item Primer hipotiroidizm ve subklinik hipotiroidizmde serum total antioksidan kapasite ve lipid peroksidasyon belirteci malondialdehid (MDA) düzeyleri(2008) Torun, Ayşe Nur; Başçıl Tütüncü, NeslihanVücutta serbest oksijen radikallerinin (SOR) başlıca üretim yeri mitokondridir. SOR lipid, karbonhidrat ve proteinler gibi hücre yapıtaşlarının oksidasyonuyla organ fonksiyon bozukluklarına yol açabilir. Normal şartlarda bir yandan SOR oluşurken, bir yandan da antioksidan sistemler tarafından ortadan kaldırılır. Oksidatif stres, SOR’nin oluşumunda artış ya da antioksidan savunmanın yetersizliğinin bir sonucu olabilir. Tiroid hormonlarının mitokondriyal oksijen tüketimi üzerinde önemli etkileri olduğu bilinmektedir. Ancak hipotiroidizmde oksidatif stresin artıp artmadığı ile ilgili veriler çelişkilidir. Subklinik hipotiroidizmde ise oksidatif stresle ilişkili veriler çok daha azdır. Serum total antioksidan status (TAS), antioksidan sistemlerin bütünü konusunda bilgi veren bir parametredir. Malondialdehid (MDA) ise bir lipid peroksidasyon belirteci olup, oksidatif strese bağlı peroksidasyonun değerlendirilmesinde kullanılmaktadır. Bu çalışmanın amacı hipotiroidizm ve subklinik hipotiroidizmde, sağlıklı kontrollerle karşılaştırıldığında serum TAS ve MDA düzeylerinin nasıl etkilendiğini göstermektir. Çalışmaya 20 hipotiroid, 40 subklinik hipotiroid ve 40 sağlıklı kontrol alınmıştır. Hastaların serum TAS, MDA, lipid profili ve C- reaktif protein düzeyleri çalışılmıştır. Çalışmamızda hem hipotiroid hem de subklinik hipotiroid grupta MDA yüksek bulunurken, TAS düzeyi her üç grupta da benzer bulunmuştur. Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında hipotiroid grupta LDL kolesterol ve trigliserit düzeyleri, subklinik hipotiroid grupta ise LDL düzeyi yüksek bulunmuştur. MDA ile total kolesterol, LDL kolesterol ve trigliserit düzeyleri arasında pozitif korelasyon saptanmıştır. Bu sonuçlar hem hipotiroidizm hem de subklinik hipotiroidizmde oksidatif stresin arttığını gösterirken, oksidatif ürünleri dengelemekte yetersiz kalan antioksidan sistemin tek başına bundan sorumlu olmayabileceğini, değişen lipid metabolizmasının oksidatif strese katkıda bulunan bir faktör olabileceğini göstermiştir. Mitochondria is the main production site of free oxygen radicals. These oxygen species may lead to organ dysfunctions by oxidation of macromolecules such as carbonhydrate, lipid and proteins. Oxygen species are produced during the course of normal physiology, while the antioxidants eliminate them. An oxidative stres may be a result of either overproduction of these species, or failure of the antioxidant defence systems. Thyroid hormones have well known effects on the mitochondrial oxygen consumption. There is challenging data about how does hypothyroidism effect the oxidative stress. There is only a few data about the oxidative stress in subclinical hypothyroidism. Serum total antioxidant status (TAS) is a parameter which give information about all of the antioxidants. Malondialdehide (MDA) is a lipid peroxidation marker which used to assess the lipid peroxidation due to an increased oxidative stress. In this study we aimed to find out how do hypothyroidism and subclinical hypothyroidism effect serum MDA and TAS. Hypothyroid 20, subclinical hypothyroid 40 and healthy 40 subjects were included in the study. Serum TAS, MDA, C-reactive protein levels and lipid compositions were studied. MDA was elevated in both hypothyroid and subclinical hypothyroid patients. TAS levels were not comparable. LDL cholesterol levels were signifficantly high in both hypothyroid and subclinical hypothyroid patients, while triglyceride levels were high in only hypothyroid patients when compared with the controls. There was a positive correlation between MDA and LDL