Browsing by Author "Uçkan, Sina"
Now showing 1 - 5 of 5
- Results Per Page
- Sort Options
Item Bukkal segment distalizasyonunda zigoma ankrajı ve ağız dışı ankraj uygulamarının karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2007) Kaya, Burçak; Uçkan, SinaBu tez çalışması bukkal segment distalizasyonunda zigoma ankraj sisteminin iskeletsel, dentoalveoler ve yumuşak dokular üzerindeki etkilerinin incelenmesi ve bu etkilerin servikal headgear ankrajıyla karşılaştırılması amacıyla yürütülmüştür. Dişsel Sınıf II posterior ilişki, iskeletsel Sınıf I veya II sagital ilişkiye sahip hastalar çalışmaya dahil edilmiştir. Ayrıca araştırmaya alınmak için düşük açılı veya normal vertikal büyüme paterni, tüm daimi dişlerin varlığı, maksiller dental arkta çapraşıklık ve/veya artmış overjet, mandibuler dental arkta çok az yer darlığı olması veya hiç olmaması, normal veya artmış overbite, tam sürmüş maksiller ikinci molarlar gibi kriterler de aranmıştır. Bu kriterleri sağlayan 30 hasta 2 gruba ayrılmıştır. Distalizasyon başlangıcında ortalama yaşları 14.74 yıl olan 15 hastadan oluşan birinci grupta, zigoma ankraj sistemi ile bukkal segment distalizasyonu yapılmıştır. Zigoma plağından birinci premolar braketinin mezialindeki sıkıştırılabilir ark teli kuvvet çengeline uzanan nikel-titanyum kapalı sarmal yaylar ile, her iki tarafta 450 gram distalizasyon kuvveti uygulanmıştır. Distalizasyon başlangıcında ortalama yaşları 15.26 yıl olan 15 hastadan oluşan ikinci grupta, servikal headgear ile bukkal segment distalizasyonu yapılmıştır. Dış kolu başlangıçta okluzal düzleme paralel olan ve bukkal segmentte özellikle kanin ve birinci premolarlar arasında diastemalar açıldıktan sonra 10-15° yukarı açılandırılan yüz arkı kullanılarak her iki tarafta 450 gram distalizasyon kuvveti uygulanmıştır. Hastalardan headgearlerini günde en az 20 saat kullanmaları istenmiştir. Bütün hastalarda sınıf II bukkal ilişki başarıyla düzeltilip Sınıf I bukkal ilişki sağlanmıştır. Bukkal segment distalizasyonunun ortalama süresi zigoma ankraj grubunda 9.03 ± 0.62 ay, servikal headgear grubunda 9.00 ± 0.76 ay olarak ölçülmüş, gruplar arasında fark bulunmamıştır. Tedavi gruplarında oluşan değişiklikleri belirlemek için lateral sefalometrik filmler üzerinde 43, alçı modeller üzerinde 6 parametre ölçülmüştür. Normal dağılım gösteren ve homojen varyanslı olup tekrarlı ölçüm içeren grup ortalamaları İki Faktörlü Tekrarlı Ölçümler Varyans Analizi ve Bonferroni düzeltmeli t testi ile, yaş ve tedavi süresi parametrelerinin grup ortalamaları ise Student t testi ile karşılaştırılmıştır. Normal dağılıma uymayan veya heterojen varyanslı olan grup ortalamalarının karşılaştırılmasında ise bağımsız gruplar için Mann Whitney U testi, bağımlı gruplar için ise Wilcoxon testi kullanılmıştır. Bukkal segment distalizasyonuna bağlı olarak her iki tedavi grubunda da, ‘A’ noktası geriye gitmiş, mandibula posterior rotasyon yapmış, ön yüz yükseklikleri artmıştır. Her iki grupta da maksiller posterior dişlerde p<0.001 düzeyinde önemli miktarda distalizasyon sağlanmıştır. Bunun yanısıra, zigoma ankraj grubundaki premolarlar dışında, her iki grupta da tüm maksiller posterior dişlerde distale devrilme görülmüştür. Zigoma ankraj grubunda maksiller posterior dişlerde vertikal hareket görülmezken, servikal headgear grubunda premolarlarda ekstrüzyon gözlenmiştir. Her iki grupta da maksiller keserler retrüze olmuş ve overjet azalmıştır. Overbite yalnızca servikal headgear grubunda azalmıştır. Alt ve üst dudaklarda her iki