Browsing by Author "Kut, Altuğ"
Now showing 1 - 17 of 17
- Results Per Page
- Sort Options
Item 65 Yaş üstü diyabeti olan ve olmayan hastalarda sarkopeni görülme sıklığı ve özelliklerinin araştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2022) Göçmen, Emre Ruhi; Kut, AltuğYaşlı nüfusunun artış göstermesi ve diyabet prevalansının her geçen gün artması, yaşlı diyabet hastalarının sayısında hızlı bir artışla sonuçlanmaktadır. Normal popülasyona göre diyabetlilerde sarkopeni prevalansı daha yüksektir ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Bu çalışmanın amacı diyabet ve sarkopeni ilişkisinin araştırmak ve diyabetli hastalarda sarkopeni sıklık ve şiddetini etkileyen faktörlere açıklık getirmektir. Çalışmamıza Başkent Üniversitesi Ümitköy Endokrinoloji ve Metabolizma Polikliniklerine başvuran denekler dâhil edildi. Çalışmaya katılmayı kabul eden hastaların; değişkenleri diyabeti olan bir vaka grubunda ve olmayan bir kontrol grubunda karşılaştırıldı. İstatistiksel analizlerde; iki grup karşılaştırmasında Student T Testi ve Mann-Whitney U Testi, ikiden çok grubun karşılaştırılmasında Kruskal-Wallis Testi kullanılmıştır. Kategorik değişkenlerde Pearson Ki-Kare Testi ve Fisher Exact Testi veya Yates Testi kullanılmıştır. Vaka grubuna 66 (%50,8) ve kontrol grubuna 64 denek (%49,2) alındı. Deneklerin %16,2’sinde (n=21) sarkopeni saptandı. Sarkopeni şiddetine göre deneklerin %3,9’u (n=5) sarkopenik ve %12,3’ü (n=16) şiddetli sarkopenikti. Bunların %24,2’si (n=16) vaka, %7,8’i (n=5) kontrol grubundaydı ve diyabetin sarkopeni sıklığını anlamlı olarak artırdığı görülmektedir. Yaş ortalaması vaka grubunda, kadın cinsiyet oranı kontrol grubunda yüksek saptanmıştır. Diğer sosyodemografik özellikler yönünden vaka ve kontrol grubu birbirine benzer özellikte saptanmıştır. Analizlerde diyabet yaşı, diyabet komplikasyonları ve glisemik seviye ile sarkopeni arasında anlamlı bir ilişki saptanamamıştır. Deneklerin vücut kompozisyon ve antropometrik ölçümlerine bakıldığında vaka grubundaki deneklerin daha yüksek kilo, VKİ ve yağ kitlesi miktarına ve daha geniş bel çevresi, baldır çevresi ve üst kol çevresi ölçülerine sahip oldukları saptanmıştır. Yaşam kalitesinin daha da bozulmaması için diyabet ve sarkopeni açısından taramalar yapılmalı ve gereken önlem ve tedaviler uygulanmalıdır. The increase in the elderly population and prevalence of diabetes result in a rapid increase in the number of elderly diabetic patients. The prevalence of sarcopenia is higher in diabetics than normal population, and it negatively affects quality of life. Aim of this study is to investigate the relationship between diabetes and sarcopenia and to clarify the factors affecting the frequency and severity of sarcopenia in diabetic patients. Subjects who applied to Başkent University outpatient clinics were included. Variables of patients who agreed to participate were compared in a diabetic case group and a non-diabetic control group. Student T Test and Mann-Whitney U Test were used for comparison of two groups, and Kruskal-Wallis Test for more than two groups. Pearson Chi-Square Test and Fisher Exact Test or Yates Test were used for categorical variables. The case group contained 66 (50.8%) subjects and 64 subjects (49.2%) in the control group. Sarcopenia was detected in 16.2% (n=21) of subjects. Of the subjects 3.9% (n=5) were sarcopenic and 12.3% (n=16) were severe sarcopenic. Of these, 24.2% (n=16) were in the case group and 7.8% (n=5) were in the control group, and it seems that diabetes significantly increases the frequency of sarcopenia. The mean age was higher in the case group and the female sex ratio was higher in the control group. In terms of other sociodemographic characteristics, the case and control groups were found to be similar. No significant relationship was found between the age of diabetes, diabetic complications, glycemic level and sarcopenia. It was determined that the subjects in the case group had higher weight, BMI and fat mass, larger waist circumference, calf circumference and upper arm circumference. In order not to deteriorate the quality of life, screening for diabetes and sarcopenia should be performed and necessary precautions and treatments should be applied.Item Adölesan gebeliklere toplum nasıl bakıyor ve sağlık çalışanlarından neler bekliyor?(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Salgür, Funda; Kut, AltuğAdölesan dönemdeki gebeliklere toplumların bakışı, o toplumun sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik düzeyi ile de yakından ilişkilidir. Bu çalışmada adölesan gebeliklere toplumun nasıl baktığını ve halkın bu konuda sağlık çalışanlarından beklentilerinin ne olduğunu gözlemlemek amaçlanmıştır. Başkent Üniversitesi Ümitköy Polikliniği'ne başvuran 980 kişi araştırma evrenini oluşturmaktadır.Tanımlayıcı-kesitsel bir araştırma olarak yürütülen bu çalışmada, veriler yüzyüze anket uygulanarak toplanmıştır. 4 ayda toplanan verilerin analizinde istatistiki olarak SPSS21.0 programı kullanılmıştır. Çalışmaya katılan 980 kişinin %53,6'sı (n=525) kadın, %46,4'ü (n=455) erkek olup, yaş ortalaması 41,0±14,7 (19-64) olarak bulunmuştur. Çalışmaya katılanların %80,3'ü adölesan gebelikleri sakıncalı bulmuş, bunun nedenini ise sağlık açısından sakıncalı (%64,9) olarak değerlendirmiştir. Adölesan gebeliklerin önlenmesi, var olan gebeliklerin de daha sık ve yakın takibinin gerekli olduğu belirtilmiştir. Son on yılda aile ve yakın akrabalarında adölesan gebelik olanların %75,4'ünün bu durumu onaylamadığı görülmüştür. Çalışmaya katılanların var olan kanunları yetersiz bulduğu ve bu konuda kadınların kanunlarla kendilerini koruma altına almak istedikleri gözlenmiştir. Nikah konusunda özellikle medeni nikahın yanında dini nikahın da gerekli görüldüğü (%58,8) tespit edilmiştir. Cinsellik konusunda gençlerin daha çok dini kıstasları kendilerine yol gösterici olarak kullandığı izlenen çalışmada toplumun, cinsellik ve adölesan gebelikler konusunda bilinçlenmek için sağlık alanında Aile Hekimlerini kendilerine yol gösterici olarak gördükleri ve bu konunun eğitimle aşılabileceğini düşündükleri bulunmuştur. Eğitimin de medya aracılığıyla ve okullarda eğitim müfredatına bu konuların eklenmesiyle başarılabileceği belirtilmiştir. Çalışmadan elde edilen sonuçlarda adölesan gebelikleri onaylamada hane geliri ve cinsiyetin etkili olduğu bulunmuştur. Sonuç olarak adölesan gebelikler azaltılmalı, bu konuda eğitim ve medya aracılığı ile halk bilinçlendirilmelidir. Sağlık alanında ise Aile Hekimleri adölesan gebelikler konusunda daha etkin bir rol oynamalıdır. Var olan adölesan gebeliklerin ise daha sık ve dikkatli takip edilmesi gereklidir. The standpoint of populations to adolescent pregnancies can differ according to the socio-cultural and socio-economic status of that specific population.This study, aims to identify the standpoint of the population and healthcare expectations of the public. The study sample comprises of 980 patients admitting to the outpatients clinics of the Baskent University in Ankara-Turkey. Data of this descriptive cross-sectional study are collected by performing a questionnaire in a face to face manner. All data, which is collected in four months, are processed by the SPSS program version 21.0. Of the 980 subjects 53.6% (n=525) were female and 46.4% (n=455) were male, with an average age of 41.0±14.7 (19-64)for the whole study group. This study reveals that 80.3% of the population is against adolescent pregnancies,with a major objection of health outcomes (64.9%).Subjects also stated that these pregnancies have to be prevented and those who already exist have to be followed-up more closely. We observed that, 75.4% of those who have an adolescent pregnant in their family within the last ten years do not approve the situation. Subjects also stated that legal regulations are insufficient and especially women tent to protect themselves using these regulations. Most of the subjects (58.8%) prefer religious marriagealong with civil marriage. The study is also indicating that the youth is using religious criteria as guidance for their sexuality; and accepting family physicians as mentors in increasing awareness for sexual knowledge and adolescent pregnancies. They are also claiming that this issue has to be solved by performing continuous public educations; and this education has to be done via using the media tools and inserting these issues into high school curricula. In conclusion; adolescent pregnancies should be reduced and people should be informed about this issue through education and the public media. On the other hand, family physicians should play a more active role in adolescent pregnancies. Furthermore already existing Adolescent pregnancies have to be followed-up more frequently and more carefully.Item Ailesinde diyabet olan geç adölesanlar sağlık risklerinin ne kadar farkındalar ?