cholesterol, total cholesterol and triglyceride levels. These results suggest that, there is an increased oxidative stress in both states of hypothyroid and subclinical hypothyroidism, which can be explained by both the insufficent increase in the antioxidant status and the altered lipid meatbolism in these cases.Item Statinlerin troid morfolojisi otoimmunite ve fonksiyonları üzerine etkileri(Başkent Ünversitesi sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2014-04-08) Çiçek Demir, Canan; Başçıl Tütüncü, NeslihanHiperlipidemi tedavisinde birincil ilaç olarak kullanılan statinler, hepatik kolesterol oluşumunda hız kısıtlayıcı basamak olan 3-hidroksi-3-metilglutaril-koenzim A (HMG-Ko A) enziminin yarışmalı inhibitörüdürler. Statinlerin koroner arter hastalığında, primer ve sekonder korunmada yararlılığı pek çok çalışmada gösterilmiştir. Bu temel etkinin dışında, statinlerin pleiotropik etkiler olarak adlandırılan bir çok dokuda gözlemlenen lipid dışı etkileri vardır. Bu çalışmada, statinlerin tiroid hücre serilerinde in vitro olarak gözlemlenen antiproliferatif etkilerinin klinik olarak tiroid fonksiyon, otoimmunite, volüm, nodül varlığı ve boyutu üzerine etkilerini prospektif olarak araştırmayı amaçladık. Etik kurul ve hasta onayları alındıktan sonra, hiperlipidemi nedeniyle ilk kez statin tedavisi başlanacak hastalar ile sadece tedavi amaçlı yaşam tarzı değişikliği ve diyet tedavisi alacak hastaların tedavisini planlamada NCEP ATP III kriterleri kullanıldı. Çalışmaya toplam 101 hasta dahil edildi. Statin tedavisi kolunda atorvastatin (10-20mg) ve rosuvastatin (10-20mg) verildi. Statin tedavisi grubunda 69 hasta, kontrol grubunda 32 hasta mevcuttu. Tüm hastalar tedavi başlangıcında ve 6. ayda lipid profili, TSH, anti TPO, anti Tg ve tiroid USG ile değerlendirildi. Altıncı ay kontrolünde TSH ve tiroid otoantikorları ile statin kullanımı arasında ilişki saptanmadı. Tiroid volümleri değerlendirildiğinde, Rosuvastatin 20mg verilen grupta total volümde azalma ve Atorvastatin verilen grupta tiroid sol lob volümünde azalma istatistiki olarak anlamlı bulundu (p<0.05). Nodül çapları açısından gruplar değerlendirildiğinde, Rosuvastatin 10mg grubunda maksimum nodül çapında azalma istatistiki olarak anlamlı bulundu (p<0.05). Nodül sayısında statin grubu ile kontrol grubu arasında 6. ay kontrolünde değişiklik saptanmadı. Sonuç olarak statin verilen tedavi alt gruplarında (Rosuvastatin 20mg, atorvastatin 20mg, rosuvastatin 10mg) tiroid bezi total volüm, lob volümü ve nodül çapı açısından anlamlı olarak azalma gözlendi. Sonuçlar, tiroid bezi üzerinde statinlerin invitro çalışmalarda gösterilen antiproliferatif etkilerini gösteren literatür verileri ile uyumlu bulundu. Elde ettiğimiz sonuçlar çalışmamızın, konu ile ilgili yapılan ilk prospektif çalışma olması açısından önemlidir.Item β-Hücre golgi cisimciliğinin glukolipotoksisiteye stres yanıtı(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2019) Başçıl Tütüncü, Neslihan; Ataç, F. BelginTip 2 Diabetes Mellitus (Tip2DM) etyopatogenezinde genetik ve çevresel faktörlerin rol oynadığı önemli bir hastalıktır. Tip2DM ortaya çıkması için pankreas β-hücre sayısında ve/veya fonksiyonunda yetersizlik gelişmesi gerekmektedir. β-hücre kaybına neden olan en önemli faktör glukolipotoksisite ve buna bağlı gelişen endoplazmik retikulum stresidir. β- hücre gibi sekretuvar hücrelerde, endoplazmik retikuluma yansıyan her stresin Golgi cisimciğinde de hissedilmesi beklenmektedir. Endoplazmik retikulumdan gelen sekretuvar proteinlerin ileri modifikasyonu, veziküler transportu ve sekresyonunu sürdürebilmek için Golgi cisimciğinde de adaptif veya maladaptif moleküler değişikliklerin gerçekleşmesi tahmin edilmektedir. Daha önce yapılmış çalışmalarda, Golgi cisimciğinde fonksiyon kaybına neden olan