Browsing by Author "Turhan İyidir, Özlem"
Now showing 1 - 3 of 3
- Results Per Page
- Sort Options
Item Ankara Başkent Üniversitesi Hastanesi'nde solid organ transplantasyonu yapılan hastalarda post transplantasyon diabetes mellitus sıklığının ve risk faktörlerinin araştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2018) Kaban, Mehmet Göktürk; Turhan İyidir, ÖzlemPost-transplant diabetes mellitus (PTDM) solid organ transplantasyonunun sık görülen bir sonucudur. Post Transplant Diabetes Mellitus hastaları ve allogreft sağkalımı olumsuz yönde etkilemektedir. Post Transplant Diabetes Mellitus farklı teşhis kriterleri kullanılan farklı nakil gruplarında daha büyük mortalite ve artmış enfeksiyonlarla ilişkilendirilmiştir. Post Transplant Diabetes Mellitus transplantasyondan sonra herhangi bir zamanda, transplantasyon yapılmayan popülasyon ile benzer semptomlara sahip hastalarda rastgele plazma glikozun ≥200 mg / dL (11.1 mmol / L) olması; açlık plazma glikozun ≥126 mg / dL (7.0 mmol / L) olması veya oral glikoz tolerans testi (OGTT) sırasında 2. Saat glikozun ≥200 mg / dL (11.1 mmol / L) olması ile tanı konur. Tüm transplant alıcılarının, nakilden sonraki ilk dört hafta boyunca, daha sonra nakil sonrası üçüncü ve altıncı aylarda ve daha sonra yılda bir kez açlık kan şekeri ölçülmelidir. HbA1), özellikle de açlık plazma glikoz düzeylerini elde etmek güç olduğunda, nakilden 3 ay sonra kontrol edilebilir. Glukokortikoidler, kalsinörin inhibitörleri ve sirolimus PTDM riskini arttırır. Siklosporin ile karşılaştırıldığında, takrolimus daha diyabetojeniktir. Azatioprin ve mikofenolat mofetil (MMF) ise diyabetojenik etkisi yoktur. Post-transplant Diabetes Mellitus tedavi yönetimi için, non farmakolojik tedavi başlayarak, ardından oral monoterapi, oral kombinasyon tedavisi ve nihayetinde metabolik dekompansasyon meydana gelmesi durumunda insülin, aşamalı bir yaklaşım önerilir. Metabolik dekompansasyon, oral terapi ile yan etkiler varsa veya sürekli olarak ≥% 7 olan HbA1c seviyeleri varsa insülin tedavisini başlatılır. Çoklu ajanlar ve / veya çoklu doz yoğun insülin terapisi veya insülin pompası terapisi kullanabilir. Çalışmamızda Başkent Üniverstesi Ankara Hastanesinde 1986-2016 yılları arasında karaciğer ve böbrek transplantasyonu yapılan erişkin hastalarda PTDM sıklığı ve risk faktörleri incelenmiştir. Çalışmamızda karaciğer transplantasyonu yapılan hastalarda PTDM insidansı %2; renal transplantasyon yapılan hastalarda PTDM insidansı %4,5; toplam insidans %4,1 olarak hesaplandı. Literatürde karaciğer trasnplantasyonu sonrası PTDM insidansı %2,5-25, böbrek transplantasyonu sonrası %4-25 olarak bildirilmiştir. Çalışmalarda bildirilen sıklıklardaki geniş aralığın nedeni kısmen standart tanımlamadan yoksunluktan, takip süresiden, değiştirilebilir ve değiştirilemeyen risk faktörlerinin varlığından ve organ nakli tipinden kaynaklanıyor olabilir. Sezer ve arkadaşlarının Başkent Üniversitesinde renal transplantasyon sonrası gelişen diyabetin sol ventriküle etkisinin incelendiği çalışmada PTDM sıklığı %32,2 olarak bildirilmiştir (88) Bu çalışmada 2003 yılında kullanılan tanı kriterleri kullanılmıştır. Çalışmamızla arasındaki sıklık farkının nedenlerinden biri tanıdaki farklılık olabilir Transplantasyon öncesi glikoz, Hba1c düzeyi ve trigliserid düzeyi PTDM gelişimi için önemli risk faktörleridir. Çalışmamızda hastalarımızın ortalama açlık plazma glukoz değeri 87,1± 8,2 mg/dl olarak bulunmuştur. İncelediğimiz hastaların sadece üç tanesinde nakil öncesi açlık plazma glikozu 100 mg/dl ve üzerindedir. Bu sonuca göre nakil öncesinde hastaların karbonhidrat metabolizma bozukluğunu araştırmak için sadece açlık plazma glukozunun yeterli olmadığını düşünülmüştür. Nitekim yapılan bir çalışmada açlık plazma glikozu ile PTDM gelişen hastaların sadece %20’sinin öngörülebildiği gösterilmiştir (96). Hastalarımızın 26’sının Hba1c değeri