(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Özbakır, Zeliha; Kut, AltuğDiyabetes Mellitus (DM), günümüzde daha genç yaşlarda ortaya çıkmakta ve görülme sıklığı giderek artmaktadır. Diyabetik birey, ailenin diğer üyelerini de etkilemektedir. Ailede bulunan çocuk ve adölesanların en çok etkilenen grubu oluşturduğu düşünülmektedir. Ailedeki diyabetik bireyin, birçok davranış ve düşünce modelinin oluştuğu geç adölesan dönemdeki birey üzerine etkisini inceleyen yeterli çalışmaya rastlanmamıştır. Bu çalışmanın amacı, ailesinde DM hastası bulunan geç adölesanların sağlık riski farkındalıklarını belirlemektir. Çalışma Ocak 2015- Mart 2015 tarihleri arasında, Ankara Başkent Üniversitesi Bağlıca Kampüsü’nde öğrenimine devam etmekte olan, rastgele seçilen, çalışmaya katılmayı kabul eden toplam 385 geç adölesan ile yürütülmüştür. Geç adölesanların demografik özellikleri, spor ve diyet yapma alışkanlıklarını, ara öğün tüketme alışkanlıklarını, ara öğünde tüketilmesini düşündükleri sağlıklı besin seçimlerini, DM ile ilgili bilgi, tutum ve davranışlarını ölçmeye yönelik hazırlanmış 33 soruluk anket formu ile Sağlık Anksiyete Ölçeği- Kısa Formu (SAÖ-KF) katılımcılara uygulanmıştır. Ailesinde DM hastası olan ve olmayan şeklinde katılımcılar, iki grup olarak incelenmiştir. Aileside DM bulunan geç adölesanların, ara öğünlerde tüketilebilecek sağlıklı besin seçimleri, diğer gruba göre anlamlı farklılık göstermiştir. Ailesinde DM olan geç adölesanların, “DM için riskli grupta olan bir kişinin riskini azaltmak için beslenmesinde dikkat etmesi gerekenler” konusunda daha fazla doğru tutuma sahip olduğu görülmüştür. Bunların haricindeki verilerde istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmamıştır. Sonuç olarak, ailesinde DM olan geç adölesanların sağlık riski farkındalıklarının yeterli olmadığı düşünülmektedir. DM açısından risk grubunda olan ailesinde DM olan geç adölesanlarda davranış değişiklikleri geliştirmek ve farkındalıklarını arttırmak, DM ile mücadelede koruyucu bir önlem olacaktır. Diabetes Mellitus, emerges in younger age groups and has an increasing insidance at the present. A diabetic member in a family influences the others as well. Children and adolescents in the family are thought to be influenced most. Late adolescence is thought to be a period an adolescent establish the way of thinking and attitude. There is not enough study about the influnce of diabetic member in the family on late adolescents. The aim of this study is to assess the awareness of late adolescents who has a diabetic relative of the health risk factors related to this. This study is conducted with voluntarily participated 385 late adolescent who were randomly chosen among the students of Bağlıca Campus of Ankara Başkent University between January 2015 and March 2015. Late adolescents were given a questionaire of 33 questions which aimed to determine their demographical characteristics, their habits related to diet and exercise and their knowledge, attitude and behavior about diabetes mellitus together with short form of Health Anxiety Scale. The participants were grouped into two as the ones with a diabetic member in their family and ones without. The healthy snack food choices of the late adolescents with a diabetic member in their family were significantly different from the other group’s. Attitude of the late adolescents who have a diabetic member in their family towards “The things a person with a risk of diabetes mellitus should care about his diet to decrease the risk” was significantly more correct from the other group The other variables revealed no significant difference statistically between the two groups. In conclusion, late adolescents wıth a diabetic family member are not sufficiently aware of the health risks they have due to this. Improvement of the awareness and behavior of the late adolescents with a diabetic family member will be a preventive action towards diabetes mellitus.Item Antihipertansiflerle arteriyel kan basınçları kontrol altına alınamayan hastaların psikososyal açıdan değerlendirilmesi ve SSRI'ların (sertralin) hipertansiyon kontrolüne etkisi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2008) Göktekin, Celalettin; Kut, AltuğBu çalışmada, hipertansiyona eşlik eden psikiyatrik komorbit durumları saptamayı, psikiyatrik komorbiditesi olan hastalarda bu durumların tedavisiyle hipertansiyon tedavisindeki başarı oranının artırılabileceğini, böylece hastaların yaşam kalitelerinin iyileştirilebileceğini göstermeyi amaçladık. Çalışmaya, 20.06.2007-29.09.2007 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Hastanesi kardiyoloji polikliniklerine başvuran ve aynı zamanda hipertansiyon tedavisi almakta olan 273 hasta alınmıştır. İlk değerlendirme sırasında hastalarımıza sosyodemografik veri formu, SF-36 yaşam kalitesi soru formu ve KıSA soru formu doldurtuldu ve 24 saatlik ambulatuar kan basıncı ölçümleri yapılarak kaydedildi. Bu değerlendirmeyle hastaların kan basınçlarının seyri, psikiyatrik komorbidite, sistemik hastalık varlığı ve yaşam kaliteleri değerlendirildi. KıSA soru formunun değerlendirmesi doğrultusunda psikiyatrik komorbidite saptadığımız tüm hastalarımıza SSRI (1x50 mg Sertralin) tedavisi başlandı. Sekiz haftalık izlem sonrasında hastaların SF-36, KıSA ve ambulatuar kan basıncı ölçümleri tekrarlanarak SSRI kullanan ve kullanmayan gruplar arasındaki farklılıklar incelendi. Çalışmamıza katılan 273 hastanın kadın-erkek oranı 1:0,85 ve yaş ortalaması 60,43±0,62 olarak bulundu. Bu hastaların %26’sında antihipertansif tedaviye karşın kan basıncı kontrolü istenen düzeyde değildi. Ayrıca kontrolsüz hipertansiyonu olan hastaların %91,6’sında sistemik başka ek hastalık, %74,6’sında psikiyatrik bir hastalık eşlik etmekteydi ve genel olarak yaşam kaliteleri daha kötüydü. Kontrolsüz hipertansiyonun yanı sıra psikiyatrik komorbiditesi bulunan 53 hastanın %81,1’inin SSRI tedavisi ile kan basınçlarının istenen düzeylere çekilebildiği, aynı zamanda yaşam kalitelerinin de yükseldiği görüldü. Sonuç olarak, kan basıncı yüksek seyreden hipertansif hastaların ek sistemik ya da psikiyatrik hastalık bulunma durumunun daha dikkatli araştırılmasını ve psikiyatrik hastalık saptanan olgulara antidepresan tedavi verilmesini önermekteyiz. The aim of this study was to identify psychiatric comorbidity in hypertensive patients, to investigate how the success of antihypertensive therapy will change by treating these psychiatric diseases, and to demonstrate that quality of life will get improved by these interventions. The study was performed between 20.06.2007-29.09.2007 on 273 hypertensive patients treated at the cardiology outpatient clinics of the Baskent University Ankara Hospital. The subjects filled out a sociodemographic data form, SF-36 quality of life scale, the Brief PHQ and underwent an ambulatory blood pressure screening for 24 hours at the beginning of the study. These investigations defined the status of the blood pressure, the presence of psychiatric and systemic disorders, and the quality of life level of each subject. All patients with a psychiatric disorder were prescribed with a SSRI (Sertralin 50 mg per day). After 8 weeks of follow up the SF-36 scale, Brief PHQ and ambulatory blood pressure screening were repeated to demonstrate differences between patients using an SSRI and those not. The female-to-male ratio was 1:0.85 with a mean age of 60.43±0.62 between 273 patients patricipating in the study. Among the subjects 26% had insufficiently regulated blood pressure measurements despite of antihypertensive therapy. Among patients with insufficiently regulated blood pressure, 91.6% had coexisting secondary diseases, 74.6% had a comorbid psychiatric disorder, and usually a poor quality of life. The treatment of patients with insufficiently regulated blood pressure and coexisting psychiatric disorders using an SSRI was able to imrove blood pressure regulation and quality of life in 81.1% of these patients. As a conclusion, clinicians have to investigate much carefully the comorbidity of psychiatric disorders and secondary diseases in hypertensive patients and consider an antidepressant therapy to improve blood pressure control and quality of