grupta da belirgin retrüzyon saptanmıştır. Bütün maksiller posterior dişlerde distobukkal rotasyona rastlanmış, ancak zigoma ankraj grubunda özellikle premolarlardaki rotasyon daha belirgin bulunmuştur. Zigoma ankraj sistemi ile hiç bir ağız dışı aygıt kullanmadan, servikal headgear ile benzer sonuçlar elde edilebildiği ve Sınıf II ilişkinin düzeltilebildiği gösterilmiştir.Item Lokalize alveoler defektlerin intraoral otojen onley kemik greftleri ile onarımında tünel ve krestal insizyon tekniklerinin karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2014) Altıparmak, Nur; Uçkan, Sinau çalışmanın amacı; krestal ve tünel olmak üzere iki farklı insizyon tekniği kullanılarak hazırlanan alıcı bölgelerde meydana gelen komplikasyon oranlarının karşılaştırılmasıdır. u amaçla 2013 şubat -2014 ocak tarihleri arasında aşkent Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Ağız Diş ve Çene Cerrahisi kliniğine implant yaptırmak için başvuran ve alveoler kret atrofisi olan, 24-65 yaş aralığındaki gönüllü hastalar, cinsiyet ayırımı gözetilmeksizin çalışmaya dahil edilmiştir. Çalışmaya dahil edilecek hastalar, ardışık olarak krestal insizyon tekniği ve tünel insizyon tekniği kullanılarak opere edilmiştir. Verici saha olarak mandibuler ramus veya simfiz bölgeleri kullanılmıştır. Kemik greftinin alınacağı bölgenin seçiminde; alıcı bölgenin lokalizasyonu, ihtiyaç olunan kemiğin kalite-kantititesi ve oluşabilecek cerrahi komplikasyonlar göz önünde bulundurulmuştur. Krestal ve Tünel gruplarında gerçekleştirilen ogmentasyon prosedürlerinin tamamında verici saha olarak mandibular ramus veya simfiz tercih edilmiştir. Otojen blok kemik greftleri, piezoelektrik cerrahi cihazı ile elde edilmiş ve alıcı sahaya iki vida (Syntess) ile fikse edilmiştir. lok kemik greftlerinin üzerinde trombositten zengin fibrin (TZF) membran olarak kullanılmıştır. 6 aylık bekleme süreci sonunda implant cerrahileri gerçekleştirilmiştir. Her iki grupta gerçekleştirilen operasyonlarda ve takip seanslarında minor komplikasyonlar (geçici parestezi, ılımlı enfeksiyon, greftte minor açılma), major komplikasyonlar (greftte major açılma, kalıcı parestezi, greft kaybına neden olan enfeksiyon), ameliyat süresi, Visual Analog Scala (VAS) parametreleri değerlendirilmiştir. vi Tünel grubunda; 33 hastada 5‟i bilateral olmak üzere 27 horizontal ve 11 vertikal ogmentasyon yapılmıştır. 38 ogmentasyon prosedürünün 16‟sında ramus, 22‟sinde simfiz verici saha olarak kullanılmıştır. Ogmentasyon yapılan 37 bölgeye, çapları 3.3, 4.1 ve 4.8 mm, uzunlukları 10 ve 12 mm olan toplam 59 implant (Straumann) yerleştirilmiştir Krestal grubunda; 35 hastada 2‟si bilateral olmak üzere 27 horizontal ve 10 vertikal ogmentasyon yapılmıştır. Ogmentasyon yapılan 34 bölgeye çapları 3.3, 4.1 ve 4.8 mm, uzunlukları 8, 10 ve 12 mm olan toplam 61 implant yerleştirilmiştir. Tünel grubunda; ogmente edilen 38 alıcı sahadan 4‟ünde minor açıklık meydana gelmiştir. Alıcı sahalardan 1‟inde meydana gelen major açıklık ve enfeksiyona bağlı olarak greft kaybedilmiştir. Krestal grubunda; ogmente edilen 37 alıcı sahadan 12‟sinde minör, 3‟ünde major açıklık meydana gelmiştir. 6 aylık izlem sonucunda, Tünel grubuna göre Krestal grubunda minör açılma sıklığı istatistiksel anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur (p<0,001). 