mevcuttu. Bu hastalarda eritrosit yaşam süresi, eritropoetin kullanımı, demir tedavisi, diyaliz sırasında kan kaybı gibi durumların Hba1c düzeyine etkileri gözönünde bulundurulduğunda faydası tartışmalıdır. Bu nedenle bu hastalarda transplantasyon öncesi OGTT yapmak daha doğru bir yaklaşım olabilir. Trigliserid değerinin yüksekliği insülin direnci ile ilişkilidir. Özellikle transplantasyon öncesi tirgliserid değeri 200 mg/dl ve üzerindeyse ve beraberinde bozulmuş açlık glukozu varsa risk artmaktadır. Çalışmamızda trigliserid değeri 200 mg/dl üzeri ve altında olan hastalar karşılaştırıldığında bu hastaların açlık plazma glukoz değeri benzer (87±9 vs 88±7 mg/dl; p=0,336) ancak trigliserid değeri yüksek olan hastaların beden kitle indekslerinin anlamlı olarak yüksek olduğu görüldü (26,6 ±3,9 vs 30,8 ±6,2 kg/m2 ; p=0.023). Hastaların transplantasyon öncesi açlık plazma glikozları normal olsa dahi beden kitle indeksleri ve trigliserid değerleri yüksek ise PTDM önlemek için gerekli diyet ve egzersiz müdahaleleri yapılmalıdır. Solid organ transplantasyonu sıklığı arttıkça ve hastaların yaşam süresi uzadıkça transplantasyon sonrası diyabet görülme sıklığı artacaktır. Bu nedenle transplantasyon öncesi risk faktörlerinin değerlendirilmesi önemlidir. Posttransplant diyabetin erken tanınması ve tedavisi ile transplantın uzun dönem sonuçları iyileşecektir. Birden fazla risk faktörü olan hastaların PTDM açısından yakın takibi ve tetkiki önemlidir Post-transplant diabetes mellitus (PTDM) is a frequent consequence of solid organ transplantation. Post-Transplantation Diabetes Melitus(PTDM) adversely affects patients and allograft survival. Post-transplant diabetes has been associated with greater mortality and increased infections in different transplant groups using different diagnostic criteria. Post-transplant diabetes mellitus (PTDM) may be diagnosed at any time after transplantation based upon diagnostic criteria similar to those used in the nontransplant population by symptoms plus a random plasma glucose of ≥200 mg/dL (11.1 mmol/L), fasting plasma glucose of ≥126 mg/dL (7.0 mmol/L), or a two-hour plasma glucose of ≥200 mg/dL (11.1 mmol/L) during an oral glucose tolerance test (OGTT). All transplant recipients should have a fasting blood glucose measured weekly during the first four weeks posttransplant, then at three and six months posttransplant, and then yearly. A glycated hemoglobin (HbA1c) can be checked after three months posttransplant, particularly if it is difficult to obtain fasting plasma-glucose levels. Glucocorticoids, calcineurin inhibitors, and sirolimus increase the risk of PTDM. Compared with cyclosporine, tacrolimus is more diabetogenic. Azathioprine and mycophenolate mofetil (MMF) are not diabetogenic A stepwise approach is recommended for the management of PTDM, starting with nonpharmacologic therapy, followed by oral monotherapy, oral combination therapy, and finally insulin, providing metabolic decompensation has not occurred. We initiate insulin therapy if there has been metabolic decompensation, adverse side effects with oral therapy, or HbA1c levels that are consistently ≥7 percent. We may use multiple agents and/or multiple-dose intensive insulin therapy or insulin-pump therapy. We studied the PTDM frequency and risk factors in adult patients who underwent hepatic and renal transplantation at Ankara University Hospital between 1986 and 1986. In our study, the incidence of PTDM in patients undergoing liver transplantation was 2%; the incidence of PTDM in patients undergoing renal transplantation was 4.5%; the total incidence was calculated as 4.1%. In the literature, the incidence of PTDM after liver transplantation has been reported as 2.5-25% and 4-25% after renal transplantation. The reason for the widespread frequency reported in the studies may be partly due to the absence of standard