life.Item Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi Endokrinoloji Polikliniğine başvuran tip 2 diabetes mellitus hastalarında D vitamini eksikliğinin bilişsel fonksiyonlar üzerine etkisi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Yeğin, Zehra; Kut, AltuğD vitamini yetersizliği ve eksikliği, dünyada ve ülkemizde önemli sağlık sorunlarının baĢında gelmektedir. Yaygın toplumsal etkileri olan bu sağlık problemi morbidite ve mortalite ile yakından iliĢkilidir. D vitamininin sinir sistemine olan etkileri anlaĢıldıktan sonra, biliĢsel fonksiyonlara olan etkileri gündeme gelmiĢ ve birçok bilimsel çalıĢmaya konu olmuĢtur. Diyabet hastalığı, önemli bir halk sağlığı sorunu olup; vücutta birçok doku ve organı etkilemekte, uzun dönemde biliĢsel fonksiyonlarda da bozulmaya yol açabilmektedir. Yapılan çalıĢmalar diyabet hastalarında D vitamini eksikliğinin sık görüldüğünü göstermektedir. Son zamanlarda D vitaminin diyabet ve biliĢsel fonksiyonlar üzerine etkisi önemli araĢtırmalara konu olmuĢtur, ancak hala bu konuda yeterli sayıda çalıĢma bulunmamaktadır. Bu çalıĢmada Tip 2 diyabetes mellitus (DM) hastalarında saptanan D vitamini eksikliğinin biliĢsel fonksiyonlar üzerine etkisi araĢtırılmıĢtır. Bu amaçla; D vitamini eksikliği olan 118 Tip 2 DM hastası denek grubu, D vitamini eksikliği olamayan 118 Tip 2 DM hastası da kontrol grubu olarak çalıĢmaya dahil edilmiĢtir. ÇalıĢma gruplarının biliĢsel fonksiyonları Mini Mental Durum Değerlendirme Testi (MMSE) ile değerlendirilmiĢtir. Bu test ile hastaların oryantasyon, kayıt hafızası, dikkat ve hesap yapma, hatırlama ve lisan durumu hakkında veri toplanmıĢtır. Sonuç olarak; katılımcıların D vitamini düzeyi ile biliĢsel fonksiyonları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır. Vitamin D insufficiency and deficiency is one of the major health problems in the world and in our country. This health problem, which is a common community concern, is closely associated with morbidity and mortality. After understanding the effects of vitamin D on the nervous system, dabates regarding the effects on cognitive functions has been made, which were later on subject to many scientific studies. Diabetes mellitus (DM) is a major public health concern, which affects many tissues and organs in the body and in the long term also may lead to deterioration in cognitive functions. Studies demonstrate that vitamin D deficiency is common in patients with diabetes. Recently, vitamin D effects on diabetes and cognitive functions has been the subject to a lot of major research, but studies on this issue are stil insufficient. This study investigated the effects of vitamin D deficiency in patients with Type 2 DM on cognitive functions. For this goal; 118 Type 2 DM patients with vitamin D deficieny were included as a subject group, and 118 Type 2 DM patients without vitamin D deficiency were included in the study as a control group. The cognitive functions of study groups were evaluated with Mini Mental Status Examination Test (MMSE). By this test, data were collected about the orientation, registration, attention, calculation, recall and language abilities of patients. Ġn conclusion; there was no significant correlation between vitamin D levels and cognitive functions of participants.Item Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi’ne ağrı şikâyeti ile başvuran hastaların sosyodemografik özelliklerinin ve ağrı durumlarının değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Dumanlı, Doğuş; Kut, AltuğÇalışmanın amacı kronik ağrı ile sosyodemografik özelliklerin ilişkisini ve kronik ağrıda uygulanan tedavi yaklaşımlarını inceleyerek Aile Hekimlerine kronik ağrı yönetiminde yol göstermektir. Bir üniversite hastanesinin polikliniklerine 01.12.2011-01.12.2019 tarihleri arasında başvurarak hekimler tarafından ‘kronik ağrı’ tanısı konan 3106 bireyden dışlama kriterleri sonrasında kalan 997 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Hastaların sosyodemografik özellikleri ve verileri istatistiksel açıdan değerlendirilmek üzere SPSS (Statistical Package for Social Sciences) programına kayıt edildi. Hastaların yaş ortalaması 62,68±16,29 yıl (16-98 yıl) idi. Toplam 997 hastadan dosyasında sigara kullanım verileri bulunabilen 589 hastadan %23,2’si, alkol kullanım bilgisi olan 499 hastadan %8,8’i alkol kullanmakta idi. Hastaların %81’inde (n=808) en az bir kronik hastalık saptandı. Başvuru öncesinde kronik hastalıklarından bağımsız olarak ağrı nedeniyle tedavi almış olanların oranı %64,6 (n=644) olarak saptandı. Çalışmaya dahil edilen hastaların yüzde %4 (n=40)’ünün poliklinik başvurusu öncesi almış olduğu tedaviye devam ettiği saptandı. Hastaların beyanına göre, başvuru sırasında yapılan tedavi değişikliği %76,4 oranında fayda sağlamıştır. Yapılan analizlerde tedaviye yanıt sosyodemografik değişkenlerle istatistiksel bir ilişkide değildir. Başvuru öncesi tedavi alanlarla almayanların tedavi yanıtları arasında da fark bulunamamıştır. Bu çalışma ile kronik ağrıda demografik özelliklerin ve hastaların birinci basamağa başvuruları öncesinde aldıkları tedavilerin, hastaların ağrı kontrollerini sağlamakta etkili olmadığı görülmüştür. The aim of the study is to guide family physicians in chronic pain management by examining the relationship between chronic pain and sociodemographic characteristics and the treatment approaches applied in chronic pain. Of the 3106 individuals who applied to the polyclinics of a university hospital between 01.12.2011 and 01.12.2019 and were diagnosed with 'chronic pain' by physicians, 997 patients who remained after the exclusion criteria were included in the study. Sociodemographic characteristics and data of the patients were registered to the SPSS (Statistical Package for Social Sciences) program to be evaluated statistically. The mean age of the patients was 62.68±16.29 years (16-98 years). Of a total of 997 patients, 23.2% of 589 patients whose files could contain smoking data, and 8.8% of 499 patients with knowledge of alcohol use were using alcohol. At least one chronic disease was detected in 81% (n=808) of the patients. The rate of those who received treatment for pain regardless of their chronic diseases before admission was 64.6% (n=644). It was determined that 4% (n=40) of the patients included in the study continued the treatment they had received before their outpatient clinic application. According to the statements of the patients, the change in treatment at the time of admission provided a benefit of 76.4%. In the analyzes performed, the response to treatment was not statistically correlated with sociodemographic variables. There was no difference between the treatment responses of those who received treatment before admission and those who did not. In this study, it was observed that the demographic characteristics of chronic pain and the treatments that the patients received before their admission to the primary care center were not effective in providing the pain control of the patients.Item Bir Üniversite Hastanesinde hastaların kemik dansitometre tetkik sonuçları ile sosyodemografik özelliklerinin ve osteopeni risk faktörlerinin incelenmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2023) Birlik, Şeyma Berfu; Kut, AltuğBu çalışmanın amacı, kemik mineral yoğunluk ölçümü normal ve osteopenik olan hastaları inceleyerek sosyodemografik özellik, tıbbi özgeçmiş, soygeçmiş ile osteopeni arasındaki ilişkiyi araştırmaktır. Hipotezimiz, osteopeniyi öngörmeyi sağlayan faktörler olduğu yönündedir. Bu çalışma için Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi polikliniklerine Aralık 2011-Aralık 2021 tarihleri arasında herhangi bir nedenle başvuran ve DXA ile kemik dansitometre ölçümü yapılan 3318 hastanın verileri hastane elektronik bilgi yönetim sistemi üzerinden retrospektif olarak taranmış ve araştırmaya dahil edilme kriterlerini sağlayan 769 hastaya ait veri çalışmaya dahil edilmiştir. Kategorik değişkenlerin analizinde Pearson Ki-Kare ve Fisher Exact testi kullanılmıştır. Bağımsız iki grup karşılaştırmalarında Bağımsız Örneklem T Testi ve Mann Whitney U Testi kullanılmıştır. Sürekli değişkenlerin birbirleri ile ilişkileri değerlendirilirken Spearman korelasyon analizi kullanılmıştır. Tek ve çok değişkenli analizlerde binary lojistik regresyon analizi kullanılmıştır. Çalışmaya alınan hastaların %32,8’inin (n=252) kemik dansitometre sonucu normal, %67,2’sinin (n=517) osteopeniktir. Çalışma grubunun %92,7’si (n=713) kadındır. Hastaların %56,2’sinde (n=432) primer osteoporoz, %43,6’sında (n=335) sekonder