6 aylık izlem sonucunda, Krestal ve Tunel grupları arasında; ılımlı enfeksiyon, major açılma, greft kaybına neden olan enfeksiyon, ciltte ve mukozada parestezi, komşu dişte dişeti çekilmesi görülme sıklıkları istatistiksel olarak benzer bulunmuştur. Sonuç olarak; tünel insizyon tekniği ile hazırlanan alıcı sahalarda, otojen kemik greftleri ile ogmentasyon prosedürlerinin en sık karşılaşılan komplikasyonu olarak bildirilen insizyon hattındaki açıklık oranının anlamlı olarak daha az meydana gelmiş olması, minimal invaziv tünel tekniğinin sık kullanılan krestal insizyon tekniğine alternatif olarak kullanılabileceği görülmüştür.Item Lökosit ve trombositten zengin fibrin uygulamasının serbest dişeti grefti verici bölge iyileşmesi üzerine etkilerinin değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2014) Gülsever, Serap; Uçkan, SinaSerbest dişeti grefti (SDG) operasyonu yapışık dişeti genişliğini arttırmak amacıyla en sık uygulanan cerrahi prosedürlerden biridir. Bu operasyon sırasında en çok tercih edilen verici bölge palatinal mukozadır ve rapor edilen postoperatif komplikasyonlar genellikle verici bölge ile ilgilidir. Greftin alındığı palatinal bölge sekonder iyileşmeye bırakıldığından; yara iyileşmesinin gecikmesi, kanama süresinin uzaması ve şiddetli ağrı gibi problemlerle sık karşılaşılmaktadır. Yüksek kontsantrasyonda otojen büyüme faktörü içeren lökosit ve trombositten zengin fibrinin (L-TZF) yumuşak doku iyileşmesini hızlandırdığı düşünülmektedir. Literatürde L-TZF’nin yara örtücü bir membran olarak kullanımı ile ilgili sadece birkaç vaka örneği bulunmaktadır. Bu çalışmanın amacı; SDG alındıktan sonra palatinal verici bölgeye yerleştirilip sütüre edilen L-TZF membranın yara iyileşmesi, hemostaz ve ağrı kontrolündeki etkinliğinin değerlendirilmesidir. Bu amaçla yapışık dişeti yetersizliği olan, 26 gönüllü erişkin hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Çalışmaya dahil edilen hastalarda yapışık dişeti miktarını arttırmak için SDG operasyonu uygulanmış ve verici bölge olarak palatinal mukoza kullanılmıştır. Hastalar her grupta 13 hasta olmak üzere rastgele çalışma veya kontrol grubuna dahil edilmiştir. SDG alındıktan sonra, çalışma grubuna dahil edilen hastalarda verici bölgeye L-TZF yerleştirilip sütüre edilmiş, kontrol grubuna dahil edilen hastalarda ise verici bölge konvansiyonel olarak sekonder iyileşmeye bırakılmıştır. Hastalar operasyonu takiben 1., 3., 5., 7., günlerde ve 2., 3., 4., 5., 6. haftalarda takip edilmiştir. Palatinal donör saha ile ilgili ağrı, yanma hissi, kanama gibi komplikasyonlar değerlendirilerek kaydedilmiştir. Yara iyileşmesi ise hem görsel olarak hem de dijital görüntü analizi ile fotometrik olarak değerlendirilmiştir. vii Damaktaki ağrı ve yanma hissi düzeyleri ilk 2 hafta boyunca çalışma grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel anlamlı olarak daha düşük bulunmuştur (p<0,001). Verici bölgede meydana gelen postoperatif kanama operasyondan sonraki 1. ve 3. günlerde çalışma grubunda istatistiksel anlamlı olarak daha düşük bulunmuştur (p<0,001). Verici bölgenin çevre sağlıklı doku ile olan renk uyumu postoperatif 1., 3. ve 6. haftalarda çalışma grubunda istatistiksel anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur (p<0,001). Yara iyileşmesinin makroskobik değerlendirmesine göre klinik iyileşme indeksi skorları 3. ve 4. haftalarda çalışma grubunda istatistiksel anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur (p<0,001). Fotometrik değerlendirme sonuçlarına göre; verici bölge yara yüzey alanı çalışma ve kontrol gruplarında zamanla anlamlı şekilde azalmıştır. 