definition, follow-up, changeable and non-alterable risk factors, and organ transplant type. In a study of Sezer and colleagues' study of the left ventricular effect of diabetes mellitus following renal transplantation at Baskent University, the PTDM frequency was reported as 32.2% (88). The diagnostic criteria used in this study were used in this study. One of the reasons for the frequency difference between our studies may be difference in diagnosis Pre-transplant glucose, HbA1c and triglyceride levels are important risk factors for PTDM development. In our study, mean fasting plasma glucose was 87.1 ± 8.2 mg / dl in our patients. Only three of the patients we studied had fasting plasma glucose above 100 mg / dL before transplantation. According to this result, it was thought that only starvation plasma glucose was not sufficient to investigate patients' carbohydrate metabolism disorder before transplantation. Indeed, a study has shown that only 20% of patients with PTDM with fasting plasma glucose can be predicted (96). 26 of our patients had HbA1c levels. The use of erythrocyte life span, erythropoietin use, iron therapy, blood loss during dialysis, etc. should be discussed in these patients when their effects on HbA1c level are considered. For this reason, it may be more appropriate to perform OGTT before transplantation in these patients. The high level of triglycerides is associated with insulin resistance. In particular, the risk of thyroglobulin levels above 200 mg / dl before transplantation and associated impaired fasting glucose is increasing. When we compared the patients with triglyceride level of 200 mg / dl and below, the fasting plasma glucose values of these patients were similar (87 ± 9 vs 88 ± 7 mg / dl; p = 0.336), but the body mass indexes of the patients with high triglyceride values were significantly higher (26,6 ± 3,9 vs 30,8 ± 6,2 kg / m2, p = 0.023). Even if fasting plasma glucose is normal before transplantation, if the body mass indexes and triglycerides are high, dietary and exercise interventions necessary to prevent PTDM should be performed. As solid organ transplantation increases in frequency and the life span of patients increases, the incidence of diabetes after transplantation will increase. Therefore, it is important to evaluate the risk factors before transplantation. Early recognition and treatment of posttransplant diabetes will improve the long-term outcome of transplant. Patients with more than one risk factor are closely monitored and examined for PTDM.Item Diyabet tedavisinde kullanılan ilaçların covıd-19 enfeksiyonuna etkilerinin retrospektif olarak araştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Saraçoğlu, Yaşar Ozan; Turhan İyidir, Özlemİlk kez Aralık 2019 tarihinde tespit edilen yeni bir koronavirüs olan SARS-CoV-2 etkeninin sebep olduğu COVID-19 hastalığı tüm dünyada pandemiye sebep olmuştur. Hastalık özellikle ileri yaş ve ek hastalıkları olan popülasyonda ciddi morbidite ve mortalite sebebidir. Yapılan bu retrospektif çalışmada tip 2 diyabet tedavisinde kullanılan ilaçların COVID-19 enfeksiyonuna etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Çalışmada Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bilim Dalı Merkez ve Ümitköy polikliniklerine, Türkiye'de pandeminin başlangıcı olarak kabul edilen 11 Mart 2020 ile 31 Temmuz 2021 tarihleri arasında başvuran tip 2 diyabet tanısı bulunan 6430 hastadan çalışmaya dahil edilme kriterlerini karşılayan 431 vaka incelenmiştir. Hastalık şiddeti, hastaların demografik, klinik, laboratuvar özellikleri; COVID-19 sebebi ile hastane yatış ihtiyacı, yoğun bakım ünitesinde takip ihtiyacı, mekanik ventilasyon ihtiyacı olup olmaması, COVID-19 hastalığı öncesi, hastalık sırasında ve sonrasında kullandıkları antidiyabetik ilaç grupları, COVID-19 aşı türü incelenmiştir. Tip 1 diyabet tanısı olanlar, gestasyonel diyabet