osteoporoz, %0,3’ünde (n=2) idyopatik osteoporoz mevcuttur. Erkeklerde etyolojide sekonder nedenler daha fazla saptanmıştır. Yaş artışının osteopenik olma riskini artırdığı gözlenmiştir. Kemik dansitometrisi normal olan hastalar ile karşılaştırıldığında osteopenik hastaların yaş ortancası, düşme öyküsü varlığı, kreatinin değerleri daha yüksek, mcv, trigliserid, alt, tsh değerleri daha düşük bulunmuştur. BKİ hesaplamasında zayıf olan hastalarda osteopeni daha sık gözlenmiştir. Ailesinde osteoporoz veya osteoporotik kırık öyküsü olan hastalarda frajilite kırığı gözlenmemiştir. FRAX 10 yıllık kalça kırığı riski erkeklerde daha yüksek saptanmıştır.Osteoporoz ve kırıkların yarattığı morbidite ve mortaliteyi azaltabilmek amacıyla bireysel risk faktörleri hastalarda araştırılmalı ve gereken önlem ve tedaviler uygulanmalıdır.The aim of this study is to investigate the relationship between sociodemographic characteristics, medical history, family history and osteopenia by examining patients with normal and low bone mineral density measurement. Our hypothesis is that there are factors that predict osteopenia. For this study, the data of 3318 patients who applied to Başkent University Ankara Hospital outpatient clinics for any reason between December 2011 and December 2021 and whose bone densitometry measurements were made by DXA were scanned retrospectively through the hospital electronic information management system. Data of 769 patients who met the inclusion criteria were included in the study. Pearson Chi-Square and Fisher Exact tests were used for the analysis of categorical variables. Independent Sample T Test and Mann Whitney U Test were used to compare two independent groups. Spearman correlation analysis was used to evaluate the relationships of continuous variables with each other. Binary logistic regression analysis was used for univariate and multivariate analyses. Bone densitometry density measurements of the patients included in the study were normal in 32,8% (n=252) and low in 67,2% (n=517). Female patients constituted 92.7% (n=713) of the study group. Primary osteoporosis was present in 56.2% (n=432), secondary osteoporosis in 43.6% (n=335), and idiopathic osteoporosis in 0.3% (n=2) of the patients. Secondary causes were found to be more common in the etiology of osteopenia in male patients. In our study, increasing age increased the risk of osteopenia. When the patients with normal and low bone densitometry measurements were compared, the median of age, the presence of history of fall, creatinine values were higher, and mcv, triglyceride, lower, and tsh values were found to be lower in osteopenic patients. Low bone mineral density was observed more frequently in patients with low BMI. Fragility fracture has not been observed in patients with a family history of osteoporosis or osteoporotic fractures. The 10-year probability of hip fracture determined with the FRAX was found to be higher in men.In order to reduce the morbidity and mortality caused by osteoporosis and osteoporotic fractures, individual risk factors should be investigated in patients. Then, necessary precautions and treatments should be applied.Item Birinci basamak sağlık hizmetleri uygulamasında periyodik sağlık muayenesi konusu hakkında birinci basamaklı klinisyenlerinin bilgi, tutum ve davranışları(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Aydemir, Sinem; Kut, AltuğPeriyodik sağlık muayenesinin amacı kişilerin asemptomatik dönemlerindeyken risk faktörlerinin ve tedavi edilebilir hastalıklarının erken belirtileri tespit edilerek mortalite ve morbiditelerini azaltmaktır. Birinci basamak sağlık uygulamasında aile hekimleri sağlık danışmanlığı ve hastalıkların erken tanısının konmasında ve birinci basamak sağlık hizmetlerinin etkili sunulmasında önemli bir yere sahiptir. Ülkemizde aile hekimlerinin PSM hakkındaki bilgi, tutum ve davranış durumlarını gösteren bir çalışmaya rastlanmamıştır. Bu çalışmanın amacı birinci basamak sağlık hizmetlerinde PSM hakkında birinci basamak klinisyenlerinin bilgi, tutum ve davranışlarının belirlenmesidir. Tanımlayıcı tipteki bu çalışma Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden 7 coğrafi bölgeden güç analizi sonucu tabakalı örneklem yöntemi ile belirlenen 629 aile hekimliği uzmanı ve aile hekimi sertifikalı pratisyen hekimin katılımıyla yürütülmüştür. Aile hekimlerine 29 sorudan oluşan “Birinci Basamak Sağlık Hizmetleri Uygulamasında Periyodik Sağlık Muayenesi Konusu Hakkında Birinci Basamak Klinisyenlerinin Bilgi, Tutum ve Davranışları” anket formu uygulanmıştır. Çalışmaya katılan aile hekimlerinin ortalama yaşı 41,91±7,81 (27-66) yıl iken %58,2’si erkek, %87,6’sı evli, %82,5’i en az bir çocuk sahibidir. Bunların %19,4’ü aile hekimliği uzmanıdır. Aile hekimlerinin %37,8’i PSM hakkında eğitim aldıklarını ve %55,3’ü hastalarına PSM uyguladıklarını belirtmişlerdir. Aile hekimliği uzmanı olmanın olmamaya göre PSM yapmayı 4 kat arttırdığı saptanmıştır. Genel olarak toplam bilgi, tutum ve davranış soruları değerlendirildiğinde ise Marmara bölgesindeki aile hekimlerinin diğer bölgelere göre anlamlı olarak bilgi, tutum ve davranış sorularına daha fazla sayıda doğru cevap verdikleri saptanmıştır. Verilere göre, aile hekimliği uzmanlarının diğer aile hekimlerine göre bilgi, tutum ve davranışları daha doğru ve uygundur. Uzman olsun ya da olmasın tüm aile hekimlerinin PSM konusunda eğitilmesi ve uygun kılavuzlarla desteklenmesi PSM uygulamasının daha yaygın olarak yapılmasını sağlayacak ve birinci basamak uygulamalarını daha iyi ve sürdürülebilir hale getirecektir. The goal of periodical health examination (PHE) is decreasing mortality and morbidity rates of people by identifying their risk factors and early symptoms of their curable diseases when they are asymptomatic. Family physicians have an important role with health counseling and early diagnosis of diseases due to their significant position in the primary care practice. There were no studies that show the knowledge, attitude and behavior of primary care clinicians in our country regarding PHE in our country. The purpose of this study is to identify the knowledge, attitudes and behaviors of primary care clinicians about PHE. A stratified sampling metod was used to select 629 family physicians from 7 geographical regions of Turkey. A questionnaire was administered to family physicians which consisted of 29 questions to evaluate descriptive features, knowledge, attitudes and behaviors of primary care clinicians. The mean age of family physicians was 41,91±7,81 (27-66), 58,2% were men, 87,6% were married, 82,5% had at least one child. 19,4% of family physicians were family physicians specialist. 37,4% of them stated that they were educated about PHE and 55,3% of them have practiced PHE to the patients. PHE practice ratio was 4 times more in family physician specialist then others. When evaluating total knowledge, attitude and behavior questions family physicians in the Marmara region significantly gave correct answers then family physicians in the other regions. According to the logistic regression analysis, the only significant factor affecting the status of periodic health examination practice was being family medicine specialist. According to the data gathered, family physicians specialist had better knowledge, attitudes and behaviors then other family physicians. Supporting all family physicians, specialist or not, with screening tools which are standardized and relevant to community health needs, would ease performing PHE and make the primary care services better and sustainable.Item Birinci basamak sağlık hizmetlerinde sosyoekonomik seviyeye göre gebelerin oral glukoz tolerans testine bakışlarında medyanın rolü(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2021) Güven, Hatice Cemre; Kut, AltuğGestasyonel diabetes mellitus (GDM), gebelik öncesinde diyabet tanısı olmayan gebelerde iki ya da üçüncü üç aylık dönemde ortaya çıkan karbonhidrat intoleransıdır. GDM gebelikte en sık görülen komplikasyon olup, prevalansı artış göstermektedir. GDM varlığında maternal, fetal ve yenidoğan komplikasyonlarının arttığı yönünde literatürde pek çok araştırma bulunmaktadır. Bu nedenle konu ile ilgili tüm tıp disiplinleri ve kılavuzlar, 24- 28 gebelik haftası arasındaki tüm gebelere Oral Glukoz Tolerans Testi (OGTT) yapılarak, gebelerin GDM açısından taranmasını önermektedir. Hastalığın erken tanısı, uygun tedavisi ve postpartum takibi ile anne ve bebekte morbidite ve mortalitede azalma olduğu gösterilmiştir. Ülkemizde