3. gün ve 1., 2., 3., 4. haftalarda yara yüzey alanında başlangıca göre meydana gelen küçülme oranlarının, çalışma grubunda istatistiksel anlamlı olarak daha fazla olduğu görülmüştür (p<0,001). Sonuç olarak; L-TZF, palatinal donör sahada yara iyileşmesini hızlandırıp, postoperatif kanama ve ağrı şiddetini azaltarak SDG prosedüründe daha başarılı klinik sonuçlar elde edilmesine katkıda bulunmuştur. L-TZF’nin yara iyileşmesini hızlandırıcı ve postoperatif hasta konforunu arttırıcı etkilerinden dolayı oral mukozadaki açık yara yüzeylerine uygulanması etkili bir yaklaşım olabilir. Free gingival grafting (FGG) is one of the most common surgical procedures used to increase width of attached gingiva. Hard palate has been the primary source of donor tissue in FGG procedures and most of the documented postoperative complications are associated with the donor site. The palatal donor sites heal with secondary intention so delay in wound healing, bleeding time prolongation and severe pain are common problems with these operations. Leukocyte and platelet rich fibrin (L-PRF), containing high concentrations of autologous growth factors has been thought to accelerate soft tissue healing. In the literature there are only a few case reports associated with using of L-PRF as a membrane to cover the donor site. The aim of this study was to evaluate the efficacy of L-PRF membrane application to to the palatal donor site on wound healing, hemostasis and pain control after free gingival graft harvesting. Twenty-six adult volunteer patients with insufficient attached gingiva were included in this study. The patients to be included in the study were treated with FGG procedure in order to improve inadequate attached gingiva and FGG was harvested from the palatal mucosa. Patients were randomly assigned (13 per group) to the experimental or control groups. In the experimental group, LPRF membrane was applied and sutured to the donor sites whereas in the control group donor sites were allowed to heal with secondary intention in a conventional way without L-PRF membrane after harvesting of FGG. Patients were observed at 1th, 3rd, 5th, 7th days and 2nd, 3rd, 4th, 5th and 6th weeks postoperatively. Complications such as pain, burning sensation, hemorrhage were evaluated and recorded. Wound healing was assessed visually and also photometrically by digital image analysis. ix Palatinal pain and burning sensation levels were statistically significantly lower in the experimental group than in the control group during postoperative two weeks (p<0,001). Postoperative hemorrhage in the donor site was significantly lower in the experimental group at 1. and 3. days (p<0,001). Color match of the donor site with the surrounding normal tissue was significantly higher in the experimental group at 1., 3. and 6. weeks postoperatively (p<0,001). The clinical healing index scores obtained according to the macroscopically evaluation of wound healing were significantly higher in the experimental group at 3rd and 4th weeks postoperatively (p<0,001). According to the photometric evaluations, donor site wound surface area decreased significantly with time in the experimental and control groups. Wound surface area reduction from baseline was significantly higher in the experimental group at 3rd day and 1st, 2nd, 3rd, 4th weeks postoperatively (p<0,001). Based on the results of this study; L-PRF provided additional clinical benefits in the SDG procedures by accelerating wound healing at the palatal donor site, reducing postoperative hemorrhage and pain levels. The application of L-PRF membrane may be an efficacious