Browsing by Author "Çolak, Turan"
Now showing 1 - 5 of 5
- Results Per Page
- Sort Options
Item Böbrek nakli sonrası akut humoral rejeksiyon tanısı alan hastaların risk faktörlerinin belirlenmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Yalçıntaş, Ayşenur; Çolak, TuranBöbrek nakli sonrası akut humoral rejeksiyon (AHR) greft yaşam süresini etkileyen en önemli faktörlerdendir. Serum kreatinin düzeyine göre böbrek biyopsisi kararı verilmesi tanıda geç kalınmasına ve tedavinin başarı oranının düşmesine neden olmaktadır. Yoğun konvansiyonel immunsupresif tedavilere rağmen AHR oranı yüksektir ve tanı aldığında 1 yıllık greft yaşam süresi %15-50 arasında değişmektedir. Bu çalışmada AHR için riskli hastaların tespit edilmesi ve bu hastalara erken tanı konularak greft yaşam sürelerinin artırılması amaçlanmıştır. Bu çalışmaya, Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde böbrek nakli yapılmış olan ve2006-2015 yılları arasında greft böbrek biyopsisi ile AHR tanısı almış 124 hasta dahil edildi. Kontrol grubu olarak yine Başkent Üniversitesi'nde böbrek nakli olmuş ancak AHR tanısı almamış 75 hastanın verileri incelendi. Hastaların AHR açısından riskleri incelendiğinde, donör yaşı, diyalizde kan transfüzyonu yapılmış olması ve en önemlisi böbrek nakli öncesi PRA pozitifliği, AHR gelişimi için risk faktörleri olarak belirlendi. Çalışmaya dahil edilen hastaların 7'sinde, böbrek nakli öncesi PRA pozitifliği vardı ve bu hastaların hepsinde böbrek nakli sonrası AHR gelişmiştir. Takrolimusun kullanıma girmesiyle AHR oranlarında düşme gözlenmiştir. AHR oranı en fazla mTOR inhibitörü alan hastalarda görülmektedir. Bu nedenle AHR riski yüksek olan sensitize hastalara kontrendikasyon olmadığı sürece takrolimus içeren immunsupresif tedavi uygulanmalıdır. Greft böbrek biyopsisi ile AHR tanısı alan hastaların patolojik incelemesinde, C4d nin diffüz boyanması ve fibrozis indeksi (>%50) yüksek olan vakalarda greft kaybı daha yüksek görülmektedir. Fibrozis indeksi yüksek hastaların tanı aldıkları dönemde serum kreatinin değerleri yüksek saptanmıştır (2,2±0,9 mg/dL - 3,7±1,7 mg/dL). Greft kaybı oranı da fibrozis indeksi düşük gruba göre daha yüksek saptanmıştır.AHR riski yüksek hastalarda erken tanı ve tedavi ve prognozun daha iyi olması için AHR'nun erken göstergesi olan DSA’nın periyodik olarak çalışılması, bunun mümkün olmadığı durumlarda kreatinin yükselmesi beklenmeden protokol biyopsileri ile erken tanı konulması greft yaşam süresini uzatmak için gereklidir. Acute humoral rejection (AHR) has recently been recognized as an important cause of early renal allograft loss because it is frequently unresponsive to conventional antirejection therapy. After diagnosis, first year allograft survival is approximately 15-50%. Graft biopsy decision generally depends on the elevation of serum creatinine level; it leads late diagnosis and less treatment success. In this study we aimed to clarify the patients who have risk for AHR and improve their allograft survival by early diagnosis. 124 patients, who underwent kidney transplantation at Başkent University and diagnosed as AHR between 2006-2105, were included in the study. Another 75 patients without AHR diagnosis were added as control group. All subjects’ data were investigated retrospectively according to AHR risk factors. Results revealed that donor age and previous blood transfusion were risk factors for AHR. The most important factor was presence of anti-HLA antibodies. There were 7 patients having positive anti-HLA antibody and all of them developed AHR