tanısı olanlar, yeni tanı konulan diyabet hastaları veya başvurudan önce 6 ay içinde diyabet tanısı konulmuş hastalar, diyabet tanısı konulduğu halde ilaç kullanmayanlar ve son 6 ay içerisinde ilaç tedavisinde değişiklik olanlar çalışma dışı bırakılmıştır. Ayrıca, Başkent Üniversitesi medikal bilgi sisteminde verileri yetersiz olan veya telefonla ulaşılamayanlar ve e-Nabız verilerine ulaşılamayanlar veya bu verilere ulaşılması için rıza göstermeyen hastalar da çalışma dışı bırakılmıştır. Sülfonilüre tedavisi alanların %48'inde dispne görülürken, almayanların %23'ünde dispne saptandı (p=0,010). Dispne için çoklu lojistik modelinde, sülfonilüre ve HbA1c düzeyi değişkenleri analiz edilmiştir. Çoklu lojistik regresyon analizi sonucunda sadece sülfonilüre değişkeni anlamlı bulunmuştur. Dispne riski; sülfonilüre kullananlarda kullanmayanlara göre 3,146 kat fazladır. Çalışmamızda anti-diyabetik ilaç gruplarının hastalık seyrine veya ağırlığına olumlu ya da olumsuz bir etkisi olmadığı gösterilmiştir. Yalnızca enfeksiyon sırasında, sülfonilüre grubu ilaçların daha dikkatli kullanılmasını, gerektiğinde doz azaltılmasını veya kesilmesini, bu kararın da hastanın iştah-oral alım durumu ve kan glikoz takibine göre verilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Çalışmamızın konusu hala birçok açıdan aydınlatılmayı bekleyen, yeni çalışmalara ihtiyaç duyulan bir alan olup iyi tasarlanmış prospektif çalışmalar ile antidiyabetik ajanların COVID-19 kliniğinde olumlu ve olumsuz etkileri incelenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. COVID-19 disease, caused by a new coronavirus, SARS-CoV-2, which was first detected in December 2019, has caused a pandemic all over the world. The disease has caused serious morbidity and mortality, especially in the population with advanced age and additional diseases. In this retrospective study, it was aimed to examine the effects of drugs used in the treatment of type 2 diabetes on COVID-19 infection. In the study, 431 cases meeting the inclusion criteria of 6430 patients with type 2 diabetes who applied to Başkent University Ankara Hospital Endocrinology and Metabolic Diseases Department Center and Ümitköy polyclinics between March 11, 2020, which is considered as the beginning of the pandemic in Turkey, and July 31, 2021, were examined. Disease severity, demographic, clinical and laboratory characteristics of patients; the need for hospitalization due to COVID-19, the need for follow-up in the intensive care unit, the need for mechanical ventilation, the antidiabetic drug groups used before, during and after the COVID-19 disease, the types, and doses of the COVID-19 vaccine, the short and long-term after recovery from the disease period complications were examined. Patients with a diagnosis of type 1 diabetes, those with a diagnosis of gestational diabetes, newly diagnosed diabetes patients, or patients who were diagnosed with diabetes within 6 months before admission, those who did not use medication despite being diagnosed with diabetes, and those who had a change in medication in the last 6 months were excluded from the study. In addition, patients with insufficient data in the Başkent University medical information system or those who could not be reached by phone, and those whose e-Nabız data could not be reached or who did not consent to access these data were also excluded from the study. While dyspnea was observed in 48% of those who received sulfonylurea treatment, 23% of those who did not receive it had dyspnea (p=0.010). In the multiple logistic model for dyspnea, sulfonylurea and HbA1c level variables were analyzed. As a result of multiple logistic regression analysis, only the sulfonylurea variable was found to be significant. risk of dyspnea; It is 3.146 times higher in sulfonylurea users than in non-users.In our study, it was shown that the antidiabetic