approach to protect the raw oral mucosal wound areas by reducing healing time and postoperative patient discomfort.Item Mandibula angulus kırıklarında farklı kırık tiplerinin pitanyum plak ve vida Fiksasyonunun stabilitesine etkisinin sonlu elemanlar analiziyle incelenmesi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2011) Deniz, Kağan; Uçkan, SinaMandibula angulus kırıkları tüm mandibula kırıklarının içinde en yaygın görülen kırık tiplerinden biridir. Bu bölgede meydana gelen kırıklar oluşan kırık hattının yönüne ve kırık segmentler üzerinde etkili kas kuvvetlerine bağlı olarak uygun olan ve uygun olmayan kırık olarak sınıflandırılır. Uygun olan ve uygun olmayan her iki angulus kırığında en sık kullanılan tedavi yöntemi Champy tarafından biyomekanik prensiplerle tarif edilen mandibula eksternal oblik hat üzerine yerleştirilen miniplak ve vidalarla yapılan rijit internal fiksasyondur. Bu çalışmanın amacı horizontal yönde uygun olan ve uygun olmayan kırıklarda miniplak, vidalar ve kemik üzerine gelen mekanik stresler değerlendirmektir. İki boyutlu bilgisayarlı tomografi ile 1 mm kesitler alınarak oluşturulan insan modelinden elde edilen verilerden mandibulanın üç boyutlu sonlu elemanlı modeli oluşturulmuştur. Bu modelden horizontal yönde uygun olan ve uygun olmayan kırık modelleri oluşturulup, mini plak ve vidalarla fiksayonları yapılmış ve modellere 200 N vertikal molar çiğneme kuvveti uygulanmıştır. Mini plak, vidalar ve kemik üzerine gelen stres değerleri değerlendirilmiş, uygun olan ve uygun olmayan kırıklarda karşılaştırılmıştır. Uygun olan kırık modelinde kemiğin ve miniplak vida sisteminin üzerindeki stres değerleri uygun olmayan kırığa göre daha fazla bulunmuştur. En yüksek stres değerleri uygun olan kırıkta plağın proksimal kemiğe yakın kısmında ve proksimal kemikteki distal vidada oluşmuştur. Sonuç olarak uygun olan ve uygun olmayan kırıktaki miniplak ve vidalar üstündeki mekanik stres karşılaştırıldığında uygun olmayan kırığın aleyhinde bulgular elde edilmemiştir.Item Ratlarda 4-Nitroquinoline 1-Oxide ‘in tetiklediği dil yassı hücreli karsinomasının oluşumuna ve gelişimine propranololun etkisi(Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2014) Çubuk, Seçil; Uçkan, SinaOral kavite karsinomaları en sık görülen neoplazmlardandır. Oral kanserlerin tedavisine yönelik pekçok çalışma yapılmış olmasına ragmen son 4-5 yıllık dekatta hastaların sağkalım oranında önemli bir değişiklik elde edilememiştir. Hastalığın kompleks tedavi yöntemleri, yüksek mortalite ve morbidite oranları göz önünde bulundurulduğunda karsinogenezis sürecinin latent dönemini uzatan kimyasal korunma yöntemlerinin geliştirilmesi önemli bir yaklaşımdır. Propranolol non-selektif β-bloker ilaçlardandır. İlacın antianjiogenezis ve β- adrenerjik reseptör baskılama özelliği sayesinde kanser gelişiminde koruyucu etkisi olabileceğine dair çalışmalar bulunmaktadır. 4-Nitroquinoline 1-Oxide (4NQO) modeli oral karsinogenezisten kimyasal korunma yöntemleri geliştirmek için sıklıkla kullanılan bir yöntem olmuştur. Bu çalışmanın amacı ratlarda 4NQO’ nun tetiklediği dil yassı hücreli karsinogenezis süreci üzerine propranololun etkisini araştırmaktadır. Çalışma 27 adet Sprague Dawley cinsi erkek ratlar üzerinde yapılmıştır. Bütün ratlara 50 ppm dozunda 4NQO içme suyunda uygulanmıştır. Yapılan diğer işlemler ise şöyledir (her grup için n= 9 ) : Grup 1, 50 mg/kg/ gün dozunda propranolol oral gavaj yoluyla 20 hafta uygulanmıştır ; Grup 2, 20 haftalık karsinogenezis süreci sonunda 