toksik kimyasalların (Brefeldin A, Golgicide A, vb) bu organeli strese sokarak bir takım adaptif stres cevabı başlattıkları ve bu süreçte spesifik birtakım proteinlerin (ARF4, CREB3/TFE ve HSP 47 gibi) ifadelenmesinin ve/veya aktivitesinin arttığı gösterilmiştir. Bu kapsamda bu çalışmada INS-1E rat β-hücre hattı kullanarak hücrelerde palmitat, glukoz ve glukoz +palmitat ile lipotoksisite/glukotoksisite/glukolipotoksisite oluşturarak Golgi stresi yaratıldı. MTT testi ile hücrelerin canlılık oranları bakıldı. Daha sonra metabolik stres altındaki hücrelerde literatürde tanımlanmış stres proteinlerinin transkript düzeyinde ifadelenmesi incelendi. Her koşulda 8.,16., 24. ve 48. saatlerde Golgi cisimciği yapısal genlerinin, glikozilasyon genlerinin, ARF1, HSP47, CREB3 ve ARF4 genlerinin ifadelenme kat artışı değerlendirildi. Sonuç olarak bu çalışmada INS-1E rat β-hücrelerinde lipotoksisite/glukotoksisite/glukolipotoksisite sonrası ilk saatlerde Golgi cisimciği glikozilasyon enzimlerinden st3gal1 ifadelenmesinin ve golcisidlere cevapta önemli rol aldığı bilinen HSP47 (Serpin1)’in ifadelenmesinin arttığı tesbit edilmiştir. Metabolik toksik ortam uygulamasının 48.saatinde yani hücre canlılığının azaldığı geç saatlerde, CREB3 ifadelenmesinin anlamlı olarak arttığı gösterilmiştir. Bu çalışma literatürde β-hücrelerinde glukolipotoksisitenin golgi cisimciğine etkilerini irdeleyen ilk çalışmadır. Çalışmamızın daha ileri çalışmalara ışık tutacağı düşünülmektedir. Type 2 Diabetes Mellitus is an important disease with diverse polygenetic and enviromental factors in etiopathogenesis. Over the past decades, the central role of pancreatic β-cell dysfunction and loss have become increasingly appreciated. Glucolipotoxicity and its contribution to endoplasmic reticulum stress has been postulated to the worsening β-cell function and survival. In cells with high capacity of secretory function, work load on ER is assumed to be reflected to Golgi apparatus. Factors leading to ER stress is expected to converge adaptive and/or maladaptive changes in Golgi structural proteins, enzymes and secretory function. In this regard, there are documented Golgi stress proteins (TFE , HSP 47 CREB3/Luman, and ARF4,) of which genetic expression and/or activity have been increased after derangement of Golgi function with golcisides like Brefeldin A, Golciside A etc. We hypothesized that glucolipotoxicity in diabetes can trigger a Golgi stress response in pancreatic β-cells. In order to test a Golgi stress response in β-cells of a diabetic metabolic millue, we tried to create lipotoxicity/glucotoxcitiy/glucolipotoxicity in INS-1E rat β-cells with palmitic acid, glucose and both together and investigated the expression of the genes documented as Golgi stress proteins before in the literature. In this context palmitic acid, glucose and both together were applied to INS-1E rat β-cells and analysed at 8th, 16th, 24th and 48th hours. MTT assay was used for cell viability analysis. Expression rates of Golgi structural proteins, Golgi glycosylation enzymes, ARF1, HSP47, CREB3 ve ARF4 proteins were measured in all experimental conditions. In our study we determined an increase in expression levels of Golgi glycosylation enzyme stgal1 and HSP47 in the 8th hour of all experimental conditions. In the 48th hour, when the viability of most cells were lost, expression rate of CREB3 was found to be increased. Our study is the first one in English literature which investigated Golgi stress response in β- cells under lipotoxicity/glucotoxicity/glucolipotoxicity. HSP47 and CREB3 were found to be important mediators of Golgi stress response in β-cells under metabolic stress. In this regard, this study will form basis for further studies dealing with Golgi stress in diabetes mellitus.