bir anne adayının Sağlık Bakanlığı’nın gebe izlem protokolü kapsamında gebeliği boyunca en az dört kez Aile Hekimliği’nde izleminin yapılması gerekmektedir. Bu bağlamda gebelere ulaşmak için en önemli merkez olan Birinci Basamak Sağlık Hizmetleri’nde, Aile Hekimleri tarafından takip edilen gebelerde sosyoekonomik seviyeye göre OGTT yapılma oranını belirlemek ve gebelerin bu testle ilgili hangi hekim tarafından bilgilendirildiğini saptamak, bu testin yaptırılmamasındaki etmenleri belirlemek ve bu konuda medyanın rolünü sorgulamak amaçlanmıştır. Araştırma, Ankara ili Çankaya ilçesindeki Aile Hekimlikleri’ne 01.09.2019- 01.09.2020 tarihleri arasında başvuran, dahil edilme kriterlerini sağlayan hastalar arasından örneklem genişliği hesaplanarak, 334 gebeden gönüllü bilgilendirilmiş onam formu alınarak yürütülmüştür. Bu çalışmada düşük sosyoekonomik seviyedeki gebelere OGTT hakkında Aile Hekimi tarafından bilgi verilmediğinde, medyanın olumsuz etkisi ile gebelerin bu testi yaptırmak istemedikleri ya da bu testi yaptırmakta kararsız oldukları saptanmıştır. Birinci basamakta OGTT konusunda yapılan hasta bilgilendirmeleri ve bu konuda gebeleri etkileyen diğer faktörler belirlenerek gebelerin ve bilinçlendirilmesi konusunda uygulanabilecek olan yöntemlere katkı sağlamak amaçlanmıştır. Gestational diabetes mellitus (GDM) is carbohydrate intolerance which occurs in the second or third trimester of pregnancy in pregnant women who were not diagnosed with diabetes before pregnancy. GDM is the most frequent complication in pregnancy and its prevalence is increasing. There are many researches in the literature suggesting that maternal, fetal and neonate complications increase in the presence of GDM. Therefore, all medical disciplines and guidelines regarding the subject recommend that all pregnant women between 24-28th weeks of gestation should be screened for GDM by applying Oral Glucose Tolerance Test (OGTT). Through the early diagnosis, appropriate treatment and postpartum follow-up of the disease, it has been shown that there is a decrease in morbidity and mortality in mother and baby. In our country, an expectant mother is required to be followed up in Family Medicine at least four times throughout her pregnancy within the scope of the monitoring protocol of the Ministry of Health. In this context, in Primary Health Care Services which is the most important center to reach pregnant women, to determine the rate of OGTT according to socioeconomic level in pregnant women followed up by family physicians and to determine by which physician the pregnant women are informed about the test, to specify the factors in not having this test and to question the role of media in this matter is aimed. This research was conducted by figuring the sample range among the patients who applied to the Family Practises in Çankaya district of Ankara between 01.09.2019 and 01.09.2020 and met the inclusion criteria, and taking voluntary informed consent forms from 334 pregnant women. In this study, it was determined that when having not been informed about OGTT by Family Practice, through the negative effect of the media the pregnant women with low socioeconomic status either do not want to have this test or are hesitant to have this test. It is aimed to contribute to the methods that can be applied in raising the awareness of pregnant women by determining patient information about OGTT in primary care and determining other factors affecting pregnant womenItem Empagliflozin ve dapagliflozin kullanan hastaların vücut kitle indeksi ve hemoglobin A1C değişimlerinin araştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2022) Alyamaç Yaşar, Merve; Kut, AltuğAmaç: Bu çalışmada Başkent Üniversitesi Aile Hekimliği ve Endokrinoloji Polikliniği’ne başvuran ve 3 ay süre ile Empagliflozin veya Dapagliflozin kullanan hastalardaki VKİ (Vücut Kitle İndeksi), HbA1c ve lipid profilinde meydana gelen değişimin incelenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: 1 Kasım 2019 - 31 Ekim 2020 tarihleri arasında Polikliniklerimize başvuran, Empagliflozin veya Dapagliflozin reçete edilen hastalar incelenmiş ve 473 hastanın verileri araştırılmıştır. Bu hastalar içinde en az 3 ay süreyle bu ilaçlardan birini kullanan, 3. ayda 2. vizitine gelmiş olan, vücut ağırlığı, vücut kitle indeksi, bel çevresi, HbA1c düzeyleri, HDL, LDL, trigliserit, açlık kan şekeri, ürik asit ve kreatinin değerleri her vizitinde eksiksiz olarak kaydedilmiş olan 123 hasta araştırmaya dahil edilmiştir. Yukarıda sayılan ve 3 aylık aralıklarla ölçülen parametreler birbirleriyle karşılaştırılarak değerlendirildi ve analiz edildi. Bulgular: Hastaların başlangıç ve kontrol vizitlerindeki vücut ağırlığı, vücut kitle indeksi, HbA1c, bel çevresi, HDL, LDL, trigliserit, ürik asit, açlık kan şekeri değerleri arasında anlamlı fark saptandı (p<0,001). Hastaların HDL düzeyleri 2. vizitte yükselirken, diğer tüm değerlerinde azalma meydana geldiği izlendi. Sonuç: SGLT-2 inhibitörlerinin klinik olarak anlamlı ve etkili bir şekilde glisemik kontrol sağladığı, VKİ ve vücut ağırlığında azalmaya neden olduğu saptanmıştır. Buna ek olarak hastaların lipid profillerinde düzelmeye katkısı olduğu da anlaşılmıştır. Bu sonuçlar SGLT-2 inhibitörlerinin özellikle kardiyak hastalıklar açısından risk faktörleri bulunan diyabetik hastalarda rahatlıkla kullanılabileceğini ve obez veya fazla kilolu hastalarda, kilo kaybı sağlaması açısından da tercih edilebilecek ajanlar olduğunu ortaya koymaktadır. Aim: The aim of this study is to measure the difference in Body Mass Index (BMI), HbA1c levels and lipid profile in patients using Empagliflozin or Dapagliflozin for three months; attending the Family Medicine and Endocrinology outpatient clinics at Başkent University. Material and Methods: Patients attending our outpatient clinics were investigated and data of 473 patients who attended to our clinics between 1st of November 2019 and 31st of October 2020 and prescribed with Empagliflozin or Dapagliflozin were investigated. Off the 473 patients ee included 123 patients using one of SGLT-2 inhibitors, and whose body weight, BMI, waist circumference, glycolised hemoglobin levels, HDL, LDL, triglycerides, blood glucose, uric acid and creatinine levels were measured in every follow-up visit. The parameters listed above and measured at 3-month intervals were compared with each other, evaluated and analyzed. Results: There was a significant difference between the body weight, body mass index, HbA1c, waist circumference, HDL, LDL, triglyceride, uric acid, and fasting blood glucose values at the baseline and follow-up visits of the patients (p<0.001). While HDL levels of the patients increased in the follow-up visit, we observed that all other values decreased significantly (p<0.001). Discussion: We found that SGLT-2 inhibitors provide clinically significant and effective glycemic control and decrease BMI and body weight. In addition, we found that it contributed to improve the lipid profile of the patient. These results showed that SGLT-2 inhibitors can be used easily in diabetic patients with risk factors for cardiac diseases, and they are agents that can be preferred in terms of weight loss in obese or overweight patients.Item Emziren annelerde meme başı problemlerinin yaşanma sıklığı, oluşumunu etkileyen faktörler ve emzirme üzerine etkisi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2022) Güler Özdemir, Hasibe Ece; Kut, AltuğEmzirme, anne ile bebek arasında fiziksel, hormonal, psikolojik paylaşım sağlayan, anne ve bebeğe de yakın ve uzun vadede yararları kanıtlanmış, özgün bir süreçtir. Kadınların %98’inin fizyolojik olarak emzirmesine engel bir durum olmasa da, annelerin çoğu doğumdan sonraki ilk aylarda emzirmeyle ilgili zorluk yaşadığını ve bu zorlukların da başında meme başı problemleri geldiğini bildirmektedir. Meme başı problemlerinin neler oldukları ve nasıl oluştukları hakkında literatürde birçok çalışma olmakla birlikte, emzirme danışmanlığının meme başı problemlerinde çözüm sağlayabileceği konusunda yapılmış çok fazla sayıda çalışma yoktur. Bu araştırma, emzirme döneminde meme başı problemi olan kişilerde, gebelik döneminden başlayarak emzirme danışmanlığı alma durumuyla meme başı problemlerinin oluşma sıklığının üzerine etkisini anlamak üzere tasarlanmıştır. Ülkemizde bu eğitimler sıklıkla birinci basamak sağlık kuruluşları ve hastanelerde bu konuda Sağlık Bakanlığının yürüttüğü “Bebek Dostu Sağlık Kuruluşları” çalışması kapsamında verilen “Emzirme Danışmanlığı” eğitimi almış sağlık