drug groups did not have a positive or negative effect on the course or severity of the disease. We think that sulfonylurea drugs should be used more carefully only during infection, dose reduction or discontinuation when necessary, and this decision should be made according to the patient's appetite and oral intake status and blood glucose monitoring. The subject of our study is still a field that needs to be clarified in many ways and new studies are needed, and there is a need to examine the positive and negative effects of antidiabetic agents in the COVID-19 clinic with well-designed prospective studies.Item Mikropapiller tiroid karsinomu olan hastalarda prognozu etkileyen faktörlerin ve rekürrens riskinin belirlenmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2022) Farzaliyeva, Aydan; Turhan İyidir, ÖzlemPapiller tiroid mikrokarsinom (PTMK) insidansı tüm dünyada ve Türkiyede son on yılda dramatik şekilde artmıştır. Bu tümörlerin çoğu indolent olduğu ve az sıklıkta progresyon gösterdiği bilinmektedir. Ancak bazı klinik ve histopatolojik özelliklere sahip PTMKʼlar tedaviye rağmen daha yüksek rekürrens riskine ve kötü prognoza sahiptir. Yapılan bu retrospektif, vaka-kontrol çalışmasında PTMK’da prognozunu ve rekürrens riskini etkileyen risk faktörlerinin ve uygulanan tedavi stratejilerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Çalışmaya Ocak 2011 ve Aralık 2021 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları bölümüne başvurmuş papiller tiroid mikrokarsinom tanısı alan ve izlenen 302 hasta alınmıştır. Nüks tanımı olarak en az 6 ay remisyonda izlenen hastaların ultrasonografisinde ve tüm vücut tarama sintigrafisinde lenf nodu metastazı (LNM), rekürren kitle veya uzak metastaz varlığı kabul edilmiştir. Hastalar hem TNM 2018 sınıflamasına göre evrelenip, hem de America Thyroid Association (ATA) 2015 risk kategorilerine göre sınıflandırılmıştır. Nüks eden ve etmeyen hasta grupları demografik, patolojik, klinik, laboratuvar özellikler, cerrahi tedavi tipi, radyoaktif iyot tedavisi verilip verilmediği, dozu ve kür sayısı açısından karşılaştırılmıştır. PTMK olan hastaların ayrıca radyoaktif iyot alma durumları değerlendirilmiş ve her iki grup klinik ve patolojik özellikleri açısından karşılaştırılmıştır. Ortalama 51 ay izlem süresinin sonunda hastaların 4’ünde (%1,3) nüks saptandı. Nüks saptananların hepsi ATA risk sınıflamasına göre orta riskli olarak kabul edilmiştir. Tanı anında lenf nodu metastazı (p=0,001),cerrahi tipi (p=0,012), cerrahi sınır pozitifliği (p=0,008), ATA risk sınıflamasına göre orta risk grupta olmak (p═0,001) PTMKʼda prognoz ve nüks riski ile ilişkili olduğu bulunmuştur. Tümör çapının, bilateralitenin, multifokalitenin, vasküler, kapsüler ve ekstratiroidal invazyonun nüks ile ilişkisi saptanmamıştır. Merkezimizin postoperatif dönemde radyoaktif iyot ablasyonun uygulanmasında olan tecrübesini değerlendirdiğimizde RAİ verilen PTMK hastaların verilmeyenlere göre daha genç (p=0,003), tümör çapının daha büyük olduğu (p<0,001),multifokalitenin(p<0,001), bilateralitenin (p<0,001), kapsül (p<0,001), vasküler(p=0,003), ve ekstratiroidal invazyonun(p=0,012), cerrahi sınır pozitifliğinin(p=0,01), tanı anında LNM varlığının (p=0,05) daha yüksek oranlarda görüldüğü, ATA risk sınıflamasına göre daha yüksek riskli (p<0,001) ve TNM sınıflandırılmasına göre daha ileri evrede oldukları (p=0,012) gözlemlenmiştir. PTMK düşük rekürrens oranlarına sahip olup, iyi prognoza sahiptir. Tanı anında lenf nodu metastazların varlığı, cerrahi sınır pozitifliğinin ve ATA risk sınıflamasının rekürrens riskini belirlemede başarılı olduğu görülmüştür. Bu risk faktörlerin varlığı daha agresif yaklaşım ve yakın izlem yapılması gerektiğine işaret etmektedir. Ayrıca kliniğimizde izlenen hastaların radyoaktif iyot tedavisi alma durumlarını özellikle patolojik özelliklerin etkilediği belki de bu nedenle nüks