during follow up period. After use of tacrolimus, AHR rate began to fall down. Higher AHR rate is seen in patients who were under mTOR inhibitor treatment. So tacromilus must be used in patients under AHR risk unless contraindication. Diffuse C4d staining and higher fibrosis index (>50%) in the pathology specimen, had worst graft survival compared to others. We determined higher serum creatinine level in patients with higher fibrosis index (2.2±0.9 mg/dL – 3.7±1.7 mg/dL). Their allograft loss was higher than low fibrosis index patients. In order to early diagnosis and better graft survival, PRA or if possible DSA must be performed periodically. Whenever this isn’t possible protocol biopsy could be performed before early elevation of serum creatinine levels.Item Böbrek nakli sonrası biyopsi ile BK virüs nefropatisi tanısı koyulan hastalarda risk faktörleri(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Şahin, Melikcan; Çolak, TuranGiriş ve Amaç: Böbrek nakli son dönem böbrek hastalığının en etkili tedavi yöntemidir. Son yıllarda artan farkındalık ve eskiye nazaran daha potent immünsupresif tedaviler nedeniyle BK virüsün renal allograft kaybı için önemli bir risk faktörü olduğu anlaşılmıştır. BK virüs nefropatisi tanısı için altın standart allograft biyopsisidir. Bu çalışmada renal allograft alıcılarında biyopsi ile tanı konulan BK virüs nefropatisinin risk faktörlerinin analiz edilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Ocak 2000-Ocak 2022 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi’nde renal transplantasyon gerçekleştirilen 56 hastaya ve patoloji örneklerine ait veriler retrospektif olarak taranmıştır. Çalışmada sayısal değişkenlerin normal dağılıma uygunluğu Shapiro-Wilk Testi ile araştırılmıştır. Kontrol ve BKVN grupları arasında farklılık olup olmadığı incelenirken normal dağılım gösteren sürekli değişkenler için Bağımsız Gruplarda t Testi, normal dağılıma uymayan sürekli değişkenler için ise Mann-Whitney U Testi ile kullanılmıştır. Nominal değişkenler ise Pearson ki-kare / Fisher Exact Test ile değerlendirilmiştir. p <0,05 için sonuçlar istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir. Kişilerin BKVN olmasına etki eden faktörlerin belirlenmesi amacıyla öncelikle tek değişkenli lojistik regresyon analizi kullanılmıştır. Tek değişkenli lojistik regresyonda p-değeri ≤0.25 olan değişkenler, çoklu lojistik regresyon modeli için aday değişken olarak belirlenmiştir. Çoklu lojistik regresyon modelinde, Backward LR seçim yöntemi kullanılmıştır. Bulgular ve Tartışma: Kontrol grubunda 28, BKVN grubunda 28 olmak üzere toplam 56 hastanın verileri incelenmiştir. Kişilerin %78,6’sı (n=44) erkek, %21,4’ü (n=12) kadındır. Hastaların yaş ortalaması (±std.sapma) 39,79 (±11,98)’dur. Her iki grubun cinsiyet, yaş, komorbid hastalıklar, transplantasyon sonrası gelişen komorbidite, peri-DJS varlığı, indüksiyon tedavisi, donör yaşı, donör durumu (canlı, kadavra), biyopsi yapıldığı dönemdeki kreatinin değeri, RRT tipi ve süresi, başlangıç immünsupresif tedavisi, ilaç düzeyleri, kan grubu uyumu, graft kaybı ve mismatch sayısı açısından incelendiğinde anlamlı sonuç elde edilememiştir (p-değerleri sırasıyla 1,000, 0,467, 0,236, 0,788, 0,163, 1,000, 0,945, 0,313, 0,121, 0,089, 0,623, 0,163, 0,667, 0,824, 0,727, 0,289, 0,422, 0,720). Sigara öyküsünün BKVN için risk faktörü olduğu (p-değeri 0,004) saptanmıştır. Bu durumun sigara dumanının Treg fonksiyonunu etkilemesi sonucunda T hücre mekanizmalarını baskılamasının sonucu olduğu düşünülmektedir. BKVN grubundaki hastaların %82,1’i takrolimus kullanırken, kontrol grubundaki hastaların %46,4’ünün takrolimus kullandığı saptanmıştır. Kontrol grubundaki hastaların tedavi rejimleri irdelendiğinde siklosporin kullanımının %32,1 olduğu görülmüştür (p=0,021). Bu veriler ışığında takrolimus kullanımının siklosporin kullanımına oranla daha fazla BKVN’ye neden olduğu ve BKVN için risk faktörü oluşturduğu ortaya konmuştur. Verilerin çoklu lojistik regresyon değerlendirmesinde siklosporin içeren rejimin takrolimus içeren rejime göre %85 daha güvenilir olduğu ortaya çıkmıştır. Çalışmamızda HLA-C7’nin her iki grup arasındaki dağılımları incelendiğinde p-değeri 0,218 saptanmıştır. Ancak verilerine ulaşılabilen BKVN grubundaki 19 hastanın %26,31’inde, kontrol grubundaki 15 hastanın ise %46,66’sında HLA-C7 varlığı görülmektedir. İstatistiksel olarak anlamlı sonuç elde edilemese bile yüzde olarak incelendiğinde BKVN grubundaki hastalardaki HLA-C7 varlığının daha az olması dikkati çekmektedir. Hastaların nakil yapıldığı dönemdeki yaşlarının patoloji fibrozis yüzdelerine göre grupları arasındaki dağılımı incelendiğinde grup B’deki yaş ortalaması 45,0 olarak saptanmıştır. Grup A ve C’deki hastaların yaş ortalamasına kıyasla grup B’nin yaş ortalaması daha yüksek olup p-değeri anlamlı bulunmuştur (p=0,044). Transplantasyon sonrasında geçen süre uzadıkça hastaların evrelerinin ilerlediği “sınırda” anlamlı olarak saptanmıştır (p=0,056). Dolayısıyla transplantasyon yapıldıktan sonraki süreçte BKVN’nin geç dönemde görülmesi kötü prognozla ilişkilidir. BKV’nin spesifik bir tedavisi olmaması nedeniyle diğer fırsatçı ajanlardan farklılık göstermektedir. BKVN graft kaybına yol açabildiği için erken tanı ve tedavisi önem taşımaktadır. Günümüzde takrolimus optimum tedavi olarak hastaların %85’inde kullanılmaktadır. Bu durum BKVN için erken dönemde taramanın önemini arttırmaktadır. Introduction and Aim: Kidney transplantation is the most effective treatment for end-stage renal disease. In recent years, due to increased awareness and more potent immunosuppressive treatments compared to the past, it has been understood that BK virus is an important risk factor for renal allograft loss. The gold standard for the diagnosis of BK virus nephropathy is allograft biopsy. This study aimed to analyze the risk factors of BK virus nephropathy diagnosed by biopsy in renal allograft recipients. Materials and Method: Data on 56 patients and pathology samples who underwent renal transplantation at Başkent University Ankara Hospital between January 2000 and January 2022 were scanned retrospectively. In the study, the suitability of numerical variables to normal distribution was investigated with the Shapiro-Wilk Test. When examining whether there was a difference between the control and BKVN groups, the Independent Groups t Test was used for continuous variables with normal distribution, and the Mann-Whitney U Test was used for continuous variables that did not comply with a normal distribution. Nominal variables were evaluated with Pearson chi-square / Fisher Exact Test. Results were considered statistically significant for p <0.05. First, univariate logistic regression analysis was used to determine the factors affecting BKVN. Variables with a p-value ≤0.25 in univariate logistic regression were determined as candidate variables for the multiple logistic regression model. Backward LR selection method was used in the multiple logistic regression model. Findings and Discussion: Data from total of 56 patients, 28 in the control group and 28 in the BKVN group, were examined. 