profesyonelleri tarafından verilmektedir. Bu bağlamda emzirme döneminde kadınların yaşadığı meme başı problemlerinin oluşum sıklığı, çeşitleri ve niteliklerini belirlemek amaçlanmıştır. Ayrıca emziren annelere verilen “Emzirme Danışmanlığı” nın, yaşanan meme başı problemlerinin sıklığını nasıl etkilediğini belirlemek amaçlanmıştır. Başkent Üniversitesi Hastanesi Pediatri ve Kadın Doğum Poliklinikleri’ne herhangi bir nedenle başvuran 0-2 yaş arası bebek sahibi olan ve emziren kadınlar arasından, örneklem genişliği hesaplanarak 316 kadından gönüllü bilgilendirilmiş onam formu alınarak yapılmıştır. Çalışmamızda katılımcıların son bebeklerini emzirme sürecinde %61,1’inde (193) meme başında problem tesbit edilmiştir. Katılımcıların %70,3’ünün (29,7) son gebeliklerinde emzirme eğitimi aldıkları belirlenmiştir. Emzirme eğitimi alan katılımcıların sayıca fazla olmasına rağmen, bu katılımcılarda meme başı problemlerinin görülme sıklığında anlamlı bir azalma gözlenmemiştir. Bu nedenle birinci basamak kliniklerinde emzirme danışmanlığı eğitimi için öncelikle Aile Hekimlerinin yeterli bilgi düzeyi ve donanım kazanmasına önem verilmesi gerekmektedir. Breastfeeding is a unique process that provides physical, hormonal and psychological sharing between mother and baby, has proven benefits for mother and baby in the near and long term. Although 98% of women do not have a physiological obstacle to breastfeeding, most of the mothers report that they have difficulties with breastfeeding in the first months after birth and nipple problems are the first of these difficulties. Although there are many studies in the literatüre about what nipple problems are and how they occur, there are not many studies on breastfeeding counseling can provide a solution to nipple problems. This study was designed to understand the effect of breastfeeding counseling on the frequency of occurrence of nipple problems during breastfeeding, starting from the pregnancy period. In our country, these trainings are often given by health professionals who have received the “Breastfeeding Counseling” training given within the scope of the “Baby-friendly Health Institutions” study carried out by the Ministry of Health in primary health care institutions and hospitals. In the context, it is aimed to determine the frequency, types and qualities of nipple problems experienced by women during breastfeeding. In addition, it is aimed to determine how the “Breastfeeding Counseling” given to breastfeeding women affects the frequency of nipple problems. The research is a descriptive, prospective study. The study was calculated by taking voluntary informed consent form from 316 women by calculating the sample size among women aged 0-2 who had a baby and were breastfeeding, who applied to the Ankara Baskent University Hospitak Pediatrics and Obstetrics Polyclinics for any reason. In our study, nipple problems were detected in 61,1% (193) of the participants during the breastfeeding process of their last baby. It was determined that 70,3% (29,7) of the participants received breastfeeding training in their last pregnancy. Despite the high number of participants who received breastfeeding training, a significant decrease in the incidence of nipple problems was not observed in these participants. For this reason, it is necessary to give importance to family physicians gaining sufficient knowledge and equipment for breastfeeding counseling training in primary care clinics.Item Evde izlemi yapılan kronik kardiyopulmoner hastaların evde bakım sürecinde tıbbi gereksinim düzeylerinin saptanması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2008) Turan, Ömer Serkan; Kut, AltuğBu çalışma, kronik hastalıklara sahip hastaların evde bakım gereksiniminin belirlenmesi için kullanılabilecek bir ölçeğin geliştirme çalışmasının pilot uygulaması olarak kabul edilmelidir. Tüm kronik hastalıklara yönelik soruları içinde barındıracak bir ölçeğin geliştirilmesi zor olduğundan, öncelikli olarak kardiyopulmoner kronik hastalıklara sahip hastaların bakım gereksinim düzeyinin belirlenmesine yönelik bir ölçek geliştirilmeye çalışılmıştır. Bu çalışmadan elde edilecek veri ve tecrübe, tüm kronik hastalıkları içinde barındıran daha kapsamlı bir ölçeğin geliştirilmesi sürecinde yardımcı olacaktır. Başka ülkelerde benzer çalışmalar bulunsa da, amacımız Türkçe için geçerliliğini ve güvenilirliğini gösterebileceğimiz bir ölçeği dilimize kazandırmaktır. Klinik komorbiditeler, sosyal destek düzeyi, konut kalitesi, Katz günlük yaşam etkinlikleri indeksi gibi bakım kararında etkili olabilecek 35 maddelik bir form geliştirilmiş ve kardiyopulmoner kronik hastalığa sahip 213 hasta üzerinde uygulanmıştır. Tüm formdan hastaların elde ettiği puanlar “Bakım Skoru” olarak adlandırılmış ve altın standart olarak kabul ettiğimiz uzman görüşü ile kıyaslanmıştır. Ayrıca, bakım skorları, Katz indeksi ile de kıyaslanmıştır. Bakım skoru ve uzman görüşü arasında hesaplanan Pearson korelasyonu 0.803 olarak hesaplanırken, bakım skoru ile Katz puanları arasında hesaplanan Pearson korelasyonu 0.777 idi. İçsel tutarlılığı gösterebilmek için test re-test yöntemi kullandık ve iki uygulama arasında bakım skorlarının korelasyonu 0.982 olarak hesaplandı. Geçerliliği göstermek amacıyla hesapladığımız alpha Cronbach değeri 0.819 olarak bulundu. İstatistiksel hesaplara göre geçerli ve güvenilir olduğunu gösterdiğimiz ölçeğimizin, diğer alanlarda yürütülmekte olan benzer çalışmaların tamamlanıp olası kronik durumları kapsayan komprime bir soru formu oluşturulmadan kullanımını önermemekteyiz. Our study is a part of a big study which tries to develop a scale to determine the need of long term home care of the patients who have chronic diseases and must be considered as a preliminary investigation of this greater study. Since it is very difficult to include all chronic diseases into one scale, we decided to make a preliminary investigation to develop a scale to determine the need of long term care of patients who have chronic cardiopulmonary diseases. The data and the experience gained from this study will help us to develope a scale for all chronic neurological, muskuloskeletal, endocrin and metabolic diseases. Although there are similar well performed studies in other countries, we wanted to develop an index which is valid and reliabale in Turkish. A 35 item scale which includes questions about clinical comorbidites, nutritional condition, social support, housing quality, and activities of daily living is developed and applied to 213 patients who have cardiopulmonary chronic diseases. Points given by a Family Practitioner which we named as “The Specialist Opinion” were accepted as the golden standart and were corraleted with the total points gained from our scale named as “The Care Index”. We also corraleted the points gained from Katz Index of activities of daily living with “The Care Index”. Pearson Correlations between The Care Index and The Specialist Opinion was 0.803 with a correlation coefficient of 0.747. Pearson Correlation between The Care Index and The Katz Index was 0.777 with a correlation coefficient of 0.698. We used the testretest method to show the internal consistency and correlation between these two measures, which was found to be 0.982. We calculated the alpha Cronbach value for reliability as 0.819. Although the scale is shown to be valid and reliable, we do not reccomend to use this scale, until studies measuring other chronic medical situations are developed and connected with our scale as a unified index of evaluation.Item Osteoporoz değerlendirme anketi - OPAQ (The osteoporosis assement questionnaire) kısa formunun Türkçe geçerlilik ve güvenirlilil çalışması(2023) Muğlu, H. Petek; Kut, AltuğOsteoporozun kırık yönünden değerlendirilmesi ve varsa kırığın saptanması osteoporotik hastaların takibinde önemlidir. Birinci basamak sağlık hizmetleri ve Aile Hekimleri osteoporoz tanısının konmasında önemli bir noktada bulunmaktadır ve beraberinde getireceği sorunların önlenmesinde önemli katkılar vermektedir. Ülkemizde osteoporotik hastanın kırık değerlendirilmesinde kullanılabilecek geçerli bir soru formu halen bulunmamaktadır. Bu çalışmanın amacı mevcut Ġngilzce osteoporoz değerlendirme anketinin kısa formunun (OPAQ-SV) Türkçe geçerlilik ve güvenilirliğini sınayarak Türk Birinci basamak sağlık hizmetlerinin, sonra da tüm tıbbının hizmetine sunmaktır. Çalışmamıza Başkent Üniversitesi Ümitköy Endokrinoloji polikliniklerine başvuran osteoporotik postmenopozal kadın hastalar dâhil edildi. Katılımcılara