2 hafta 50 mg/kg/gün dozunda propranolol uygulanmıştır; Grup 3 (kontrol grubu) , tedavi uygulanmamıştır. Histopatolojik değerlendirme sonucu malign transformasyon riskinin bulunma oranı Grup ‘1 ‘de (%33.3) Grup 2 (%55.5) ve 3 (%77.8) ile karşılaştırıldığında daha düşüktür. İkili derecelendirme sistemine göre prekanseröz lezyonların yüksek risk kategori oranları üç grupta benzerdir. Düşük risk kategori oranları ise; 1. Grupta %22.2, 2. Grupta %33.3 ve 3. Grupta %55.5’tir. ‘Likelihood ratio testi’ ile v istatistiksel analiz yapıldı ve gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık olmadığı görüldü. (p>0.05) Oluşan beyaz lezyonların hiperkeratinizasyon ve vazodilatasyon dereceleri üç grupta benzerdir. (Median :2) Her grupta birer tümöral oluşum tespit edildi. Birinci grupta oluşan tümör çapı (1.8 cm) 3. Grupta oluşanın (0.6 cm) 3 katı ve 2. Gruptaki örneğin (0.9 cm) 2 katı kadardır. Bizim çalışmamızda propranololun dil karsinogenezisinin özellikle erken evrelerinde kimyasal korunmada etkili olabileceği gösterilmiştir. Ancak örnek sayısının daha fazla olduğu ileri çalışmalarla bu etki daha net ortaya koyulmalıdır. Oral cavity cancers are one of the most frequent neoplasms. Although there have been many reported studies about treatment approach, survival rates in oral cancer patients have been similar for 4-5 decades. Chemoprevention can extend the latency period of carcinogenesis and it seems to be a crucial approach considering complex treatment procedures and high morbidity and mortality rates of oral cancers. Propranolol is a non-selective β-blocker drugs. Many previously reported study showed that this agent can be effective for prevention of cancer development or anticancer therapies by its anti-angiogenesis and β- adrenergic reseptor (β-AR) inhibition action. 4-nitroquinoline 1-oxide model (4NQO) have been frequently used for development new chemoprevention methods for oral carcinogenesis. The aim of this study was to investigate the efficiency of propranolol on 4NQO induced squamous cell carcinogenesis of the tongue in rats. A total of 27 male Sprague Dawley rats were received 50 ppm 4NQO for 20 weeks in drinking water. The other procedures were as follows (n=9 per group) :Group 1, treated with 50 mg/kg/day propranolol by oral gavage; Group 2, following to carcinogesis inducement for 20 weeks, propranolol were applied for 2 weeks; Group 3 (control group), no treatment was applied. Histopathological analysis revealed decreased risk of malignant transformation rates in Group 1 (33.3%) when compared with Group 2 (55.5%) and 3 (77.8%). According to binary system of oral precancerous lesion there were slightly difference between 3 groups regarding to high risk category (Group 1; 11.1%, Group 2 and 3; %22.2) The rates of low risk category were 22.2% in Group 1, 33.3% in Group 2 and 55.5% in Group 3. The statistical comparision was performed by likelihood ratio test and the difference between groups were not statistically significant. (P>0.05) vii One tumor occurrence was detected for each group. Considering tumor size the sample in Group 3 (1.8 cm) was almost threefold of the sample in Group 1 (0.6 cm) and twofold of the tumor sample in Group 2 (0.9 cm) Hiperkeratinisation and vasodilation degrees were similar for all groups (Median: 2) As we concluded propranolol usage may provide chemoprevention especially in early carcinogenesis stages. Though there advanced studies with larger samples is required for revealing this effect more precisely.