78.6% (n=44) of the people are male and 21.4% (n=12) are female. The mean age (±std.deviation) of the patients is 39.79 (±11.98). Gender, age, comorbid diseases, post-transplant comorbidity, presence of peri-DJS, induction treatment, donor age, donor status (living, cadaver), creatinine value at the time of biopsy, RRT type and duration, initial immunosuppressive treatment, blood levels of drugs, blood group compatibility, graft loss and number of mismatches examined and no significant results obtained (respectively p-values 1,000, 0,467, 0,236, 0,788, 0,163, 1,000, 0,945, 0,313, 0,121, 0,089, 0,623, 0,163, 0,667, 0,824, 0,727, 0,289, 0,422, 0,720). It was determined that smoking history was a risk factor for BKVN (p-value 0.004). This is thought to be the result of cigarette smoke suppressing T cell mechanisms as a result of affecting Treg function. It was found that 82.1% of the patients in the BKVN group used tacrolimus, while 46.4% of the patients in the control group used tacrolimus. When the treatment regimens of the patients in the control group were examined, it was seen that cyclosporine use was 32.1% (p = 0.021). Thus, it has been revealed that tacrolimus use causes more BKVN than cyclosporine use and constitutes a risk factor for BKVN. Multiple logistic regression evaluation of the data revealed that the cyclosporine-containing regimen was 85% more reliable than the tacrolimus-containing regimen. When the distributions of HLA-C7 between both groups were examined in our study, the p-value was found to be 0.218. However, the presence of HLA-C7 is seen in 26.31% of the 19 patients in the BKVN group and in 46.66% of the 15 patients in the control group, for whom data is available. Even though no statistically significant results were obtained, it is noteworthy that the presence of HLA-C7 was less in patients in the BKVN group when examined as a percentage. When the distribution of the patients' ages at the time of transplantation was examined among the groups according to their pathology fibrosis percentages, the average age in group B was found to be 45.0 years. Compared to the average age of the patients in groups A and C, the average age of group B was higher and the p-value was found to be significant (p = 0.044). It was found to be significant at the "borderline" level, where the patients' stages progressed as the time passed after transplantation increased (p=0.056). Therefore, late occurrence of BKVN after transplantation is associated with poor prognosis. BKV differs from other opportunistic agents in that it does not have a specific treatment. Since BKVN can lead to graft loss, early diagnosis and treatment are important. Today, tacrolimus is used as optimal treatment in 85% of patients. This situation increases the importance of early screening for BKVN.Item Böbrek nakli yapılan hastalarda fibromiyalji sendromu sıklığı ve ilişki faktörlerin incelenmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2014) Bozkurt, Firdevs Tuğba; Çolak, TuranFibromiyalji sendromu (FMS), kronik yaygın kas-iskelet ağrısı ile karakterize multisistemik bir hastalıktır. FMS‟li hastalarda yaygın ağrının yanı sıra görülen yorgunluk, uyku bozukluğu, tutukluk, depresyon, anksiyete ve bilişsel disfonksiyon gibi komorbiditeler de görülmektedir. FMS‟nin normal toplumda sıklığı %02-5,8‟dir. Fibromiyalji sendromunun renal transplant hastalarında görülme sıklığı ve klinik seyri ile ilgili literatürde herhangi bir bilgi bulunmamaktadır Bu çalışmamızda böbrek nakli yapılan hastalarda FMS sıklığı