Türkçe Osteoporoz değerlendirme anketi kısa formu ve altın standart test olan EuroQol Testi (EQ) testi yöneltilmiştir. Anket formları yüz-yüze yöntemiyle araştırma görevlisi tarafından hastalara uygulanmıştır. OPAQ-SV formunun orijinal versiyonunun geçerlilik ve güvenilirlik prosedürlerine aynen uyulmuştur. Aralık 2022 ile Ağustos 2023 tarihleri arasında başvuran 4625 hasta içinden randomize edilerek her 2. hastaya çalışmaya katılım teklif edilmiş rızası olan 238 hasta araştırmaya alınmış, ilk testten 2 hafta sonra bu deneklerden randomize olarak seçilen 63 deneğe retest yapılmıştır. Faktör analizi sonrası ölçek maddeleri 7 faktöre indirgenmiştir. Bu faktörler altında toplanan maddelere sırasıyla “Mobilizasyon”, “Günlük Aktiviler”, “Korku”, “Sırt Ağrısı”, “Yürüme”, “Bağımsızlık”, “Vücut Şekli ” isimleri verilmiştir. Çalışmanın Cronbach-α değeri 0,722 (%72,2) bulunmuştur (Faktörlerin sırasıyla Cronbach-α değerleri: 0,759, 0,954, 0,855, 0,824, 0,752, 0,923 ve 0,775). Çalışmamızın iyi güvenilir olduğu Crombach-α değerin 0,70’in üzerinde oluşuyla gösterilmiştir. Ölçeği geliştiren Silverman ve arkadaşlarının çalışmasında ise Crombach-α değeri 0,86 (%86) bulunmuştur. Çalışmanın en önemli sonucu; OPAQ-SV’nin Türkçe geçerlik ve güvenirliği Türkiye toplumunda postmenopozal kadın hastalarda osteoporoza bağlı kırık saptamada ve yaşam kalitesini ölçmede geçerli ve güvenilir olduğudur.Evaluation of osteoporosis in terms of fracture and detection of fracture, if any, is important in the follow-up of osteoporotic patients. Primary health care services and family physicians are at an important point in the diagnosis of osteoporosis and make important contributions to the prevention of the problems it may bring with it. In our country, there is still no valid questionnaire that can be used in fracture evaluation of osteoporotic patients. The aim of this study is to test the Turkish validity and reliability of the short form of the existing English osteoporosis assessment questionnaire (OPAQ-SV) and to present it to the Turkish primary health care services and then to the whole medicine. Osteoporotic postmenopausal female patients admitted to Başkent University Ümitköy Endocrinology outpatient clinics were included in our study. The participants were administered the Turkish Osteoporosis Assessment Questionnaire Short Form (OPAQ-SV) and the EuroQol Test (EQ), the gold standard test. The questionnaires were administered face-to-face by a research assistant. The validity and reliability procedures of the original version of the OPAQ-SV were followed exactly. Out of 4625 patients admitted between December 2022 and August 2023, 238 patients who consented to participate in the study were randomized and offered to every 2nd patient to participate in the study. 2 weeks after the first test, 63 subjects randomly selected from these subjects were retested. After factor analysis, the scale items were reduced to 7 factors. The items collected under these factors were named "Mobilization", "Daily Activities", "Fear", "Back Pain", "Walking", "Independence", "Body Shape" respectively. The Cronbach-α value of the study was 0.722 (72.2%) (Cronbach-α values of the factors, respectively: 0.759, 0.954, 0.954, 0.855, 0.824, 0.752, 0.923 and 0.775). The good reliability of our study was demonstrated by the Crombach-α value above 0.70. In the study of Silverman et al. who developed the scale, the Crombach-α value was 0.86 (86%). The most important conclusion of the study is that the Turkish validity and reliability of the OPAQ-SV is valid and reliable in detecting osteoporosis-related fractures and measuring quality of life in postmenopausal women in the Turkish populationItem Tıbbi araştırmalarda sosyoekonomik seviye değerlendirme ve gruplandırma kriterlerinin araştırılması(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Geçkil, Ali Ümit; Kut, AltuğSon yıllarda tıbbi alanda önemi gittikçe artan biyopsikososyal yaklaşıma bağlı olarak sağlığı anlama ve değerlendirmede sosyal çevrenin etkisi daha fazla irdelenmeye başlanmıştır. Bu sosyal çevreyi ve bağlı etmenleri değerlendirmek için sosyoekonomik seviye (SES) tespitinden faydalanılmaktadır. Bu çalışmanın amacı; Türk Tıp Literatüründe SES belirteçlerinin ne ölçüde kullanıldığı ve çalışma sonuçlarıyla SES belirteçleri arasındaki bağıntının ne ölçüde doğru kurulduğunun saptanmasıdır. Bu araştırma kesitsel tipte tanımlayıcı bir araştırma olup; Ulusal Akademik Ağ ve Bilgi Merkezi (ULAKBİM) bünyesindeki Türk Tıp Veri Tabanı 2004-2014 yılları arasında kayıtlı olan tıbbi yayınlar taranmıştır. Kriter olarak SES değerlendirme sorularının kullanıldığı yayınlar esas alınmıştır. Bu bağlamda “Sosyoekonomik, sosyodemografik, sosyokültürel, demografik” sözcükleri başlık ve metin içeriklerinde öncelikli olarak taranmıştır. Kapsam dahilinde 3484 adet yayın öncelikle dil, derginin türü, anahtar sözcük ve anabilim dallarına göre gruplandırılmıştır. SES tespitinde irdelenen soru sayısı belirlenip, içeriklerine göre sınıflandırılmıştır. Soruların amaca uygunluk yönünden değerlendirilmesi konusunda ilgili araştırmanın irdelediği sağlık sorunu ile SES belirtecinin hangi bağlamda ilişkilendirildiği değerlendirilip, bu ilişkinin nasıl açıklandığı incelenmiştir. Türk Tıp Literatüründe sosyal, ekonomik, kültürel ve demografik gibi sözcüklerle ilgili kavram karmaşası vardır. Hangi durumda hangi terminolojinin doğru olduğu bilinememektedir. En sık sorgulanan SES sorusu %49,7 ile eğitim durumu olarak bulunmuştur. Araştırma neticesinde incelenen tıbbi yayınların %48,7’nde amacın SES ile ilişkisinin doğru şekilde kurulmadığı bulunmuştur. Ek olarak cerrahi bilimlerdeki yayınların sadece %22,5’nde SES bağıntısı doğru kurulmuştu.Item Tip 2 diyabet hastalarında dipeptidilpeptidaz-4 (DPP4) inhibitörlerinin kullanımının diyabet komplikasyonları üzerine etkisi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2019) Akyel Atmaca, Dilan; Kut, AltuğDiyabet, sebep olduğu komplikasyonlar ile mortalite ve morbiditeyi arttıran, yaşam kalitesini düşüren, tedavi maliyetleri yüksek, yüksek prevalansa sahip kronik bir hastalıktır. Diyabet tedavisinin en önemli amaçlarından biri komplikasyonların önlenmesi, geciktirilmesi veya kontrol altında tutulmasıdır. Görece yeni bir ilaç grubu olan, etki mekanizmaları ve komplikasyonlar üzerindeki etkileri hala araştırılmaya devam eden dipeptidil peptidaz 4 enzim inhibitörleri (DPP4 inhibitörleri) tedavide diğer antidiyabetik ilaçlarla beraber kullanılmaktadır. Bu araştırmada DPP4 inhibitörlerinin diyabet komplikasyonları üzerine olan etkisinin tespit edilmesi amaçlanmaktadır. Araştırma, Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Endokrinoloji polikliniklerine 28.04.2011-31.12.2018 tarihleri arasında başvuran, dahil edilme kriterlerini sağlayan hastalar arasından örneklem genişliği hesaplanarak 197 hasta ile yürütülmüştür. DPP4 inhibitörlerinin tedaviye eklendiği hasta grubunda, insülin kullanan hasta grubuna nazaran diyabete bağlı tüm komplikasyonların daha az görüldüğü tespit edilmiştir. Diyabete bağlı komplikasyon oranlarını azalttığı gösterilmiş olan DPP4 inhibitörlerinin birinci basamak sağlık hizmeti veren hekimler tarafından da reçete edilebilmesinin diyabete bağlı morbidite oranlarının ve tedavi maliyetlerinin azaltılmasında gerekli bir adım olacağı düşünülmektedir. Diabetes is a chronic disease that increases mortality and morbidity with its complications, decreases the quality of life and has considerable treatment costs and a high prevalence. One of the most significant goals of diabetes treatment is to prevent, delay or control its complications. Dipeptidyl peptidase 4 enzyme inhibitors (DPP4 inhibitors), which is a relatively new drug category and whose effects on the mechanisms of action and complications are still being investigated, are used together with other antidiabetic drugs. This study aims to investigate the effect of DPP4 inhibitors on diabetes complications. This study was carried out with 197 patients admitted to the Endocrinology outpatient clinics of Başkent University, Faculty of Medicine between 28/04/2011 and 31/12/2018 by calculating the sample size. The results revealed that all diabetic complications were less common in the patient group where DPP4 inhibitors were added to the treatment compared to the insulin group. It is thought that DPP4 inhibitors, found to reduce the rate of diabetes-related complications, can also be prescribed by primary health care physicians, which is a necessary step in reducing diabetes-related morbidity rates and treatment costs.Item Tip 2 diyabet tanısı ile izlenmekte olan hastaların eşlerinde sağlık davranışlarının değerlendirilmesi(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2021) Yalçın, Rabia Esra; Kut, AltuğDiyabet bulaşıcı olmayan bir hastalık olduğu halde tüm dünyada pandemi oluşturacak kadar fazla sayıda bireyi etkileyen ve en sık görülen endokrinolojik hastalıktır. Bireylerin hastalıklarının çevresel faktörlerden etkilendiği aşikar olmakla birlikte, hastalığın varlığı kişinin mikroçevresini nasıl etkilediği konusunda yapılmış çok fazla sayıda çalışma yoktur. Bu araştırma, eşine tip 2 DM tanısı konulan kişilerde, kişinin kendi sağlığı ile ilgili algısının değişerek yaşam tarzı değişikliği geliştirip geliştirmeyeceğini anlamak üzere tasarlanmıştır. Araştırmamız randomize kontrollü retrospektif bir vaka-kontrrol çalışmasıdır. Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi endokrinoloji ve aile hekimliği polikliniklerine 01/12/2020 - 30/05/2021 tarihleri arasında başvuran hastalar randomize edilerek vaka grubuna seçilmiştir. Aynı tarihlerde polikliniklere başvuran ve diyabeti olmayan hastaların eşleri yine randomizasyonla seçilmiş ve 100 kişi de kontrol grubunu oluşturulmuştur. Gruplardaki deneklere yüzyüze anket uygulanarak veriler toplanmıştır. Çalışmada istatiksel analiz olarak paired sample t testi ve student t testi kullanılmıştır. Çalışmada istatistiksel anlamlılık p<0,05 olarak kabul edilmiştir. Çalışmamızda tip 2 diyabeti olan kişilerin sağlıklı eşleri; glukometre kullanım alışkanlığında artış, kan basıncı ölçüm sıklığında artış, diyetine uyumunda artış, pnömokok ve influenza aşısı yaptırmada artış ile kendi sağlıklarını artırmaya yönelik davranış değişimlerinde bulunmuşlardır. Bu davranış değişiklikleri yapılandırılmadığında rastgele ve içgüdüseldir. Bu nedenle birinci basamak kliniklerinde tip 2 diyabetli çiftler arasında diyabet yönetimi ve tedavisi için aile temelli yaklaşımların kullanılmasına önem verilmelidir. Although diabetes is a non-communicable disease, it is the most common endocrinological disease that affects a large number of individuals all over the world to form a pandemic. Although it is obvious that the diseases of individuals are affected by environmental factors, there are not many studies on how the presence of the disease affects the microenvironment of the individual. This research was designed to understand whether people with a spouse diagnosed with type 2 DM would develop a lifestyle change by changing their perception of their own health. Our research is a randomized controlled retrospective case-control study. Patients who applied to the endocrinology and family medicine outpatient clinics of Başkent University Faculty of Medicine between 01/12/2020 - 30/05/2021 were randomized and selected to the case group. Spouses of the patients who applied to the outpatient clinics on the same dates and did not have diabetes were selected by randomization and 100 people were formed as the control group. Data were collected by applying a face-to-face questionnaire to the subjects in the groups. Paired sample t test and student t test were used as statistical analysis in the study. Statistical significance was accepted as p<0.05 in the study. In our study, healthy spouses of people with type 2 diabetes; increased the habit of using glucometer, increased frequency of blood pressure measurement, increased adherence to diet, increased pneumococcal and influenza vaccination, and behavioral changes aimed at increasing their own health. These behavioral changes are random and instinctive when not configured. Therefore, emphasis should be placed on the use of family-based approaches for diabetes management and treatment among couples with type 2 diabetes in primary care clinics.Item Yüksek riskli human papilloma virüslerde genotip ile gelişen patoloji ilişkisinin araştırılması (Proje No:KA 21/15)(Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2021) Cerlet, Büşra; Kut, AltuğBu çalışma ile HR-HPV genotipleriyle infekte hastalarda serviksin kolposkopik olarak incelenmesinin, histopatolojik değerlendirmenin klinik öneminin ortaya konması, preinvaziv ve invaziv neoplazi bulunma olasılığı yüksek olan hasta gruplarının yönetimine katkı sağlaması amaçlanmaktadır. Çalışma retrospektif kohort tipinde tasarlanarak Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum polikliniklerine 28.04.2011-31.12.2018 tarihleri arasında başvuran, HR-HPV DNA testi hastanemiz laboratuvarında çalışılarak pozitif sonuçlanan 905 kadın çalışmamıza dahil edilmiştir. Hastaların verileri geriye yönelik taranıp kaydedilerek karşılaştırılmıştır. Olguların tek ve multipl sahip olduğu HPV serotiplerinin sıralaması; %9,3 HPV16, %7,5 HPV31, %5,5 HPV18, %5,2 HPV52, %4,5 HPV39, %4,5 HPV68, %4,5 HPV16,18, %4,2 HPV35, %3,7 HPV56, %3,5 HPV66 ve %3 HPV35,39,51,56,59,66,68 olarak bulunmuştur. HPV16, HPV18, HPV33, HPV39 ve HPV56’ya sahip hastalar 40 yaş öncesi grupta anlamlı olarak daha sık görülmektedir (N=160, %32,5; N=105, %21,3; N=31, %6,3 N=78, 15,9; N=82, %16,7 sırasıyla) (p=0,001; p=0,02; p=0,04; p=0,04; p=0,009 sırasıyla). Diğer HR-HPV tipleri de 40 yaş öncesi grupta daha fazla görülse de aralarında anlamlı bir fark bulunamamıştır. Biyopsi sonuçlarının etkileyen faktörler araştırıldığında sigara kullanımının biyopsi sonucunun anormal olmasına anlamlı olarak etkisinin olduğu bulunmuştur [OR=0,52; (p=0,021; %95 GA; 0,307-0,908)]. HPV18, 31, 39, 68’ın yalnız bulunması ile diğer tiplerle birlikte bulunmasının smear sonucunu anlamlı olarak etkilediği sonucu bulunmuştur (p=0,001; p=0,003; p=0,01; p=0,002 sırasıyla). Çalışmamızdan elde edilen veriler smear testi ile birlikte yapılan HPV DNA testinin tarama programındaki önemine bir kez daha vurgu yapmaktadır. İdeal tarama testi için dünya genelinde çalışmalar devam etmekle birlikte, mevcut veriler HPV DNA testinin kombine kullanımını önermektedir. Hatta son veriler (ACS 2020 önerileri) sadece HPV DNA testinin kullanılmasını önermektedir. HPV testinin tek başına değerlendirilmesi kolposkopi oranlarını artırsa da, daha yüksek oranda preinvaziv lezyon tespitini sağlamakta hatta smear testi ile öngörülemeyen invaziv lezyonları da işaret edebilmektedir. The aim of this study is to demonstrate the clinical importance of colposcopic examination of the cervix, histopathological evaluation in patients infected with HR-HPV genotypes, and to contribute to the management of patient groups with a high probability of pre-invasive and invasive neoplasia. The study was designed as a retrospective cohort, and 905 women who applied to the Obstetrics and Gynecology outpatient clinics of Başkent University Medical Faculty Hospital between 28.04.2011 and 31.12.2018 were included. The HR-HPV DNA test were positive in all subjects. All HPV DNA test were performed at the laboratories of our ficilities. Data of the subjects were retrospectively scanned, recorded and compared. The order of most prevalent single and multipl HPV serotypes in infected subject were as follows; 9.3% HPV16, 7.5% HPV31, 5.5% HPV18, 5.2% HPV52, 4.5% HPV39, 4.5% HPV68, 4.5% HPV16+18, 4.2% HPV35, 3.7% HPV56, 3.5% HPV66 and 3% HPV35+39+51+56+59+66+68. Patients with HPV16,18,33,39,56 were significantly more common in subjects before the age of 40 (n=160, 32.5%, n=105, 21.3%; n=31, 6.3%, n=78, 15.9; n=82, 16.7% respectively.) (p=0.001; p=0.02; p=0.04; p=0.04; p=0.009 respectively). Although, the rate of other HR-HPV types were also higher in the group before the age of 40, there was no significant difference. When investigating the factors affecting the biopsy results, we found that smoking had a significant effect on abnormal biopsy results [OR = 0.52; (p=0.021; 95% CI; 0.307-0.908)]. We also found that smear results were significantly affected in terms of HPV18, 31, 39, 68 were infecting the patient alone or in coexistance with multipl HPV agents (p=0.001; p=0.003; p=0.01; p=0.002 respectively). The data obtained from our study emphasize the importance of HPV DNA test in the existing screening program together with the smear test. While studies around the world continue for identifying the ideal screening test, current data suggest the combined use of HPV DNA testing and servical smear. Even recent data (ACS 2020 recommendations) recommend the use of HPV DNA testing alone. Although, evaluating the HPV test alone increases the rates of colposcopy, it provides a higher rate of pre-invasive lesion detection and even indicates invasive lesions that cannot be predicted by the smear test.