eden hasta sayımızın az olduğu düşünüldü. Çalışmamızda saptanan risk faktörleri göz önüne alarak, bu risk faktörlerin ve PTMK hastaları için tedavi stratejilerin ve RAİ endikasyonlarının belirlenmesi için daha kapsamlı çalışmalara hala ihtiyaç duyulmaktadır. The incidence of papillary thyroid microcarcinoma (PTMC) has increased dramatically in the last decade in Turkey and all over the world. Most of these tumors are indolent, showing progression less frequently. However, PTMCs with certain clinical and histopathological features have a higher risk of recurrence and poor prognosis despite treatment. This retrospective, case-control study aims to examine the risk factors and treatment strategies that affect the prognosis and recurrence risk in PTMC. A total of 302 patients diagnosed and followed up with PTMC by the Endocrinology and Metabolism Department of Baskent University Faculty of Medicine between January 2011 and December 2021 were enrolled in this study. Recurrence was defined as the presence of lymph node metastasis (LNM), recurrent mass or distant metastasis on USG and whole body scintigraphy scan of patients who were followed up in remission for at least 6 months. Patients were classified according to TNM 2018 staging system and categorized according to American Thyroid Association (ATA) 2015 risk stratification. Relapsed and non-relapsed patient groups were compared in terms of demographic characteristics, histopathological and clinical features, laboratory findings, surgery data, whether radioactive iodine treatment was given, dose and number of courses administered. Radioactive iodine administration was also evaluated and both groups were compared in terms of clinical anf pathologic features. At the end of a mean follow-up period of 51 months, recurrence was detected in 4 (1.3%) of the patients. All of the patients with recurrence were accepted as intermediate risk according to the ATA 2015 risk stratification. Data showed that lymph node metastasis at the time of diagnosis (p=0.001), type of surgery (p=0.012), surgical margin positivity (p=0.008), being in the intermediate risk group according to ATA risk stratification (p=0.001), were found to be significantly associated with prognosis and risk of recurrence in PTMC. Tumor size, bilaterality, multifocality, presence of vascular, capsular and extrathyroidal invasion were not associated with recurrence. When we evaluated the experience of our center in the application of radioactive iodine (RAI) ablation in the postoperative period, PTMC patients who received RAI treatment were found to be younger (p=0.003) with larger tumor size (p<0.001), demonstrating higher rates of multifocality (p<0.001), bilaterality (p<0.001),capsule (p<0.001), vascular (p=0.003), and extrathyroidal invasion (p=0.012), surgical margin positivity (p=0.01), LNM at the time of diagnosis (p=0.05) when compared with patients who didn’t receive RAI treatment. They were also observed to be at higher risk according to ATA risk stratification (p<0.001) and at a more advanced stage (p=0.012) according to TNM classification in comparison. PTMC has low recurrence rates and has a good prognosis. Presence of lymph node metastases at the time of diagnosis, surgical margin positivity and ATA risk classification were found to be effective in determining the risk of recurrence. The presence of these risk factors indicates the need for a more aggressive treatment approach and a closer follow-up regime. In addition, it was thought that the radioactive iodine treatment indications were determined by pathologic features of the tumor. Therefore, the number of reccurent tumors may have been found to be low. Considering the risk factors identified in our study, more comprehensive studies are still needed to determine these risk factors, treatment strategies and RAI indications for PTMC patients.