ve FMS ilişkili faktörlerin incelenmesini hedefledik. Bu çalışmaya Ocak 1998 ile Aralık 2013 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Hastanesinde böbrek nakli olmuş, serum kreatinin değeri 2,5 mgr/dL altında olan osteoporotik olmayan, rejeksiyon kabul edilmeyen, CRP ve sedimentasyon yüksekliği olmayan düzenli poliklinik kontrolünde olan 128 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, medeni durumu, sigara öyküsü, primer hastalığı, kullandığı immunsüpresif tedavi rejimi kaydedildi. Fibromiyalji tanısı ACR 1990 kriterlerine göre konulmuştur. ACR sınıflama kriterlerini karşılamayan ancak tam olarak da normal denemeyecek bir grup “olası fibromiyalji” olarak adlandırılmıştır. Bu kriterler göz önüne alınarak 128 böbrek nakli yapılan hastalardan 13‟ü ne FMS tanısı, 7‟sine olası fibromiyalji tanısı konmuştur. Çalışmamızda FMS tanısı konan 13 hastanın tamamı kadındır, FMS grubunda anlamlı derecede fazla hastada aşırı halsizlik, irritabl barsak sendromu, hepsinde uyku bozukluğu, %46‟sında depresyon, %30 oranında antidepresan tedavi kullanımı görülürken eklem şişliği, parastezi ve huzursuz bacak sendromu açısından istatistiksel olarak anlamlı fark görülmedi. Çalışmamızda FMS ve olası FMS tanısı alan hastaların “Fibromyalgia Impact Questionnaire-FIQ” skorlarının da FMS olmayan gruba göre anlamlı oranda yüksek olduğu (p<0,001) ve FIQ skoru arttıkça FMS sıklığının da arttığı gözlendi. Bu sonuç, FMS tanısı koymada FIQ skorunun tek başına, bağımsız bir risk faktörü olarak değerlendirilebileceğini göstermektedir. Sonuçta renal transplantlı 128 hastanın %10,15‟inde fibromiyalji tanısı koymuş olduğumuzu gördük ki bu rakam genel toplum prevelansının 2 katı ya da daha fazlasını göstermektedir. Hatta olası fibromiyalji grubunu FMS grubuna katarsak FMS v prevelansının Renal Transplatlı hastalarında çok daha yüksek olduğunu (%15,6) söyleyebiliriz. Bunun olası nedenlerini sorguladığımızda bu hasta grubunun çoklu ilaç kullanması, enfeksiyon ve rejeksiyon nedeni ile hastane ortamında çok sık bulunduğu, böbreği kaybetme korkusu, KBY ve renal transplantasyon süreçlerinin hastalarda sıklıkla psikosomatik sorunlara yol açması, kronik hastalık ve ciddi sorun süreçlerinin ağrı eşiklerini düşürebileceği akla gelmektedir.Item Böbrek nakli yapılan hastalarda hiperürisemi ve gut hastalığı sıklığı(Tıp Araştırmaları Dergisi 2006 4 (2):7-10, 2006) Kanbay, Mehmet; Usluoğulları, Alper; Huddam, Bulent; Çolak, Turan; Akcay, Ali; Kart-Köseoğlu, Hamide; Yücel, Eftal; Haberal, MehmetAmaç: Böbrek nakli sonrası hiperürisemi sık görülmesine rağmen gut hastalığı nadirdir. Ancak bu konu ile ilgili böbrek nakli yapılmış Türk hasta grubunda yayınlanmış makale mevcut değildir. Bu çalışmanın amacı böbrek nakli yapılmış hastalarda hiperürisemi ve gut hastalığı görülme sıklığını belir-lemektir. Gereç ve Yöntem: Başkent Üniversitesi Hastanesi Transplantasyon Ünitesinde 2000 ve 2002 yılları arasında böbrek nakli yapılmış 155 hasta (E/K, 119/36; ortalama yaş 34,7±9,7 yıl) retrospektif olarak araştırıldı. Çalışmaya en az 2 yıl süresince normal böbrek fonksiyonlarına sahip olan hastalar dahil edildi. Hastaların nakil olduktan sonra rutin poliklinik kontrollerindeki laboratuvar değerleri kayıt edildi. Ayrıca hastaların demografik özellikleri ve kullandığı ilaçlar kayıt edildi. Serum ürik asid seviyesi kadınlarda 6 mg/dl erkeklerde 7 mg/dl üzerinde ise hiperürisemi olarak kabul edildi. Klinik olarak gut hastalığı hiperürisemi ile birlikte gut artritinin ve tofüsün olmasıyla tanımlandı. Bulgular: Hiperürisemi 95 hastada, gut hastalığı ise 13 hastada saptandı. Serum ürik asid seviyelerinin hastaların yaşından, cinsiyetinden, donörün canlı veya kadavra olmasından ve aldıkları ilaç rejimin-den bağımsız olduğu saptandı. Sonuç: Böbrek transplantasyonu yapılan hastalarda hiperürisemi yaygın olarak görülmesine rağmen gut hastalığı bu hasta grubunda nadirdir. Aim: Although the prevalence of hyperuricemia is high after renal transplantation, investigation has shown that gout occurs rarely in these patients. The present study was designed to investigate the preva-lence of hyperuricemia and gout in renal transplant patients. Materials and methods: The records of 155 patients (M/F, 119/36, mean age 34.7 9.7 years) who under-went renal transplantation in between 2000 and 2002 were retrospectively reevaluated. Patients with at least 2 years stable graft survival duration were included. For each individual, mean value of serum uric acid levels that were repeated in each routine visits approximately every 6 months in transplanta-tion outpatient clinic were used. Patient demograph-ics, immunosuppressive drug regimens and other medications were also recorded. Hyperuricemia was defined as serum uric acid level of >6 mg/dl in females and 7 mg/dl in males. Clinical gout was defined as hyperuricemia with gouty arthritis and tophi. Results: Hyperuricemia and gout were seen in 95 patients, and 13 patients, respectively. Mean serum uric acid levels were found to be independent from patients' age, sex, donor type, and immunosuppres-sive drug regimen. Conclusion: Our study confirmed that although hyperuricemia is a common complication in renal transplant recipients, gout is not seen often in these populations.Item Preemptif olan ve olmayan renal transplant alıcılarının transplantasyon sonrası beş yıllık takiplerinin karşılaştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2009) Sayın, Cihat Burak; Çolak, TuranSon dönem böbrek yetmezliği (SDBY), ülkemizde ve dünyada insidansı her geçen yıl artmakta olan morbidite ve mortalitesi yüksek bir sağlık sorunudur. Günümüzde, SDBY gelişmiş olan hastalara başlıca 2 renal replasman tedavisi modeli uygulanmaktadır: Bu tedavi modelleri, sırasıyla, diyaliz tedavisi ve renal transplantasyondur. Preemptif renal transplantasyon diyalize bağlı gelişebilecek komorbiditeleri önlemek açısından da önemli bir alternatif tedavidir. Son dönem böbrek yetmezliği gelişen hastaların, diyaliz tedavisi almaksızın, canlı yada kadavradan böbrek nakli yapılarak, gerek hasta gerek greft sağkalımı üzerine olumlu etkileri olması beklenmektedir. Preemptif renal transplantasyon, özellikle son 15 yıldır yapılan çalışmalarda, diyaliz tedavisine başlamış (preemptif olmayan) hastalarda gerçekleştirilen transplantasyona göre, erken dönem sonuçları açısından üstünlük göstermektedir. Preemptif hastalarda enfeksiyon gelişim oranlarının, hipertansiyon gelişiminin ve akut rejeksiyon ataklarının ilk 1 yıllık dönemde daha az görülmesi, bu üstünlüğün başlıca nedenleri olarak görünmektedir. Çalışmamızda, Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi’nde renal transplantasyon yapılan 37’si preemptif, 63’ü preemptif olmayan toplam 100 hastanın 5 yıllık izlemlerini karşılaştırarak, preemptif böbrek naklinin, preemptif olmayan nakile göre, yan etkiler, komplikasyonlar, eşlik eden hastalıklar, laboratuvar parametreleri, klinik semptomlar, greft ve hasta sağkalımı açılarından bir farklılıklarını değerlendirmeyi amaçladık. Çalışmada, preemptif hastalar Grup 1, preemptif olmayanlar Grup 2 olarak adlandırıldı. Yaptığımız istatistiksel analizlerde, Grup 1 hastalarından 3’ünde (% 8,1) greft kaybı, 1 hastada (% 2,7) mortalite gelişti. Grup 2 hastalarda ise 5 hastada (% 7,95) greft kaybı, 1 hastada (% 1,6) mortalite gelişti. Grup 1 ve Grup 2 hastaları arasında, 5 yıllık greft ve hasta sağkalımı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark ortaya çıkmadı (sırasıyla p=0,36 ve p=1,00). Komplikasyonlar açısından yaptığımız 5 yıllık kıyaslamada; Grup 1 hastalardan 4’ünde (% 10,8) enfeksiyon gelişimine karşılık, Grup 2 hastalardan 20’sinde (% 31,7) enfeksiyon gelişimi, iki grup arasında, preemptif olmayan hastalarda enfeksiyon gelişme oranlarının anlamlı olarak daha fazla olduğunu gösterdi (p=0,02). Her 2 gruptaki hastaların hipertansiyon gelişimi karşılaştırıldığında, preemptif renal transplant alıcılarında hipertansiyon oranı (% 67,6) olarak bulunurken, preemptif olmayan grupta bu oran (% 85,4) olarak saptandı. Bu bulgular, preemptif olmayan hastaların hipertansiyon gelişiminin preemptif gruba göre daha yüksek oranlarda olduğunu göstermekteydi (p=0,03). Bunların dışındaki komplikasyonlar arasında belirgin bir fark saptanmadı. Sonuç itibariyle, preemptif renal transplantasyon, preemptif olmayan hastalara kıyasla, daha düşük komplikasyon oranı ile seyretmektedir. Greft ve hasta sağkalımı üzerine etkilerinin daha net bir biçimde karşılaştırılması için, daha uzun vadeli çalışmalara ihtiyaç vardır. End-stage chronic renal disease (ESCRD) is a severe health problem with high mortality and morbidity rates and growing incidence both in our country and in the world. Recently, 2 main renal replacement therapy modalities have been used for ESCRD patients: Dialysis and renal transplantation. Preemptive renal transplantation is an important treatment modality for preventing dialysis-related comorbidities. Both graft and patient survival are expected to have better results with transplantation than dialysis. Specially in the studies of the last 15 years, preemptive transplantation has better outcomes than non-preemptive transplantation. Low infection and hypertension and less acute rejection episodes rates in preemptive transplant patients may be the main reasons for these results. In our study, we compared the 5 year outcomes of 37 preemptive and 67 non-preemptive renal transplant patients and aimed to find out the differences of preemptive and nonpreemptive transplantation according to adverse effects, complications, comorbidities, laboratory parameters, clinical symptomes, and both graft and patient survival. In the study, preemptive patients were named as group 1 and non-preemptives as group 2. According to our statistical analysis, 3 (8,1%) of group 1 and 5 of group 2 (7,95%) patients had graft loss, whereas 1 (2,7%) of group1 and 1 (1,6%) of group 2 patients died respectively. No significant statistical differences were found for graft and patient survival between two groups at the end of 5 years (p=0,36 and p=1,00 respectively). In the comparison for the complications, 4 (10,8%) of group 1 patients had serious infection whereas 20 (31,7%) of group 2 patients had infection which was statistically significant (p=0,02). Hypertension rates of two groups were also significantly different with 67,6% in group 1 and 85,4 % in group 2 (p=0,03). There were no differences for other complications between groups. As a result, preemptive renal transplantation, when compared ton on-preemptive renal transplantation, has lower complication rates. Further long-term studies may be more helpful for evaluating graft and patient survival rates.